Türkiye Devrimi’nin Karakteri – IV

H. Selim Açan
Bu Burjuvazi mi “Komprador“
Çarlık Rusyası’nda muazzam bir genişliğe sahip köylülüğü esas alan devrimcilikle (Narodnizm) Marksist hareketin ayrışma sürecinde tarihsel bir rol oynayan Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi incelenmesinde Lenin özellikle üç ana parametre üzerinde durur: 1) Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin düzeyi, 2) Bir iç pazarın oluşması ve büyümesi, 3) Sermayenin sermaye ihracı temelinde yeni pazarlar fethetme eğilimi içinde olup olmaması.
Sermayenin yayılma eğilimi, aslında Marx ve Engels’in kapitalizm çözümlemelerinin ilk adımlarından başlayarak altını çizdikleri karakteristik özelliklerinden biridir. Onu emperyalizme yönelten temel dinamiklerden biri olmakla kalmaz meta ihracının yerini sermaye ihracının aldığı emperyalizm aşamasında olağanüstü boyutlar kazanır.
Türk tekelci burjuvazisi de sermayenin bu tarihsel eğiliminin dışında kalmamıştır. Onu hâlâ emperyalist burjuvazinin basit uzantısı-acentası anlamına gelen ‘komprador’ nitelikte bir burjuvazi olarak gören zaman tünelinde donup kalmış tezleri yalanlarcasına özellikle 1980 sonrası öyle geniş bir yayılma göstermiştir ki, bu dogmatizmin tam zıddı yönde bu kez de “emperyalist Türkiye” tezlerinin üretilmesine kaynaklık etmiştir.
Günümüzde Türk tekelci burjuvazisinin yurtdışı yatırımları Antarktika dışında beş kıtaya yayılmış durumdadır. Kadir Has Üniversitesi, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) ve ABD merkezli Columbia Üniversitesi işbirliğiyle hazırlanıp 2014 yılının Mart ayında yayımlanan “Çok Uluslu Türk Şirketleri” raporuna göre yurt dışında 100 milyon doların üzerinde yatırımı olan Türk şirketi sayısı 2007 yılında 19 iken bu rakam 2014’te 29’a yükselir.1
Ticaret Bakanlığı’nın 2024 Yurtdışı Yatırım Anketi sonuçlarına göre ise Türkiye’de yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin 130 ülkede toplam 2 bin 146 yatırımda payları vardır. Bunların buralarda yatırdıkları sermayenin toplamı 57 milyar 900 milyon dolardır.2 Bu yatırımlar özellikle sanayi, inşaat, enerji, finans ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. Örneğin tekstil ve hazır giyim sektörünün 2024 yılında yurtdışında yaptığı yatırımlar ülke içindeki yatırımlarının üç katına ulaşmıştır. Sadece Mısır’da açılan Türk menşeili fabrika sayısı 200’dür. 2023 verilerine göre Mısır’ın toplam tekstil ve konfeksiyon ihracatının üçte birini Türk şirketleri gerçekleştirmiş, bunların iç piyasadaki ciroları ise 1 milyar doları aşmıştır.3
DEİK verilerine göre Türk firmaları 2023 yılında yurt dışında toplam 5,7 milyar dolar yatırım yapmış ve 176 bin kişiye istihdam sağlamış. Toplam yatırımlar içerisinde Avrupa’ya yapılan yatırım tutarı 3 milyar 400 milyon dolar olurken, en çok yatırım yapılan ülke yaklaşık 1 milyar 500 milyon dolarla Hollanda’dır. 1 milyar 300 milyon dolar yatırımla ikinci sırada olan ABD’yi İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, Yunanistan ve Portekiz takip etmektedir.4
Ekonomi gazetecisi Abdurrahman Yıldırım’ın verdiği rakamlar ise sermaye ihracı eğiliminin nasıl büyüyerek süreklilik kazandığını gösterir nitelikte:
“Yurtiçi yerleşiklerin yurtdışı doğrudan yatırımları son 5 yılda 25.2 milyar dolara vardı. Son 10 yılda 40 milyar dolar olan yurtiçi yerleşiklerin yurtdışı doğrudan yatırımları 2002’den bu yana geçen 23 yılda toplam 67.2 milyar doları buldu.(2024 yılında-nba) Dışarıda yatırım kalemi ilk kez yılda 6.6 milyar doları buldu. 2023’teki rakam 6 milyar dolar, 2022’de 4.8 milyar dolardı. Her yıl giderek artan bir eğilim var.”5
