Sol’da Tasfiyeci Üçüncü Dalga- II

514

H. Selim Açan

Türkiye solu 12 Eylül sonrası ikinci büyük tasfiyeci dalgayı 2000 başlarında yaşadı. Faşist rejimin cezaevlerine yönelik F tipi saldırısı ve buna karşı direniş sürecinde yapılan akıl almaz hatalar bu kırılmada belirleyici oldu. 

O dönem işbaşında bulunan Bülent Ecevit başkanlığındaki DSP-MHP-ANAP koalisyonunun Türkiye’yi neoliberalizm batağına sürükleyen Turgut Özal’ın 1991 yılında çıkardığı Terörle Mücadele Yasası’nın bir maddesini bahane ederek 1990 sonlarında apar topar inşasına giriştiği hücre tipi cezaevleri projesi özünde sadece hapishanelere yönelik bir saldırı değildi. Mızrağın ucu ilk etapta hapishanelere yönelikti ama F tipi saldırısı gerçekte tüm topluma bir gözdağı ve sindirme operasyonuydu. TİKB’li komünistler o dönem sürecin daha başında bu amacı “yaşamın hücreleştirilmesi” olarak tanımladılar. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit de 19 Aralık katliamının hemen ardından verdiği bir demeçte çok özlü bir biçimde özetledi gerçek hedefi: “Cezaevlerine hakim olamasaydık IMF programını uygulayamazdık.” 

AKP’ye iktidar yolunu açmakla kalmayıp taşranın küçük ve orta ölçekli sermaye sahipleri şahsında zamanla genişleyip kemikleşen volan kayışları oluşturma olanağı kazandıran Kemal Derviş Programı’nın tam da 19 Aralık katliamının arkasından gündeme gelip yürürlüğe girmesi bu bağlantının somut kanıtıydı. Birinci tasfiyeci dalganın önünü açan 12 Eylül askeri faşist darbesiyle 24 Ocak Kararları arasındaki ilişki, ikinci tasfiyeci dalga sürecinde F tipleri saldırısı-19 Aralık Katliamı ile Kemal Derviş Programı arasındaki bağlantı şeklinde karşımıza çıktı.

Belirleyici etken tümüyle özneldi

Egemen burjuvazi ve faşist rejimin gerçek niyet ve amacı bu kadar açık ve netken reformist çevreler başta olmak üzere sol’un geniş bir kesimi akıl almaz bir darlık ve yüzeysellikle yaklaştı meseleye. Sorun hapishanelerle sınırlı, örnekleri daha önceleri de görülmüş bir diz çöktürme-teslim alma saldırısı sığlığında ele alındı. Rejimin bu seferki saldırısının anlam ve amacını görmekte sergilenen bu korkunç siyasal dar görüşlülük taktiklere ve pratik tutumlara da yansıdı. 

Devrimci olana yabancılaşmakla kalmayıp artık düşmanlaşmış olan reformist parti ve çevreler -ki ÖDP ve EMEP özgülünde bunlar birinci tasfiyeci dalganın da başını çeken öncü kuvvetlerdi- bağıra bağıra gelen hücre tipi saldırısını ve 19 Aralık Katliamı’nı düpedüz seyrettiler. Direniş cephesinde ise o kesitte siyasal faaliyetini cezaevleri üzerine kuran DHKP-C’nin düşüncesiz devrimci keskinliği başkaları üzerinde de etkili oldu. 

DHKP-C ve onun rüzgarına kapılanlara göre, “bu seferki saldırıda ölümler belki daha fazla olurdu (20-25 olabilir diye sayı veriyorlardı) ama ölümü göze alan bir kararlılıkla karşılaşan devlet eninde sonunda gerilemeye mecbur kalacaktı”. 26 Eylül 1999’da gerçekleşen Ulucanlar Katliamı’nın arkasından yoğunlaşan tartışmalar sırasında yazılı ve sözlü bütün açıklamalarında ısrarla “Hücre tipi saldırısını salt hapishanelere yönelik bir saldırı hazırlığı olarak algılamanın dar görüşlülük olacağına” dikkat çeken TİKB’li komünistler ise, “faşist rejimin stratejik hedeflerinden birinin de 1990’lar boyunca iyi-kötü birikmiş bir kadro kuşağını biçerek devrimci radikal örgütleri en az 20 yıl bellerini doğrultamayacakları bir konuma sürüklemek olduğunu” anlatmaya çalıştılar. (* O dönem bu konuda yapılan tartışmaların yazılı belgelere dayalı anlatımı “Tasfiyeci saldırıya karşı tasfiyeci taktik” başlığı altında 2005 Haziran’ında Ufuk Çizgisi dergisinde yayınlandı. O yazı dizisi bugün Alınteri sitesinin Arşiv Unutmaz sekmesinde de bulunabilir. https://alinteri9.org/2018/12/18/oo-sureci-tasfiyeci-saldiriya-karsi-tasfiyeci-taktik/.) Bu uyarı, keskin solculuk tarafından “TİKB kendi kadrolarını korumanın derdinde” demagojisiyle karşılandı. Ne var ki o günkü öngörü bugün hayat tarafından doğrulanmış acı bir gerçek olarak karşımızda. 

