Lenin liberal miydi?

Yazan: Mürüvet Küçük
İşçi sınıfının ve sınıf temelli mücadelenin tarihsel yeri ya da muhtevası konusundaki tartışmalar işçi sınıfı tarihi kadar eskidir. Bu tartışmaların hemen hepsindeki ortak özellik, belli bir tarihsellik içinde yaşanmış olmalarıdır. O tarihselliklere rengini verense her zaman kapitalizmin gelişme düzeyi, kendisini yeniden üretmek için kullandığı araç ve yöntemlerin, bir bütün olarak politikaların işçi sınıfı ve toplumsal ilişkiler üzerinde yarattığı “farklılıklar”, bunlarla eşgüdümlü olarak işçi sınıfı mücadelesinin kırılma ya da sıçramalar içinde oluşturduğu ya da kaybettiği birikimdir.
Her geçiş evresinde sınıf kavramı da dahil, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel olarak kapladığı yer, bu mücadelenin muhtevası, diğer toplumsal sınıflar ve demokratik sorunlarla ilişkisi gibi pek çok başlık da yeniden tartışılmıştır.
1800’lerin ortalarından başlayarak devam eden, esasında kendisini farklı biçimlerde tekrarlayan bu tartışmaların yakın tarihteki (pervasızlık anlamında) en radikal ifadesi “elveda proletarya” oldu. Bu savunularda toplumsal üretim ilişkilerinin ve sınıflar arasındaki çatışmaların belirleyiciliğini yitirdiği vazedildi.
- Gorz, E. Laclau, C. Mouffe gibilerce teorize edilen bu yaklaşımlar esas olarak emperyalist kapitalizmin neoliberal “haşmeti” karşısındaki titrekliğin izdüşümleriydi. ‘80’lerin başından başlayarak yükselişe geçen ve ideolojik-siyasi-ekonomik-kültürel bir bütünlük taşıyan neoliberalizmin yarattığı kapsamlı toplumsal sonuçlar karşısında Marksizm’i “revize” etmek gerektiğini salık veren bu teorilerin buluşma noktası, proletaryanın üretim ilişkileri içindeki konumunun belirleyiciliğinin ortadan kalktığıdır. Sınıf ve toplumsal hareketler arasında herhangi bir belirlenim ilişkisinin kalmadığını savunan bu yaklaşımlar; dini, etnik, bölgesel, cinsel vb. kimlik oluşumlarının, bireylerin toplumsal gerçekliği yorumlamalarında üretim ilişkileri içindeki konumlarınca belirlenen sınıfsal kimliklerinden daha etkili olduğunu söylerler.
Benzer tartışmalar 1800’lerin sonunda da Bernştayn’la yaşanmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin baş döndürücü gelişimi ve yarattığı toplumsal sonuçlar karşısında o da işçi sınıfının belirleyiciliğini ve esasında devrimin gerekliliğini reddetmiştir.
Lenin bu sapmayı, “Sınıf mücadelesinin ve özellikle de işçi sınıfının toplumsal rolünün kimi göreli değişikliklere bağlı olarak geçersiz hale geleceğini söylemek, ancak mücadele biçimleri içinde siyasal örgütlenme ve mücadelenin yerini görmemek ya da kasıtlı olarak görmezden gelmekle mümkündür” sözleriyle mahkûm etmiştir.
Özünde hepsi “elveda proletarya” noktasında buluşan günümüz Bernştayncıları açısından da sorun artık bir devrim sorunu değil, “radikal demokrasi” sorunudur. Bu yaklaşımların sonrasında hangi pratik gerçekler olarak karşımıza çıktıklarıysa malum. Herbiri kendinde şey haline getirilen cins, mezhep, etnik köken ya da başka çelişkilerden yola çıkan ve bu çelişkileri bir araya toplayarak hegemonya inşasına girişen projeler. Devrimci saflara da bu, halkçılık, “ezilencilik” olarak tahvil edildi.
Kısacası, sosyalizm iddiası taşıyan güçlerin de bilincine sızan bu yaklaşımların etkisi hâlâ sürmekle birlikte neoliberalizmin ekonomik olduğu kadar siyasal-ideolojik-kültürel krizine paralel ciddi bir itibar kaybı da yaşamaya başladı. Fakat bu yaklaşımlar asıl tıkanmayı pratikte yaşıyorlar. Özellikle pandemi döneminde gerek proletaryanın toplumsal üretim ilişkileri içinde kapladığı yerin tüm çıplaklığıyla görülmesi, gerek 2008 kriziyle birlikte dünyanın şu ya da bu bölgesinde patlayan isyan ve ayaklanmaların temel dinamiklerinden birinin “belirleyici olmaktan çıktığı” iddia edilen sınıfsal çelişkiler olması itibariyle bu savunular da o parlak dönemlerini arkada bırakmak zorunda kaldılar. Tıpkı SSCB’nin çöküşü ve sistemin kendisini ekonomik olduğu kadar ideolojik-siyasi-kültürel olarak da neoliberal temelde üretmesinden yola çıkarak “tarihin sonunu” ilan eden, kapitalizmden ötesinin olamayacağını söyleyenlerin daha sonra nedamet getirmesi gibi.