Bu yönelimin ulaştığı boyutların zihinlerde canlanmasını kolaylaştırmak için değişik sektörlerden somut bazı örnekler vermek gerekirse:
Türk tekelci sermayesinin “amiral gemisi” olarak tanımlanan Koç Holding yurt dışında Almanya, Avustralya, Avusturya, Azerbaycan, Cezayir, Çek Cumhuriyeti, Çin, Fransa, Güney Afrika, Hollanda, İngiltere, İspanya, İtalya, Kazakistan, Mısır, Özbekistan, Polonya, Romanya, Rusya, Singapur, Slovakya ve Ukrayna olmak üzere 22 ülkede 95’ten fazla fabrika ve pazarlama şirketine sahiptir. Holding 155’ten fazla ülkeye ihracat yapmaktadır. Holding firmalarından beyaz eşya ve elektronik sektöründe faaliyet gösteren Arçelik/Beko Türkiye dışında İtalya, Romanya, Rusya, Güney Afrika ve Bangladeş’te üretim yapıyor. 2024 ilkbaharında ABD’li Whirlpool şirketinin yüzde 75’ini ele geçirerek Beko Europe adı altında üretim yaptığı İtalya’da toplam 5 bin işçi çalıştırdığı dört fabrikasından bazılarını 2025 sonuna kadar kapatıp üretimini emeğin daha ucuz olduğu Mısır ve Romanya’ya kaydırma kararı geçtiğimiz Aralık ayında İtalya’da siyasal bir krize yol açtı. Vatikan bile krize müdahil oldu. Beko Europe’un Avrupa genelinde 20 binden fazla çalışanı bulunuyor.6
Sabancı Holding ise halihazırda 18 ülkede faaliyet gösteriyor. Ürünlerini Avrupa, Orta Doğu, Asya, Kuzey Afrika, Kuzey ve Güney Amerika’nın çeşitli bölgelerinde pazarlarken uluslararası iş ortakları arasında sektörlerinde dünyanın önde gelen tekelleri arasında yer alan Ageas, Aviva, Bridgestone, Carrefour, Citi, E.ON, Heidelberg Cement ve Philip Morris bulunuyor. Holding bünyesindeki şirketlerden Çimsa’nın İtalya, İspanya, Almanya, Romanya, Rusya ve KKTC’de şirket ve terminalleri var. Kordsa Global ise Türkiye dışında Almanya, Mısır, ABD, Brezilya, Arjantin, Endonezya, Tayland ve Çin’de yatırımlara sahip. Finans alanında da Akbank yurt dışındaki faaliyetlerini Almanya (Akbank AG), Dubai’de (Akbank Dubai Limited) bulunan iştirakleri ve Malta’da bulunan bir şubesiyle sürdürüyor.
Türkiye’de Ülker markasıyla tanınan Yıldız Holding’in yurt dışındaki fabrika sayısı 25. 100’ün üzerinde ülkeye ihracat yapan holdingin İngiltere, ABD, Fransa, Belçika, Suudi Arabistan, Hollanda, İtalya, Romanya, Ukrayna, Kazakistan, Pakistan, Hindistan, Nijerya ve Mısır olmak üzere 14 ülkede fabrikası bulunuyor. Yıldız Holding, yurt dışında toplam 15 bin kişiyi istihdam ediyor.
Cam ve kimya sektöründe faaliyet gösteren Şişecam, Almanya, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Macaristan, Bosna Hersek, Rusya, Gürcistan, Ukrayna, Mısır ve Hindistan’da üretim yapıyor.
Toplamda 12 ülkede 25 üretim tesisi bulunan şirketin yurt dışı yatırımlarının toplamı yaklaşık 2,5 milyar dolar seviyesinde. Şirketin toplam istihdamının yüzde 40’ı (8 bin) yurt dışında bulunuyor.
Uzun sözün kısası bu tablo, artık “komprador” olarak nitelenemeyecek ancak rakamların küçüklüğüne dikkat edilirse ‘emperyalist’ olduğu da iddia edilemeyecek/gücü o denli abartılamayacak bir burjuvazi gerçeğini çıkarır karşımıza.
Pertavsızla Feodal Kalıntı Aramak
Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve siyasi yapısında feodal ve yarı feodal kalıntıların belirgin bir yer ve ağırlık taşıdığı görüşünü savunanlar, iddialarına dayanak olarak geçmişten beri tarımsal yapıyı gösterir özellikle de Kuzey Kürdistan coğrafyasını işaret ederler. Bu iddia, 1980 sonrası Kürdistan’da da sadece siyasal-kültürel değil ekonomik ve sosyal değişimin farkında olmayan bir dogmatizm örneğidir.
