Sol’da tasfiyeci üçüncü dalga

1025

Yazan:- H. Selim Açan 

Solda Tasfiyecilik sorunu, Türkiye solunun tarihsel olduğu kadar 12 Eylül sonrası bir anlamda kronikleşmiş bir hastalığıdır.

Buna karşın yeterince ciddiye alınıp hak ettiği ölçüde üzerine gidildiği söylenemez.

Dahası, sorun hâlâ sadece ‘yasadışı örgütlenmenin reddi’ sınırları içinde kalan bir yüzeysellikle algılanır.

Halbuki tasfiyeciliğe karşı bütünsel uzlaşmaz bir tutum sahibi olmak ve onunla sistematik mücadele Leninist tarzda bir devrimciliğin ‘olmazsa olmaz’ gereklerinden biridir.

I- Tasfiyeciliğe Dair Bazı Hatırlatmalar

Marxist hareketin tarihinde tasfiyecilik ilk olarak 1905 Devrimi’nin yenilgiye uğramasının ardından Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) saflarında görülür.

Lenin onu “sadece oportünizmden ibaret olmayan bir oportünizm türü” olarak tanımlar.

Nedir peki bu türün farklılığı?

Lenin’e kulak verelim: “… tasfiyecilik sadece oportünizmden ibaret değil. Oportünistler partiyi yanlış bir yola, burjuva yoluna, liberal-işçi siyaseti yoluna sürüklüyorlar ama partinin (örgütlü mücadelenin-nba) kendisini yadsımıyorlar, onu tasfiyeye kalkışmıyorlar. Bu nedenle tasfiyecilik, partiyi yadsımaya varan bir oportünizm türüdür.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 311, abç)

Bu yadsıma, partinin sağ kanadını oluşturan Menşevikler arasında ‘yasadışı temelde örgütlenme ve faaliyetin’ reddi olarak kendisini gösterir;* Bolşevikler arasında ise parlamenter faaliyet dahil her türlü yasal faaliyet ve olanağın reddini savunan Otzovizm (Geri Çağrıcılık)** ya da Ültimatomculuk biçiminde.

Otzovistler 1908’de ayrı bir grup kurdular ve Lenin’e karşı savaşıma giriştiler.

“Devrimci” deyimleri perde gibi kullanan otzovistler, gerçekte partiyi savaşımın yasal olanaklarını kullanmaktan uzak tutmak istiyorlardı.

Böylece parti yığınlardan kopmuş olacak ve gericiliğin darbelerinin hedefi haline gelecekti.

Lenin otzovistleri amansızca eleştirdi, onları “yeni tür tasfiyeciler” ve “foyası ortaya çıkmış Menşevikler” olarak niteledi. (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 403). Ültimatomculuk ise Otzovizmin bir türüdür.

Dikkat edilirse, tasfiyeciliğin sağ ve “sol” biçimleri görünüşte birbirlerine taban tabana zıttırlar.

Sağ tasfiyecilik yasadışı örgütlenmenin açıkça reddi biçiminde boy gösterirken, keskin devrimci söylemlerin arkasına saklanan “sol” tasfiyecilik ise ‘kendinde şey’ haline getirerek tek yanlılaştırdığı keskin bir yeraltı savunusu (fetişizmi) biçiminde karşımıza çıkar.

O halde bunlar nasıl tasfiyecilik ortak paydası altında toplanabilir?..

Can alıcı nokta: Proletaryanın sınıf bağımsızlığının ortadan kaldırılması

Bu soruya yanıt arayışı bizi tasfiyeciliğin özünü yakalamaya zorlar. Marxist teoriyi olduğu gibi Leninist parti ve devrimcilik anlayışını da belirli biçim ve kalıpların varlığı yokluğuna indirgeyen sığ devrimcilik anlayışı, tasfiyeciliği de aynı yüzeysellikte “kavrar”, onu sadece ‘yasadışı temelde örgütlenme zorunluluğunun reddine’ indirger. Halbuki bu tasfiyeciliğin en bilinen en kaba biçimidir. Fakat tasfiyecilik sadece bu biçimden ibaret değildir. Dahası tasfiyecilik sadece yeraltından ibaret olmayan partinin inkârından da ibaret değildir.