Bu tartışmalar içinde ML kaba bir determinizmle itham edildi, “sınıf özcü” olduğu belirtildi, işçi sınıfının belirleyiciliğini savunurken diğer toplumsal katmanların, ezilen ulus, mezhep, cins ve başka demokratik sorun ve sıkıntılara, taleplere kör olduğu iddia edildi.
Tam da bu noktada işçi sınıfı mücadelesinin muhtevası, işçi sınıfının devrimde oynayacağı rolün nelere bağlandığı, işçi sınıfı devrimciliği derken aslında neyin kastedildiğine yeniden bakmak, bunu esas kaynaklarına başvurarak irdelemek yaşamsal önem taşıyor. Keza tartışmalar sırasında ML’ye yüklenen tüm tanımlar esasında bir zamanlar Lenin’in tartıştığı Bernştayncılar ya da işçi sınıfı mücadelesini ekonomik çıkarlar temelinde gelişip kendiliğinden politikleşeceği savunularıyla o noktaya hapseden, siyasal mücadeleyi de liberal burjuvaziye havale eden ekonomistleri tarifliyor. Ya da işçi sınıfının önderliği savunusunu uvriyerizme vardıran ekonomist yaklaşımın diğer çeşitli versiyonlarını…
İronik olan şu ki o dönemin ekonomistleri Lenin’i “liberalleşmek”, “işçi sınıfı ideolojisini bulandırmak”, “sınıfsal eksenini kaybetmek”le mahkum etmeye çalışmışlar!
İşçi sınıfı tarih sahnesine çıktığından beri…
İşçi sınıfının sınıf olarak tarih sahnesine çıkışından itibaren onun mücadelesinin muhtevasına dair tartışmaların en önemlisi, ekonomik mücadelenin siyasallaşacağı beklentisi üzerinden öne sürülen görüşlerle komünistlerin yaklaşımı arasında süregelen polemiklerde kendini gösterir.
Komünistler, Marx ve Engels’ten başlayarak sürekli sınıf çalışmasının politik muhtevasına vurgu yapmıştır. İşçi sınıfının kendiliğinden hareket içinde oluşturduğu birikimin daha ileri bir siyasallık düzeyine taşınmasından neyin anlaşıldığının en net ifadesi ise 1800’lerin sonu, 1900’lerin başında Rusya’da Lenin’in ekonomistler ve Bernştayncılarla yürüttüğü polemiklerde dile gelmiştir.
Lenin’in bu polemiklerde durduğu esas nokta, işçi sınıfının aynı zamanda politik bir iktidar sorunu olan devrime öncülük edebilmesi için diğer sınıf ve katmanların sorun ve talepleriyle ilişki kurması, onların mücadelesinin de öncüsü olması, bu öncülüğü teoriden pratiğe indirgemesi şeklinde özetlenebilir. İdeolojik mücadelenin öneminin döne döne altını çizen Lenin, işçi sınıfı içinde kendiliğinden mücadele içinde oluşmuş birikimin işçi sınıfının ideolojik yaklaşımıyla dönüştürülmesinden, ajitasyon ve propagandanın muhtevasının onun ekonomik temelli sorunlarını aşarak tüm sınıf, katman ve ezilenleri kapsayan bir devrim bilincine sıçratılmasından bahseder.
Ekonomistlerin işçi sınıfının geriliğini öne sürerek onu “elle tutulur sonuçlar” yaratan kendiliğinden-ekonomik mücadele sınırlarına hapsetmeyi savunan yaklaşımlarına karşı, “Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır? Böyle bir eylem, ‘elle tutulur sonuçlar vaat etmediği’nden, ‘olumlu’ fazla bir şey sağlamadığından, ‘iktisadi mücadelenin’ onları buna ‘itmediği’nden ötürü müdür?” diye sorar.
Devamında, özünde işçi sınıfını küçümseyip siyasal mücadeleyi liberallere havale eden bu yaklaşımın kendi ruh halini, geri yaklaşımını sınıfa atfettiğini vurgulayarak şunların altını çizer:
Böyle bir görüşü benimsemek, yineliyoruz, saldırıyı gerekmediği yere yöneltmek olur, kişinin kendi darkafalılığını “ya da Bernştayncılığını” işçi yığınlarına yüklemek olur. Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirleri hâlâ örgütleyemiyorsak suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır (…) Birçoğumuz, henüz bu yükümlülüğümüzün bilincine varmış değildir ve fabrika yaşamının dar çerçevesi içinde ‘günlük tekdüze mücadelenin’” ardında kendiliğinden sürüklenmektedir. Bu durumda, ‘İskra, günlük tekdüze mücadelenin ilerleyişinin önemini küçümseme ve buna karşılık parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasını yeğ tutma eğilimindedir’ demek, partiyi geriletmek, hazırlıksızlığımızı ve geriliğimizi savunmak ve yüceltmek demektir.