1960’ların Türkiyesi’nden farklı olarak eski dayanaklarının geçerliliğinin artık kalmadığının farkında olanlar ise yarı feodalizmin dayanağı olarak son yıllarda bu kez “kırlarda küçük mülk sahipliğinin yaygınlığı” tezine sarılmışlardır. Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerçekliğini illa “yarı feodalizm” kalıbına sığdırmaya çalışmanın sarıldığı bu tez de Marksist yaklaşım açısından ilki kadar yanlış ve geçersizdir. Küçük toprak sahipliği feodal sistemde ailesinin karnını doyurmakta dahi zorlanan küçük toprak sahibi köylüyü farklı angarya biçimleriyle feodal toprak beylerinin kölesi haline getiren nedendir. Kapitalizmde ise büyük tarım tekellerinin küçük mülk sahibi köylünün ürünü yanında emeğini de ucuza kapatmasını kolaylaştıran bir işlev görür; onu en azından yılın belli kesitlerinde ücretli işçi olarak çalışmaya mecbur bırakır. Kaldı ki küçük mülk sahipliği kapitalizm koşullarında yarı feodalizmin dayanağı olmak şurada dursun Lenin’in tanımıyla “her gün adeta her saat kapitalizmi üretir.”
Bugün Türkiye’nin sanayi yapısı gibi tarımı da çıplak gözle dahi görülebilecek kadar bariz kapitalist bir karakter kazanmış durumdadır. Türkiye kapitalizminin kendi içinde ilk büyük sıçramasını yaptığı 1950’li yılları tarımda kapitalistleşmenin de ‘başlangıcı’ kabul edebiliriz. Ağırlığını tarım ürünlerinin oluşturduğu ihracat yapısı yanında ülke içinde atak yapan sanayinin ihtiyaç duyduğu tarımsal ürün ihtiyacının büyümesi ve tarımda makineleşmenin artışı bu süreci hızlandırıp ivmelendiren etkenlerdir. Yalnız bu dönüşüm Lenin’in ‘Prusya yolu’ olarak tanımladığı biçimde yani “feodal çiftlik sahibi iktisadının tedrici bir tarzda yavaş yavaş burjuvalaşması, feodal sömürü yöntemlerinin yerine gitgide burjuva sömürü yöntemlerinin geçmesi biçiminde gerçekleştiği” için doğası gereği yavaş seyreder.7
Feodal toprak ağalığı düzeninin salt üretim ilişkileri alanında değil siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda özellikle de Kürt illerinde belirgin bir ağırlık taşımayı 1960’larda da sürdürüyor olması alttan alta başlamış olan bu çözülmeyi perdeleyen bir rol oynar. ‘70’lerin başında -hatta 24 Ocak ve 12 Eylül dönemine kadar- Türkiye’yi ‘yarı sömürge-yarı feodal bir ülke’ olarak değerlendiren yaklaşımın devrimci saflarda bu denli etkili olmasının bir nedeni de budur zaten. Bu arada, derinlemesine bir sosyo-ekonomik yapı araştırması/çözümlemesinden hareketle değil tamamen siyasal öncüllerden hareketle 12 Mart muhtırasını iktidar bloku içinde olduğu kadar ekonomide de feodal toprak ağalığının tekelci burjuvazi adına tasfiye hamlesi olarak yorumlayan çözümlemelerle de karşılaşılmıştır.
12 Mart sonrası kesitte alevlenen sosyo-ekonomik yapı tahlili tartışmaları sırasında feodal kalıntıların varlığını ve ağırlığını ne ölçüde koruduğu sorusuna yanıt arayışları özellikle iki ölçüte sıkıştı: Bunlardan birincisi Türkiye tarımının ne ölçüde makinalaştığı tartışmasıydı; ikincisi ise tarımda feodalizmin çözülme sürecinde olduğu iddiasının emperyalizme ve burjuvaziye ilerici bir rol yüklemek anlamına gelip gelmediği tartışmasıydı.
Bunlardan ilki bu dönüşümün temel göstergelerinden biri olmakla birlikte tarımda kapitalistleşmenin en önemli hatta biricik göstergesi olarak görülmesi konunun kavranışında ufuk darlaşmasını da beraberinde getirdi. Biraz abartarak söyleyecek olursak asıl meseleyi oluşturan Türkiye devriminin karakteri sorunu düşünsel olarak fiilen ülkedeki traktör sayısıyla karasaban sayısının karşılaştırmasına indirgendi.