O halde tasfiyeciliğin özü nedir?

Gerçekte tasfiyecilik, proletarya arasında yadsıma ve döneklik şeklindeki burjuva görüşlerini yayıyor (…) Tasfiyecilik sadece işçi sınıfının eski partisinin tasfiyesi (yani dağılması, yıkılması) demek değildir, aynı zamanda proletaryanın sınıf bağımsızlığının yıkılması, sınıf bilincinin burjuva fikirleriyle baştan çıkarılmasıdır” (Lenin, Tartışmalı Konular makalesi, 1913 Nisan-Mayıs-Haziran, Tasfiyecilik Üzerine, sf. 316-317, abç).

Lenin’in tasfiyeciliğe karşı savaşımın ileri aşamasında, bu bağlamda konuya hakimiyetinin derinlik kazandığı ‘olgunluk döneminde’ yaptığı bu tanım, tasfiyeciliğin özünü bütün genişliğiyle önümüze serer.

Bunun hangi niyet ve amaçlarla, hangi yoldan gidilerek, hangi biçim ve gerekçeler altında, nasıl yapıldığı -tamamen önemsiz olmamakla birlikte- bu özün yanında tali kalır.

Bu özü esas almak yerine konuyu belirli biçimlere sıkıştırarak tartışmak, tasfiyecilik olgusunun belirli bir tarihsel kesitteki somut tezahürlerini teşhis etmeyi güçleştirip engellemekle kalmaz; sorunun sınıfsal temellerinin, dönemle olan bağının, karakteristik özelliklerinin, tarihsel-yapısal köklerinin ve en önemlisi farklı bir biçimin arkasına saklanmış olabilecek diğer tür ve biçimlerinin gözlerden kaçmasına zemin oluşturur.

Tasfiyeciliğin karakteristikleri

Tasfiyecilik, herhangi bir zamanda değil devrimin geri çekilme ve yenilgi dönemlerinde ortaya çıkar. Proletarya hareketi ve devrimci öncü (parti) bakımından işlerin yolunda gitmediği, ağır darbelerin alındığı, ciddi güç ve mevzi kayıplarının yaşandığı, devrimci dalganın kabardığı kesitlerdeki gibi hızla ilerlemek, etkileyici sonuç ve başarılar elde etmek şurada dursun karşı devrimin bunaltıcı baskı ve saldırıları karşısında devrimin bir zamanlar güçlü olan akıntısına kapılarak sürüklenenler içinde panik, çözülme ve bozgun eğilimlerinin şaha kalktığı koşullarda ortaya çıkar.

Sınıfsal dayanağını ise devrimin yükseliş süreçlerinde proletarya hareketine katılmış ama onun çizgisini ve tarihsel amaçlarını yeterince özümseyememiş küçük burjuva unsurlar oluşturur.

“Küçük burjuva devrimciliği anarşizm kokar, ondan aldığı bir yön vardır ve tüm önemli konularda tutarlı bir proleter sınıf mücadelesinin koşullarına ve gereklerine yanıt vermez… Bu devrimciliğin istikrarsızlığını, kısırlığını, çok çabuk itaata, umursamazlığa, fanteziye, hatta şu veya bu geçici burjuva hevesine kapılma eğilimini herkes bilir” der Lenin. (Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı)

Tasfiyecilik olgusunun püf noktası işte burasıdır: Küçük burjuva devrimciliğinin istikrarsızlığı!

Yalnız tasfiyecilik, “büyük coşkulardan büyük moral çöküntülere”, “bir burjuva hevesinden diğerine” her zaman çok çabuk geçebilen küçük burjuva devrimciliğinin başka herhangi bir an veya dönemde değil de ‘özel’ bazı tarihsel an veya dönemlerde büründüğü ‘özel’ biçimdir.