F tipi saldırısını salt hapishanelere yönelik diz çöktürme saldırısı olarak algılayan dar görüşlülük o kesitte bütün taktiğini zindanlarda yaşanacak ölümlerin yaratacağı basınç üzerine kurdu. Öyle ki, 2000 yılının 29 Ekimi’nde çıkacağını düşündükleri bir af yasası çıkacak olursa hapishanelerde ölüm orucuna gönüllü olacak kadroların azalacağı gerekçesiyle, öncesinde oluşmuş geniş bileşimli devrimci ittifakı hiçe sayarak apar topar eyleme başladılar. Ölümü göze alan devrimci kararlılıkla taktiğini ölümler üzerine kuran bir siyaset anlayışını birbirine karıştıran bu düşüncesiz devrimcilik, Ölüm Orucu eyleminin zamanlamasından ittifaklar siyasetine, koşullar ve dengelerdeki değişimlere gözünü inatla kapatmaktan müttefikleri dahi düşmanlaştırıp direnişi yalnızlaştıran sekterizme (sektarizme) kadar direnişin her etabında harekete onulmaz zararlar verdi. Sonuçta o kadar ağır bedelin ödendiği bir sürecin dişe dokunur tek bir kazanım dahi elde edemeden yenilgiyle sonuçlanmasına sebep olmakla kalmadı, devrimci hareketin bütününü etkisi altına alan ezici bir tasfiyeci dalganın önünü açtı. 

İkinci dalgada yıkım birinciden daha büyük ve derin oldu

2000 sonrası ikinci tasfiyeci dalganın yol açtığı yıkım birinciden çok daha büyük ve derin oldu. Çünkü:

İlk olarak, bu kez ortada devrimci bir dalgakıran yoktu; dahası bizzat o yıkılmıştı. 

İkincisi, bu yıkım, 12 Eylül yenilgisi ve 1989 çöküşünden farklı olarak devrimci hareketin gücünü aşan, bu anlamda ‘nesnel’ nedenlerin belirleyici olduğu bir sürecin sonucu değildi. Bizzat hareketin akıl almaz dar görüşlülüğü ve vahim hatalarından kaynaklanan, bu yönüyle tümüyle ‘öznel’ nedenlerin yol açtığı bir sonuçtu. Sadece ilerici kamuoyu değil bizzat kadro ve taraftarlar kitlesi, o güne dek sempati duyup bağlandıkları örgütlerin taktiklerine ve siyaset tarzına, örgüt yönetimlerinin aklına ve vicdanına duydukları güveni kaybettiler. Dahası, o güne dek gücünü abartıp adeta taptıkları örgütlerinin -tekil ve toplam olarak- gerçekte ne kadar cılız ve etkisiz olduklarını, 19 Aralık Katliamı’na karşı dışarda dişe dokunur tek bir tepkinin dahi gösterilemeyişiyle gördüler. Öncesindeki ‘yakın devrim’ hayallerinin 12 Eylül’ün ardından hızla zıddına dönüşmesinin bir benzeri bu süreçte de yaşandı. Birkaç ay içinde dize getirileceği düşünülen devletin 19 Aralık hamlesinin yarattığı şok, ardından peş peşe yapılan vahim hataların yol açtığı güven kriziyle birleşerek kitlesel kopuşların önünü açtı.

12 Eylül sonrasının birinci genel dalgası ve onun uzantıları kapsamında yaşanan iç krizlerin zihinlere ve ruhlara ektiği kuşku ve güvensizlik tohumları, o süreçlerin kir ve lekeleri çöküşü hızlandırıp olağanlaştıran üçüncü bir etken olarak bu noktada devreye girdi. 

Ve nihayet, devrimcilikte ısrar eden güçlerin 12 Eylül’den çıkış sürecinde arkalarına aldıkları yeniden canlanan bir sınıf ve kitle hareketinin rüzgârı bu kesitte söz konusu bile değildi. Tam tersine, ikinci genel tasfiyeci dalga, sendikal alan dahil geleneksel örgütlenme ve mücadele biçimlerinin tıkanıp tükeniş sürecine girdikleri bir gerileme dönemine denk geldi. 

Birinci tasfiyeci dalga sırasında devrimcilikten kaçış daha önce kurulmuş örgütlü ilişkiler temelinde bir bakıma topluca legalizme ve reformculuğa yöneliş biçiminde oldu. Bireysel dökülmeler o kesitte de çoktu ama hem devrimcilikte ısrar eden örgütlü yapıların etkinliği hem de andığımız ‘örgütlü kaçış’ karşısında bunlar fazla öne çıkıp belirleyici bir rol ve ağırlık kazanmadı. İkinci dalga ise tümüyle bireysel temelde yığınsallaşmış kaçışlar biçiminde kendini gösterdi. 