İkinci başlık ise tam bir skolastik mantık örneğiydi. İnsanlığın tarihsel ilerleyişi bakımından kapitalizmin feodalizme kıyasla ‘daha ileri’ bir toplumsal sistem olmasını, bu anlamda burjuvazinin bir zamanlar ilerici bir rol oynamasını tarihselliğinden kopararak mutlaklaştırmakla kalmayıp temelinde azami kâr hırsının yattığı genişleme ve yayılma eğilimini her durum ve koşulda ‘ilerici’ görmek gibi bir indirgemeci düzlükle malüldü.
Türkiye’de feodal kalıntıların hâlâ iktidara ortak olacak ölçüde güçlü olduğunu iddia eden dogmatizm dün olduğu gibi bugün de buna kanıt olarak özellikle Kürt illerinde varlığını koruyan ağalık ve aşiret ilişkilerini gösterir. Fakat bu öylesine zorlama bir yorumdur ki, feodalizme özgü üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkiler bırakalım Türkiye genelini Kürt coğrafyasında bile çoktan egemen olmaktan çıkmış bu anlamda tasfiye sürecindeki kalıntılar düzeyindedir. Türkiye sanayisi ve tarımının geneli gibi Kürt illerinde de tarım ve hayvancılık büyük ölçüde kapitalistleşmiştir. Elbette hem mülkiyet ve üretim ilişkileri alanında hem de sosyal yaşamda feodal gelenek ve göreneklerin (en başta da aşiret ilişkilerinin) varlığını belirgin ölçülerde koruduğu yerler vardır. Fakat bunlar bile hem ekonomide hem de kültürel alanda gelişen kapitalist ilişkilerle iç içe geçmiş bir haldedirler üstelik hızlı bir gerileme, daha doğru tanımla çözülme sürecindedir. Dolayısıyla cımbızla seçilip alınacak örnekler, bırakalım hakim bir konumun göstergesi olmayı genelleştirilebilecek ölçekte bile değildir.
Kaldı ki tarihin hiçbir döneminde saf bir kapitalizm olmamıştır. Kapitalizm hemen her ülkede özellikle de tarım alanında kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin şu ya da bu düzeyde kalıntılarıyla iç içe geçmiş olarak karşımıza çıkar. Ama bu onun hakim konumunu değiştirmez, onun egemenliğiyle çelişmez hatta ona tabi olarak bu hakimiyeti pekiştirici bir rol oynar.
Türkiye’de sanayi ve finans alanlarında olduğu gibi tarımda kapitalistleşme süreci de 24 Ocak Kararları’nın ardından vites büyüttü. Gübre, mazot, yem, tohum gibi temel girdilerde uygulanan devlet sübvansiyonlarının kaldırılması, taban fiyat uygulaması ve destekleme alımlarına son verilmesi, tütün, pancar, çay üretimi gibi tarımsal ürünlerin üretiminin sınırlanması, tarım kredi ve satış kooperatiflerinin tasfiyesi buna karşılık yerli ve yabancı tekellere tanınan olağan üstü ayrıcalıklar, hemen her üründe ithalat yasaklarının kaldırılması vd. neoliberal politikalar sonucu küçük ve orta köylülüğün konum kaybına uğrayarak proleterleşmesi süreci hızlandı; meyve sebze üretiminden et ve süt üreticiliğine, sanayinin ihtiyaç duyduğu tarım ürünleri üretiminden balıkçılığa, çiçekçilikten seracılığa kadar istisnasız her alan yerli ve yabancı tekellere açıldı. Kendilerine tanınan olağan üstü ayrıcalık ve teşviklerin de desteğiyle bunlar Kürdistan dahil her tarım bölgesinde büyük çiftlikler, ürettikleri ürünleri kendilerinin işlediği entegre tarım işletmeleri kurdular. ‘Sözleşmeli çiftçilik’ yoluyla çevrelerindeki küçük ve orta köylülüğü kendilerine bağımlı hale getirdiler. Bu boyunduruğun dışında kalan alan ve ürünlerde de tarımsal üretim tümüyle pazar için yapılan kapitalist tarım özelliği kazandı. Dolayısıyla feodalizme özgü aşiret ilişkilerinin, kimi feodal gelenek ve göreneklerin hâlâ sürdüğü cımbızla aranıp bulunacak küçük yerleşim birimlerinde dahi kapitalist pazar ilişkileri ve ücretli emek gerçeği çıkar karşımıza.