Küçük burjuva devrimciliğinin istikrarsızlığının özel bir tezahür biçimi olarak tasfiyecilik bu yüzden işlerin parti ve devrim açısından ters gittiği, ağır sorunların, yenilgi ve başarısızlıkların yaşandığı dönemlerde ortaya çıkar. Böyle kesitlerde küçük burjuva devrimciliğinin de soluğu kesilir, aklı başından gider, paniğe kapılır, işlerin yolunda gittiği dönemlerde sergilediği özelliklerinin yerini karşıtları alır: Cesaretin yerini korku, sakınmasızlığın yerini ihtiyat, canlılığın yerini refleks tutulması, yenilenmenin yerini tutuculuk, becerinin yerini akıl almaz bir beceriksizlik, keskinliğin yerini ılımlılık…

“Burjuva devrimi döneminde proletaryanın partisi küçük burjuva Abbas yolculardan (Almanların Mitlaufer dediği kişilerden) oluşan bir yandaşlar topluluğundan kaçınamaz” der Lenin, sözlerinin devamını şöyle getirir: “Proletarya teorisiyle taktiklerini özümlemekte ve çöküntü zamanlarında kendi teori ve taktiklerini sürdürmekte en az yetenekli olan ve oportünizmi aşırıya götürmesi çok olası kişiler bunlardır. Çözülme başladığı zaman Menşevik aydınlar, Menşevik yazarlar yığını gerçekte birer liberal olup çıkmışlardır. Aydınlar takımı (intelligentsia) partiden kopup uzaklaşmıştır” (Lenin, Tasfiyeciliği Tasfiye, Tasfiyecilik Üzerine sf. 51).

Dahası bunlar partiye (örgütlü mücadeleye) düşmanlaşır, kendi kaçışlarını rasyonalize edebilmek amacıyla onu iyice güçten düşürüp itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yaparlar.

II- Türkiye Sosyalist Hareketinde Tasfiyeci Dalgalar

Makalenin girişinde de işaret ettiğimiz gibi tasfiyecilik, Türkiye sosyalist hareketinin bir anlamda yapısallaşmış tarihsel hastalıklarından biridir.

Hareket ilk büyük tasfiyeyi TKP’nin kuruluşunun hemen ardından, Mustafa Suphi, beraberindeki 13 yoldaş ve onlardan daha acılı bir süreç yaşamak zorunda bırakılan Maria yoldaşın Kemalist rejim tarafından katledilmesi sonrasında yaşamıştır.

1930’larda zirvesine ulaşan bu tasfiye sürecinin döküntüleri Partiye ve proletarya davasına sırt çevirmekle kalmayıp Kemalist rejimin ideologluğuna soyunmuşlardır. Aralarında Parti’nin Merkez Komite üyeliğine kadar yükselmiş Vedat Nedim Tör’ün de yer aldığı bu dönek takımı, Kadro Hareketi olarak bilinir. Onlar kadar düşkünleşmemiş olanlar ise zaten çok kan kaybetmiş olan Parti’nin geriye kalan enkazı üzerinde iktidar kavgasına tutuşarak partiyi büsbütün felç ederler. Bu arada 3. Enternasyonal’den gelen “likidasyon (partiyi dağıtma)” direktifi bu tasfiye sürecinin üzerine tüy diker.

Varlığını değişik biçimlerde ara ara hissettirse de 1970’lerin ortalarına gelene kadar Türkiye’de TKP diye bir parti yoktur aslında. İsmi ortalıkta dolaşan ama kendisi olmayan bu tasfiye gerçeğini yıllarca esrarengiz bir gizlilik halesi arkasına saklanarak sürdüren TKP örneği, tasfiyeciliği salt yasadışı temelde örgütlenmenin varlığı yokluğuna indirgeyen yaklaşımların sığlığını sergilemesi yönüyle de ibretliktir.