Komünistlerin işçi sınıfının önderliğinden ve özel olarak da işçi sınıfı çalışmasından sadece ve sadece üretim süreci içinde karşı karşıya gelen emekle sermayenin gündelik çatışmalarını anladığına vehmedenlere verilecek en çarpıcı yanıtlardan biri Lenin’in yukarıda alıntılanan sözleri olsa gerek.
Siyasal mücadeleyi liberallere bırakan, işçi sınıfının siyasallaşmasını da kendi dar ekonomik talepleri temelindeki mücadele içinde oluşan bilinçle sınırlayan ekonomistlerin anlamadığı; işçi sınıfının bir devrime önderlik etme misyonu kazanması için diğer sınıf ve katmanların, ezilen mezhep ve aklımıza gelebilecek her türlü toplumsal sorunu sahiplenerek önderliğini manevi moral olarak kabul ettirmesi ve bu alanı liberaller başta olmak üzere demokratik mücadele yürüten çeşitli örgüt ve oluşumlara terketmemesidir.
Lenin bir hayalperest de değildir
Lenin bu değerlendirmeleri işçi sınıfı mücadelesinin düzey ve birikimlerinden bağımsız olarak ele almaz. Zaten onun en tipik özelliği hareketi tarihselliği içinde kavraması, bu nesnel durum içinden birikimlerini anlaması ve bulunduğu noktanın daha ilerisini ifade edeni göstermesidir. Elbette aşamalı bir yaklaşım değildir bu. Ancak ne sınıfın nesnel durumunu, örgütlülük ve deneyim birikimini yok sayan ayakları havada vaazlar verir ne de onun bulunduğu yerde çakılıp kalmasına göz yumar. Hedefi devrim olan bir akıl ve ruhtan başka bir şey de beklenemez.
O işçi sınıfına kendi fanusunda kesip biçtiği gömlekler giydirme peşinde değildir. Fakat işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin ampirik olarak görülemeyecek birikiminin üzerinden de atlamaz. Rus işçi sınıfının “1894’ten 1901’e kadar gösterdiği devasa ilerlemeyi” es geçmez. O süre zarfında sayısız grev, çatışma yaşamıştır işçi sınıfı. Hemen hepsi kendiliğindendir. Bu mücadeleler içinde bir sınıf olduğunun bilincine açılacak kapılara ulaşmıştır.
İşçi sınıfının bir sınıf olarak varlığının farkına vardığı emekleme dönemlerinde onu gündelik-ekonomik sorunları temelinde örgütlemek, eldeki tüm kadrosal birikimi işçi sınıfı çalışmasına seferber etmek olmazsa olmazdır. O kesitte ajitasyon ve propagandanın içeriği de mevcut birikimin derinliğine göre şekillenir. Fakat sınıfın sadece nesnel varlığıyla değil aynı zamanda mücadele içinde kendisini yeniden var etmek konusundaki birikimleri, o mücadeleler içinde açığa çıkan kadrosal güç, yeni açılım halkaları mücadelenin muhtevasını da değiştirir. Komünist çalışmanın hedef ve yoğunlukları da buna göre değişir, sınıf içindeki çalışmanın içeriği de eski sınırlarını aşarak daha bütünlüklü bir nitelik kazanır.
Lenin’in buradaki esas derdi devrimin öncüsü olarak işçi sınıfının o öncülüğü tüm sınıf ve katmanlara, baskı ve gadre uğrayan tüm toplumsal kesimlere kabul ettirmek için kendi fabrika sınırlarının dışına çıkmasıdır. Aslında bir devrimin adım adım planlanmasının kendisidir.
Ya bugün?
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme konusunda bile alabildiğine örgütsüzleştirildiği, bu örgütlenmenin nesnel zemininin üretim organizasyonları eliyle paramparça edildiği, kapitalist sömürünün en vahşi biçimlerinin güncel gerçeklik içinden üretilerek temel biçim haline getirilmeleri yetmiyormuş gibi sınıfın kendi gerçekliğinden alabildiğine uzaklaştığı, bunun ideolojik-siyasi bir ablukayla neredeyse sabitleştirildiği günümüz koşullarında işçi sınıfına bırakalım diğer sınıf ve katmanların, ezilen toplumsal kesimlerin mücadelesine öncülük etmeyi vazetmek, örgütlenmenin ilk adımlarını atabilmek bile neredeyse imkansıza yakındır.