Kürdistan özgülünde feodal toprak ağalığı düzeninin çözülüp kapitalizme eklemlenmesi sürecinde maden yağması ve inşaat sektörü hızlandırıcı özel bir rol oynadı. Türkiye genelinde maden sahası tahsisinde AKP döneminde büyük bir artış yaşandı. AKP öncesine göre maden alanları hem sayı hem de toplam alan açısından yaklaşık iki katına çıktı: 14 bin 133 ruhsatlı saha 31 bin 557’ye, toplam maden alanı da 32 bin 278 ha’dan 81 bin 092 ha’ya yükseldi.10 Bu alanların büyük kısmı Kürdistan’ın kırsal alanlarında bulunuyor. Bu yönelim, eskiden toprak ağalarının ellerindeki tarım alanlarının tekellere kiralanması ya da satılması yoluyla sermayeleşme sürecini hızlandırdı. Devlet eliyle verilen ruhsatlar ve özel alan tahsisleri toprak ağalarını doğrudan sermaye birikimi süreçlerine dahil etti. Dolayısıyla Kürdistan’da maden yağması sadece eko kırım anlamına gelmekle kalmayıp kapitalistleşme sürecini ivmelendirip hızlandıran bir işleve sahiptir.11
Bunun yanı sıra Kürdistan’da özellikle kentleşme ve altyapı projeleri üstlenen müteahhitlik-inşaat tekelleri yerel toprak ağalarıyla işbirliği yapıyor. Ağalar, topraklarını altyapı, yol, enerji hattı gibi kamusal projeler için vererek sermaye ilişkilerine dahil oluyorlar.
Eski toprak ağaları, maden veya inşaattan elde ettikleri gelirlerle bölgedeki tarımsal işletmelere yatırım yaptıkça kapitalist tarım girişimcisi haline gelmektedir. Bu, geçmişte tarımda feodal kalıntıların varlığını temsil eden figürlerin kapitalist yapı içerisinde yeniden konumlanmaları demektir. Teorik ifadeyle tarımda Prusya tipi kapitalistleşmenin özgün bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunlara ek olarak, zorla köy boşaltmalar yanında tarım alanları, meralar ve ormanları sistematik olarak tahrip eden Kirli Savaş uygulamaları sonucunda yoksul köylülük yanında orta köylülüğün kimi kesimlerinin de ellerinde avuçlarında olanı da yitirerek yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalmaları yani proleterleşmeleri sürecinin hızlanışı da feodal kalıntıların çözülüşü kapsamında göz ardı edilmemesi gereken temel dinamiklerden biridir.
Kentlere Bu Yığılma Neyin Sonucu ya da Göstergesi
Marx, Kapital’in birinci cildinde Kapitalist Birikimin Tarihsel Eğilimi’ni çözümlerken, “Kapitalist üretim bir kez kendi ayakları üzerinde durduktan sonra artık yalnızca bu kopuşu (üreticilerin üretim araçlarından kopuşu-nba) gerçekleştirmekle kalmaz, sürekli olarak genişleyen bir ölçekte yeniden üretir vurgusu yapar.”8
Bazı Marx yorumcularının “köylülüğün tasfiyesi tezi” olarak yorumladıkları “sürekli olarak genişleyen ölçekteki” bu kopuş karşımıza kırsal nüfusun adeta geometrik bir hızla azalıp kentlere yığılması olgusunu çıkarır. Kentlerin büyümesini Lenin kapitalizmin gelişmesinin “en güçlü ifadesi” olarak tanımlar.9
Türkiye’de kapitalizmin gelişimini kent-kır nüfusu arasındaki sıçramalı değişimden de görebiliriz:
1927 yılında nüfusun yüzde 75,8’i kırsal (10 binden az nüfuslu), yüzde 24,2’si kentsel alanlarda yaşarken bugün bu oran tam tersine dönmüştür. 2022 yılına gelindiğinde kentlerde yaşayanların oranı yüzde 93,4’e çıkarken belde ve köylerde yaşayanların oranı yüzde 6,6’dır.