12 Eylül Sonrası: Birinci Büyük Dalga 

TKP’nin 50 yıla yayılan tasfiyeci sürecinin arkasından Türkiye devrimci-sosyalist hareketi ilk genel tasfiyeci dalgayı 12 Eylül sonrası, 1990’ların başında yaşadı. Bu öyle bir dalgaydı ki, sahip oldukları güç ve etkinlik bakımından 12 Eylül öncesi Türkiye solunu domine eden Dev-Yol, Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu ve TKP başta olmak üzere irili ufaklı çok sayıda örgüt ve çevre dalganın altında kaldı. Bunlardan TKP 1980 sonlarında kendisini resmen de tasfiye ederek siyaset sahnesinden silindi. Dev-Yol, Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu gibiler aslında 12 Mart sürecinin hemen arkasından başlamış sağcılaşma süreçlerini tamamına erdirerek geçmişte savundukları devrimci politika ve değerleri bütünüyle bordadan attılar, Lenin’in tasfiyeciliği tanımlarken kullandığı bütün sıfatların hakkını veren bir pratik sürece girdiler. Kuruçeşme Toplantıları ve onun ürünü olarak doğan ÖDP ile EMEP, Birleşik Sosyalist Parti gibi yasal parti ve oluşumlar 12 Eylül sonrasının bu ilk büyük tasfiyeci dalgasının simgeleri olarak öne çıkarlar.

Bu ilk genel dalganın sadece andığımız bu örgüt ve çevrelerle sınırlı olduğu düşünülmesin. Bunların dışında MLSP’sinden HDÖ’süne, Eylem Birliği’nden P-C Savaşçıları ve Çayan Sempatizanları’na kadar THKP-C geleneğini temsil iddiasındaki en keskin solculardan TİP, TSİP gibi Moskova çizgisindeki yasal partilere, THKO geleneğinin takipçisi TDY’sinden Kaypakkaya çizgisini temsil eden TKP-ML TİKKO’dan kopmuş gruplara kadar irili-ufaklı çok sayıda örgüt ve çevre aynı dönemde silinip gittiler.  (Benzer bir süreç Kürt solu saflarında da yaşandı. Militan devrimcilikte ısrar eden PKK dışında kalan bütün Kürt örgütleri 12 Eylül sonrasında tuzla buz oldular. Bugün onlardan geriye etkisi çok sınırlı bazı kalıntılar kaldı.)

12 Eylül sonrasının bu ilk büyük tasfiyeci dalgasına geçmişte savundukları devrimci çizgi ve programlarının özüne, devrimci değer ve geleneklerine sahip çıkarak karşı duran örgüt ve çevreler toplamda azınlıkta kaldı. Tasfiyecilik onların içinde de önceleri bireysel dökülmeler biçiminde kendisini gösterdi. Fakat ilerleyen yıllarda, P-C içinde bütünüyle örgütsel işleyiş sorunları ve iktidar savaşımından kaynaklanan, diğerlerinde ise örgütsel zafiyet ve işleyiş sorunlarının arkasına saklanmış bir yorgunluk ve ideolojik savruluş temelinde patlak veren iç krizler ve bölünmeler biçimine büründü. Bu iç krizler, bir yanıyla 12 Eylül sonrası ilk genel dalganın ‘gecikmiş’ uzantıları özelliğini taşırken, bir yönleriyle de 2000 sonrası patlak veren ikinci genel tasfiyeci dalganın ‘öncüleri/habercileri’ özelliğine sahipti.

 

MLKP’nin “Birlik Devrimi” olarak tanımladığı birleşme de 12 Eylül sonrasının tasfiyecilik ortamında devrimcilikte ısrar temelinde atılan bir adımdı. Başlangıçta birleşen örgütlerin herbirinin kendi başlarına yapabileceklerinin aritmetik toplamından çok daha fazlasını gerçekleştirdi. Fakat ilerleyen süreçte o da bileşen örgütlerin sosyalizm hedefinden ve işçi sınıfı devrimciliğinden adım adım uzaklaşıp semtleri ve semt gençliğini esas alan kapitalizmden koparılmış dar bir anti-faşizm yönünde evrildi.

1971 devrimci kopuşu sonrası Türkiye solunda yaşanan ilk büyük tasfiyeci dalga, asıl olarak 12 Eylül karşısında alınan dövüşsüz yenilgiyle revizyonist sistemin 1989’daki çöküşünün sonucuydu. Tasfiyeciliğin iki karakteristik özelliği yani yenilgi dönemlerinin çocuğu oluşuyla “büyük coşkulardan büyük moral çöküntülere” kolayca savrulabilen küçük burjuva devrimciliğinin istikrarsızlığı o koşullarda ete kemiğe büründü.