Tasfiyeciliğin karakteri gereği her iki dalga sırasında da devrimci olana düşmanlaşma söz konusuydu. Fakat birinci dalga sırasında bu, devrimci olan her şeye cepheden saldıran toptan inkâr biçimine pek bürünmedi. Devrimcilikten kopuş, daha çok devrimci yeraltının, şiddete dayanan devrimin, devrimde ve sosyalizmin inşasında Leninist tipte partinin öncülüğünün ve proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunun reddi biçiminde kendisini gösterdi. O bile önceleri ürkek adımlar biçiminde başlayıp belli bir süre sonra frenlerinden boşaldı. 

İkinci dalga sırasındaki düşmanlaşma ise işin daha başında devrimciliğin d’sine bile tahammülsüz bir saldırganlık biçiminde kendini gösterdi. Sadece daha önce mensup olunan örgütlerden değil örgütlü devrimciliğin kendisinden kaçışın yaygınlığı ve kitleselliğinden de güç alan bir pervasızlık biçimine büründü. Bir zamanlar ateşli yandaşı olduğu devrimci ilişki ve ideallerinden vazgeçişini her şeyden ve herkesten önce kendisine “açıklayabilmek” için mazeret arayışına yönelim “kıymeti bilinmemiş mağdur”u oynamaya soyundu, tükenişini hatırlatan her şeye ve herkese amansız bir kin ve düşmanlık gütmeye başladı, örgütlü mücadele sırasında kanlı-bıçaklı olanların dahi ‘kardeşleştiği’ bataklık ortamında kelimenin ideolojik-siyasal anlamıyla da sözlük anlamıyla da çamurlaştı. 

Üçüncü dalga

12 Eylül sonrasının üçüncü tasfiyeci dalgası araya giren bir kesinti-kopukluk evresi yaşanmadan ikincinin devamı-uzantısı olarak kendisini gösterdi. Bu nedenle ilk ikisindeki gibi “Şu tarihte başlamıştır” deme imkanı yoktur. Hatta, klasik kalıplar içinde düşünülecek olursa mevcut durumu ‘tasfiyecilik’ olarak tanımlamanın kendisi abartılı bir tespit olarak görünebilir. Fakat tasfiyeciliğin özü-ruhu esas alınacak olursa ortadaki gerçekliğin tasfiyeciliğe denk düştüğü, tasfiyecilik olarak tanımlanmayı hak ettiği kabul edilir. 

Devrimci hareketin bugün içinde bulunduğu durumu ‘tasfiyecilik’ olarak tanımlamayı hak eden karakteristiklerin başında fiili olarak ‘kendisi olmaktan çıkmak’ gelir. Devrimci programatik görüşlerin, temel mücadele anlayışı ve karakteristik devrimci değerlerin sözel düzeyde savunusu sürmektedir fakat pratikte bunların hakkını verme çabası içinde olmak şurada dursun, onlara yakışmayan, dahası taban tabana zıt bir hat izlenmektedir. Başkalarına bakarak –bazılarında başkalarının gölgesinde/onların kuyruğuna takılarak- siyaset yapmak, elde avuçta kalmış olanı korumak ve bütünüyle legal alanda göreli gündelik başarılarla yetinmek esas haline gelmiştir. İdeolojik-siyasi bakımdan bu, devrimi örgütleme iddiası anlamında devrimci iktidar bilinci ve perspektifinin tümden silikleşip terkedilmesinden başka bir şey değildir. Tasfiyeciliğin temel özelliği de zaten bu değil midir? Bu yüzden bugünkü durum fiili bir tasfiyecilik halidir.  

Buradan çıkabilmek için her şeyden önce bir zihniyet devrimine ihtiyacımız var. Devrimcilikte ısrarlı ama siyasette ve toplumda esamisi okunmayan cılız ve etkisiz muhalif odakçıklar olmanın ötesine geçmek istiyorsak şayet tasfiyecilik süreçlerinin yarattığı ruh halinden kopmalıyız, o kesitlerin geriye çekici basıncı altında şekillenmiş (ya da sakatlanıp zayıflamış) siyaset tarzı ve anlayışımızı, ölçü ve alışkanlıklarımızı devrimci bir temelde yenilemeliyiz. Bu yenilenme, emek-sermaye çelişkisini esas alan sınıf temelli bir yenilenme olmak zorunda. Keza sosyalizm hedefini ‘geleceğin konusu’ olarak görmekten çıkıp güncel ve acil bir hedef olarak kavrayıp kapitalizmin yegâne alternatifi olarak sosyalizme yeniden itibar ve çekim gücü kazandırarak “Krize karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm” şiarının toplumsallaşmasına odaklanmalıyız.

Öte yandan bu dönüşüm, pratik faaliyetin muhtevasının, hedef ve araçların tazelenmesini de gerektiriyor. Zaten dönüşüm devrimci militan bir pratik içinde olmalı, kendisini pratikte gösterip hissettirmeli ki arayış içindeki toplumsal kesimlerin de görüş alanına girebilsin, onları kendine çekebilsin. 

Kaba hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu devrimci dönüşüm zorunluluğunu ve aciliyetini görmemekteki ısrar sürecek olursa şayet, arada bir isterse başımızı döndürecek ölçüde göreli başarılar elde edelim mevcut halimizi koruyup sürdürmenin bile olanaksızlaşacağı bir geleceğin fazla uzakta olmadığını bilelim.