Bu değişimin seyri yıllara göre daha detaylı incelendiğinde temponun günümüze doğru nasıl hızlandığı görülür. Örneğin 2011 yılında il ve ilçe merkezlerinde yaşayan kentsel nüfus toplam nüfusun yüzde 76,8’ini (57 milyon 385 bin) oluştururken belde ve köylerde yaşayan kırsal nüfus yüzde 23,2’dir (17 milyon 338 bin). 2019’a gelindiğinde kentsel nüfus yüzde 92,8’e, 2020’de yüzde 93’e, 2022 yüzde 93,4’e yükselir kırsal nüfus ise yüzde 7,2’den yüzde 7’ye, ardından yüzde 6,8’e, en nihayet yüzde 6,6’ya kadar düşer.
Tek başına şu gösterge bile 2025 Türkiye’sinde şurada burada kalıntının da kalıntısı düzeyine inmiş feodal kalıntıların varlığına işaret ederek Türkiye’yi hâlâ ‘yarı feodal bir ülke’ kalıbına sokmaya çalışmanın gerçeklik algısının nasıl vahim boyutlarda yitirildiğini göstermeye yeter herhalde.
(1) https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/turk-sirketleri-5-kitaya-yayildi/88726?utm_source=chatgpt.com
(3) https://www.evrensel.net/yazi/96402/tekstil-sektorunde-ucretli-emek-ve-sermaye
(5) Abdurrrahman Yıldırım, Habertürk, 14 Şubat 2025, https://www.haberturk.com/ozel-icerikler/abdurrahman-yildirim-1018/3765404-yurtdisinda-yatirim-rekoru
(7) “(…) Mücadelenin belkemiğini, Rusya’da feodal kalıntıların en önemli cisimleşmesi ve en sağlam dayanağı olarak feodal latifundiyalar oluşturmaktadır. Meta ekonomisinin ve kapitalizmin gelişmesi, bu kalıntıların mutlak bir kaçınılmazlıkla sonunu hazırlamaktadır. Burada Rusya’nın önünde yalnızca kapitalist gelişme yolu açık durmaktadır.
Fakat bu gelişmenin biçimleri iki türlü olabilir. Angarya iktisadının kalıntıları hem çiftliklerin dönüştürülmesi yoluyla hem de feodal latifundiyaların yok edilmesi yoluyla, yani reform yoluyla ya da devrim yoluyla ortadan kaldırılabilir. Burjuva gelişme, onun başını tedricen gitgide daha çok burjuvalaşan ve feodal sömürü yöntemlerinin yerine gitgide burjuva sömürü yöntemlerini geçiren büyük çiftlik sahibi iktisadının çekmesi biçiminde cereyan edebilir, onun başını, “kamburları”, feodal latifundiyaları toplumsal organizmadan devrimci tarzda uzaklaştıran ve sonra bu kamburlardan kurtulmuş olarak kapitalist çiftçilik yolunda serbestçe gelişen küçük köylü iktisatlarının çekmesi biçiminde cereyan edebilir.
Burjuva gelişmenin bu iki nesnel yoluna Prusya yolu ve Amerikan yolu derdim (35). Birinci durumda feodal çiftlik sahibi iktisadı yavaş yavaş bir burjuva iktisadına, junker iktisadına dönüşür, bu durumda köylüler, bir yandan küçük bir büyük-köylü azınlık oluşurken, onlarca yıl sürecek olan acılı bir mülksüzleştirmeye ve köleleştirmeye mahkûm edilir. İkinci durumda çiftlik beyi iktisadı yoktur ya da derebeyi çiftliklerine zorla el koyan ve dağıtan devrim tarafından ortadan kaldırılır. Bu durumda köylü egemendir, tarımın itici gücü haline gelir ve kapitalist çiftçiye gelişir. Birinci durumda gelişmenin esas içeriği, angarya iktisadının feodal beylerin, junkerlerin ve çiftlik sahiplerinin toprağı üzerinde esarete ve kapitalist sömürüye dönüşmesidir. İkinci durumda gelişmenin ağır basan arka planı, ataerkil köylünün burjuva çiftçiye gelişmesidir.” (Lenin, Sosyal Demokrasinin Tarım Programı, Seçme Eserler, 3. cilt, sf.169-170, İnter Yayınları)
(8) Karl Marx, Kapital 1. cilt, sf. 780-783 arası, Sol Yayınları 1986 İstanbul
(9) Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Seçme Eserler I. cilt, sf.333, İnter Yayınları
(10) https://turcep.org.tr/basin-aciklamalari/?utm_source=chatgpt.com
(11) https://yeniyasamgazetesi9.com/kurdistanda-eko-kirim-var/