Bunlardan ilki (12 Eylül yenilgisi) en geridekileri bile içine çekip peşinden sürükleyen devrimci dalganın 12 Mart sonrası yükselişi sırasında devrimci harekete katılıp 12 Eylül arifesinde eli kulağında yakın bir devrim beklentisiyle kendinden geçmiş olan ‘yol arkadaşlarını’ önce şaşkınlık, sonrasında korku ve paniğe sürükledi. Anlamlarını kavramadan ezberledikleri devrimci düşünce ve sloganların geçerliliği konusunda kuşkuya kapılmanın yanında bir zamanlar fetişleştirdikleri örgütlere ve önderlerine duydukları güven ve bağlılığı yerle bir etti. Revizyonist sistemin 1989’daki çöküşü bu düşünsel-ruhsal çözülmeyi ivmelendirdi. Devrimin gerçekleşebilirliğine olan güven zaten yıkılmıştı, bunun üzerine bir de revizyonist ülkelerden yayılan çöküş manzaraları eklenince sosyalizme duyulan sempati, devrimin ve sosyalizmin geleceğine güven hepten kayboldu.

Kısacası, özümsenmiş devrimci sosyalist bir bilinç ve tarihsel amaç açıklığından yoksunluk hükmünü yürüttü, halk hareketindeki devrimci yükselişin rüzgârına kapılarak gelenler rüzgârın yön değiştirmesiyle gittiler.

Bu ilk dalganın uzantısı geç kalmış dökülmeler ise sınıf ve emekçi kitle hareketinin ivmesindeki düşüşle birleşik olarak mücadelenin koşullarındaki değişimi görüp kavramak şurada dursun farkında dahi olmayan dogmatizmden beslendi. RSDİP içindeki Otzovistler ve Ültimatomcular örneğinde olduğu gibi keskin devrimci söylemler arkasına saklanan bu gecikmiş tasfiyecilik de -tıpkı öncülleri gibi- farklı türden bir yorgunluğun ifadesiydi. Bu krizlerin yaşanmasında, 12 Eylül sonrasında devrimcilikte ısrarın silahlı mücadele ve yeraltını korumakta ısrarla tarihsel ufku demokratik devrimcilikle sınırlı dar bir anti faşizmin ötesine geçememenin de payı vardı.

 

Devrimcilikte ısrarlı güçler, tasfiyeci fırtına patlak verdiğinde öncelikle varlık yokluk sorununu çözmekle meşguldüler. 1989’da patlak veren Bahar Eylemleri ile silkinen işçi sınıfının yanı sıra kamu emekçileri ve gençlik hareketinin de canlandığı koşullarda bu hayati sorunun çözümü nispeten kolay oldu. Türkiye Devrimci Hareketi’nin ayakta kalan bütün güçleri, o canlanma sayesinde kadro da devşirdi, belirli alanlarda azımsanmayacak bir politik etki de yarattı.

Ama tam bu kesitte dünyada kapitalist emperyalizm, revizyonist sistemin çöküşüyle iç içe geçen bir zafer sarhoşluğu içindeydi. “Tarihin sonu”nu ilan edecek kadar kendinden geçmişti. Asıl önemlisi ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkiler alanından ideoloji ve kültüre kadar sistem neoliberal temelde kendisini her alanda yeniden yapılandırıyor, tekelci burjuvazinin hegemonyasını güçlendirip derinleştiriyordu. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de devrimciler bu gidişatın sonuçlarını öngörmekte ciddi bir darlık sergilediler. Varlık yokluk sorunu çözülmüştü ama dışımızdaki dünyanın gidişatı, sistemin her açıdan hangi yönelimlere girdiği, bunların hangi siyasal-toplumsal sonuçları doğuracağı, sınıfsal dengeler ve koşullardaki bu değişime uygun hangi ‘yenilenmelere’ gidilmesi gerektiği üzerine neredeyse hiç düşünülmüyordu. Böyle olunca sürecin sonraki aşamasına yönelik ideolojik-siyasal-örgütsel hazırlık yapılamadı, güçlerin derlenip toparlanmasında etkili olan devrimci açılımlar temelinde dar bir anti faşizmle sınırlı fasit bir dairenin içine sıkışıldı.