Sınıfın sadece nesnel olarak değil özsel olarak da sınıflaşmasında önemli bir okul olan sendikaların, sendikal mücadelenin bile diplerde olduğu, dinci-gerici-faşist ideolojik ablukanın her gün yeni araçlarla yeniden üretilip pekiştirildiği bu koşullarda ona, örneğin Kürt halkına yaşatılan zulme tutum almak gerektiğini anlatmak çok zordur elbette. Bugün Türkiye işçi sınıfı bir zamanlar bir papazın peşine takılıp ellerinde İncil taşıyarak çara sitemlerini iletmeye giden Rus işçi sınıfının o kesitteki niteliğinden bile geri bir noktadadır. Lenin’in sınıf tarihini aşamalandırırken belirttiği o ilk aşamaya bile ulaşmamız epey zaman alacak ve sabır gerektiriyor. Keza orada Lenin komünist güçlerin kadrosal birikimine de işaret eder. Şu anda bu açıdan da nerelerde olduğumuz açık.
Fakat yine de sınıf çalışmasında komünist perspektifin ideolojik temellerini tartıştığımız bir noktada, işçi sınıfı çalışmasından ne anlamalıyız, ML’ler “sınıf bilinci” derken neyi kasteder başlıklarında bir tartışma yürütmek abes olur demenin kendisi abesle iştigaldir.
Dünyada da Türkiye’de de ekonomik olduğu kadar ideolojik-siyasal-kültürel boyutlar taşıyan neoliberal birikim modeliyle birlikte temel tartışmalardan biri de “kimlik siyaseti mi sınıf siyaseti mi?” sorusu etrafında şekillendi. İşçi sınıfının bu politikalar temelinde dönüştürülmesi, söz konusu bütünlüklü saldırı karşısında yer yer anlamlı çıkışlar yapsa da örgütlü hareket ve bilinçten giderek uzaklaşması, bu arada sosyalist-komünist hareketlerin dünya ölçeğinde gerilemesi sonucu kimlik siyaseti başlığı altında toplanan yaklaşımlar revaçta oldu. Sınıfın varlığını ortadan kaldırmak bir yana genişleten, büyük mülksüzleştirme dalgalarıyla iç içe geçerek ilerleyen, meslekleri değiştirip dönüştüren bu süreçte işçi sınıfının varlığı bile tartışma konusu edildi. Marksizmin sınıf tanımları, kapitalizme ilişkin temel belirlemeleri miadını doldurmuş ilan edildi. Üretimin dünya düzlemindeki toplumsallaşmasıyla servetin daha az ellerde toplanması arasındaki çelişki tarihin hiçbir döneminde bu ölçekte derinleşmemişken, emek-sermaye çelişkisi bu ölçekte toplumsallaşmamışken neoliberalizmin ideolojik yörüngesine giren pek çok ideolog, sınıfı yok sayma yoluna gidip sınıf çelişkisi yerine kimlik tartışmalarını ikame etti.
Bu tartışmalar devrimci saflara bile sirayet etti. İşçi sınıfının ideolojik hegemonya araçlarıyla denetim ve kontrol altına alınmasındaki derinleşme ve genişleme büyüdükçe bu teoriler ve sınıftan kaçış daha da görünürleşti.
Fakat öyle bir dönem geldi ki bu sefer “kesişimsellik” teorileri üretilmeye başlandı. Kadın-etnik farklılık-ekoloji-diğer pek çok demokratik sorunu kendinde şey haline getiren yaygın tabirle “kimlikçi” anlayışlar sistemin ideolojik-siyasi-kültürel ve ekonomik tıkanmışlığına da paralel olarak tek başına mutlaklaştırdıkları parçaları sınıf çelişkisine monte etmeye başladı.
İşin ilginci hiç kimse komünistler aslında sınıf çalışmasından ve sınıfın öncülüğünden ne anlıyor sorusu için esas kaynaklara bakma zahmetine bile girmedi.
Lenin’in sadece Ne Yapmalı’da yaptığı tanımlara, zamanın ekonomistleriyle yer yer çubuğu tersinden bükme ihtiyacıyla yürüttüğü polemiklere olsun göz atma ihtiyacı duyulmadı.
O polemiklerde Lenin, bugün kesişimsel ilişiklerle birbirine monte edilmeye çalışılandan çok daha kapsamlı ve bütünlüklü bir mücadele programının temel çizgilerini koyar.
Bu programda, ekonomik temelli mücadelenin önemi de es geçilmezken asıl olarak devrim iddiası vardır ve özünde her işçi sınıfı çalışması ya da sınıf bilinci denilen şey ulusal-etnik-cinsiyet temelli tüm demokratik sorunları kapsadığı gibi özgürlükler meselesini de en geniş biçimiyle içine alır.