Uzun sözün kısası, devrimci hareket 12 Eylül sonrası her şeye rağmen bir rüzgâr yakaladı ama o rüzgârla eski alışkanlıkları çerçevesinde ilişki kurdu. Örgütsel işleyişten siyaset yapış biçimine kadar geçmişi geleceğe bağlayacak güçlü bir devrimci kopuş söz konusu olamadı. Toplumsal havanın elverişliliği içinden derlediği güçle yetinen, politikayı kendi propagandası ve tek tek adam örgütlemekle sınırlı gören yanlarıyla aslında 12 Eylül öncesinin bile gerisinde bir yaklaşımla son derece elverişli hava heba edilmiş oldu.

Bu tek yanlılaşmanın acısı sonradan, 2000 sonrası patlak veren ikinci tasfiyecilik dalgası sırasında çıktı.

12 Eylül sonrasının ilk büyük dalgası sadece kapsama alanının genişliğiyle değil belirli bir alan ve bazı konularla sınırlı kalmayıp ideolojik-siyasal-örgütsel ve pratik bütünlük taşımasıyla da ‘genel’ bir dalga özelliği taşır.

Sadece ‘yasadışı parti ve faaliyetin’ reddiyle sınırlı kalmayıp Leninist parti anlayışı başta olmak üzere sıkı bir disiplin ve merkeziyetçiliğe sahip her türlü militan örgütlenmenin reddi, yasal parti ve faaliyetin mutlaklaştırılması o dalganın örgütlenme anlayışı konusundaki ayırt edici yönünü/özelliğini oluşturur.

Onun siyasal plandaki tezahürü geçmişin militan devrimci politika ve taktiklerinin, devrimci hedef ve sloganlarının  neredeyse tümden, söz düzeyinde dahi reddi şeklindedir.

Marksizm-Leninizmi açıkça inkâr, emperyalizm çağının militan Marksizmi olan Leninizm’in karşısına “Marx’a dönüş” sloganının çıkarılması, devrimde ve sosyalizmin inşasında partinin öncü rolünün, şiddete dayanan devrimin zorunluluğunun, yeraltının ve silahlı militan yöntemlerin açıkça reddi, “Elveda proletarya” çığırtkanlığı, sosyalizmin “demokrasi” sorununa indirgenip burjuva demokrasisiyle kıyaslanması ve sosyalist demokratizm… onun ideolojik plandaki alamet-i farikalarıdır. “Birey olma” arzusu şeklinde kendini gösteren örgüt ve örgütlü mücadele düşmanlığı da ilk olarak bu dalga sürecinde filizlendi.

(Gelecek sayı: İkinci ve Üçüncü Dalgalar: 2000 Dönemeci ve Günümüz)

*Tasfiyeciliğin en kaba halini oluşturan Menşevik tasfiyeciliği Lenin şöyle tanımlar: “Tasfiyecilik, ‘bir grup partili aydının, partinin mevcut örgütünü tasfiye etme (yani dağıtma, yıkma, ortadan kaldırma, kapatma) ve her neye malolursa olsun partinin programını, taktiklerini ve geleneklerini (yani geçmiş deneyimlerini) açıktan reddetme pahasına bile olsa onun yerine yasal olarak işleyen (yani yasalara uygun olarak ‘açık’ bir varlığa sahip) gevşek bir dernek koyma çabası’dır.” (Tasfiyecilik Üzerine, sf. 310)

** Otzovizm: Rusça otozvat: çekilme, geri çağırma sözcüğünden hareketle tanımlanan bir eğilim. Bu eğilim, 1905-1907 Devrimi’nin yenilgisinin ardından Bolşeviklerin bir kesimine egemen oldu. Otzovistler, Üçüncü Duma’daki sosyal-demokrat milletvekillerinin geri çekilmesini, yasal kitle örgütlerindeki eylemlere son verilmesini istiyorlardı.