Oya Açan
“[Sosyalizmin amacı -nba] İnsanın küçültülen, köle edilen, zavallı ve aşağılanan bir mahlûk olduğu tüm sosyal ilişkileri altüst etmek(tir).” (Marx)
Bireyler örgütlü mücadeleye neden ihtiyaç duyarlar? Onlar, tek başlarına yapamayacaklarının üstesinden başka emeklerle birleşerek gelebilme gücünü ve olanaklarını elde etmek için bir araya gelir, kendilerinde eksik olanı bu sayede giderebileceklerini bilirler.
Bu birliktelik onlara bilgi ve becerilerini, entelektüel ve moral birikimlerini çoğaltma imkânı sunar. Ortak amaç ve ideallere sahip oldukları başkalarıyla bir araya gelişin zemini örgüttür.
Bireyler örgütlü bir yapının işlevli bir parçası olabilmeyi başardıklarında çağlarının hem kurucu ve devindirici öğesi hem tanığı hem kılavuzu haline gelirler.
Bu aynı zamanda müthiş bir zenginleşmedir, ufuklarının ve etki güçlerinin genişlemesi anlamında artık daha önce oldukları insan değillerdir.
Örgüt-kadrolar ilişkisi Marksizm-Leninizm’in temel meselelerinden biridir.
Kadrolar bir örgütün belkemiğidir. Kadrolar dışında, onlardan kopuk, onlarsız bir örgüt olmaz. Öte yandan kendilerini devrimci bir bütünün parçası olarak görmeyen, yetenek ve enerjilerini o ortak havuza akıtmayan, örgütü ve kadroları birbirlerinden ayrıksı gören bir örgüt anlayışı da olmaz!
Kapitalizm bireyciliği yücelten bir sistemdir. Kapitalizmde bireyler başkalarıyla rekabet halindedir. Ancak başkalarının önüne geçerek, başkalarının sırtına basarak, onların emeğini sömürerek bir yerlere gelip bir statü kazanabileceklerini düşünürler.
Kapitalizmin dayandığı bireycilik vahşidir, kıran kıranadır. Kapitalizmde “insan insanın kurdudur.” Komünizm ise kolektivizme dayanır ve onu başa yazan bir sistemdir. Bireyselliği reddetmez ama toplumsallaşmış bir bireyselliği esas alır.
Kolektivizm
Kolektivizm ihtiyacı bizi bir araya getirir. Dolayısıyla parti kadroları, komünizm amacını gerçekleştirmenin ancak kolektif bir parti aracılığıyla mümkün olacağının bilincine varmış gönüllü bir topluluktur. Kolektivizm nedir, bilincine varılmış bir zorunluluk olan kolektivizm ihtiyacı nereden kaynaklanmaktadır?
Kolektivizm herkesin her şeyi aynı anda -ve birlikte- yapması değildir; kolektivizm birbirini tamamlayıp bütünleyen, bir ilişki sistematiğidir. Kolektivizm, ortak amaç ve idealler doğrultusunda kurulmuş bir üretim ilişkisidir. Bu ilişkinin kendisi gibi o ortak üretime yapılan katkılar, kapitalizmin ölçütleriyle değerlendirilemez. Küçük ya da büyük mülk sahibi sınıflardan farklı olarak kolektivizm proletaryaya has bir sınıfsal özelliktir.
Bir proleter, emeğini kattığı her üründe bazıları aynı fabrika ve tezgâhta, bazıları başka fabrikalar hatta ülkelerde çalışan sınıf kardeşlerinin alınteri ve hünerlerinin de payı olduğunu bilir. Proletaryaya has bu sınıfsal özelliğin onun bilinçli temsilcileri olan komünistlerde çok daha gelişkin ve derinlemesine olması doğaldır. Gelişkin bir kolektivizm bilinci, proletaryaya has bu özellik, devrim ve komünizm kavgasının ilerletilmesi açısından zorunluluk haline getiren nesnel nedenlerin kavranışı üzerinde yükseldiği takdirde daha derinlere ve daha köklü olarak nüfuz eder.
Kolektivizmin önemi ve zorunluluğu günümüzde önceki dönemlerden kat kat daha fazla artmış bir komünist nitelik ölçütü haline gelmiştir.
Kolektivizmin varlığı ya da yokluğu, azlığı ya da çokluğu partinin performansı üzerinde tayin edici bir role sahiptir. Parti içindeki üretim ilişkilerinin gerçekleşme biçimi ve bunun gelişkinlik düzeyi, sadece partinin ‘dışa’ dönük etkinliğinin çapını ve düzeyini belirlemekle kalmaz; sınıfın ve ezilen yığınların gözünde öncülerinin ve temsil ettikleri ideallerin başkalarından farkını somutlayan ‘dışa’ dönük bir işleve de sahiptir.
“Kolektivizm”den sadece parti içi kurumsal işleyişe ilişkin tüzüksel bir meseleyi, bazı işleyiş kuralları ve mekanizmaların varlığı ya da yokluğunu anlamayız. Burjuvazinin iktidarına karşı savaşan bir parti, belirli işleyiş kurallarına, gönüllülük temelinde bir disipline sahip olduğu ölçüde varlığını koruyup sürdürebilir. Bu kuralları, bu disiplini boğucu bulanların, örgütlü bir yapının parçası olmayı neden istediklerini, buna neden yöneldiklerini kendilerine sormaları gerekir. Çünkü devrimcilik anlayışının özü buradadır: Partili devrimcilik! Komünist Manifesto’daki “Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!” çağrısı sadece işçi sınıfı için değil ona öncülük iddiasını taşıyan bütün komünistler için fazlasıyla geçerlidir. Birey kalınarak komünistlik olmaz!
İş bölümü
Engels’in -Fransız ütopik sosyalisti Fourier’den alıp geliştirdiği- yaşamı boyunca tüm çalışmalarında merkezi olarak yer verdiği konulardan biri iş bölümüydü. Bütün sömürücü sistemlerde üretimin ve yaşamın belli bir alanında uzmanlaşıp diğer tüm alanlarında güdük kalmak kaçınılmazdır. İş bölümü, parça-işçi, parça-insan üretir. Onları kendi emeklerinin ürünlerine dahi yabancılaştırır. Komünizmi herkesin çok yönlü toplumsal-bireysel yetilerini özgürce geliştirebilmesi olarak tanımlayan ilk kişi belki Engels değildi. Fakat “Sınıflar iş bölümünden doğdular (dolayısıyla iş bölümü sorunu çözülmeden de ortadan kaldırılamazlar -bn) belirlemesi üzerinden, iş bölümü sönümlendirilmeden özel mülkiyet ve buna dayalı toplumsal sınıfların ortadan kaldırılamayacağını ilk söyleyen Engels’ti.
İnsanı ‘parça insan’ haline getiren iş bölümü ve uzmanlaşmanın karşısındayız, onu ortadan kaldırmanın savaşını veriyoruz. Fakat başka konularda olduğu gibi bu konuda da içinde bulunduğumuz sistemden kaynaklanan eşitsizliklerin, birikim ve potansiyel farklarının üstünden istesek de atlayamayız. Katı, hiyerarşik ve ketleyici bir iş bölümünün değil, saydam, geçişli, birbirini bütünleyici ve kolektivizmi geliştirici bir iş bölümünden söz ediyoruz.
Komünist bir örgütlenme, şu ya da bu konudaki beceri ve bilgi düzeyinden de önce kadrolarında sağlam bir komünist devrimci kişilik ve karakter sahibi olmayı temel bir ölçüt olarak benimsemeli ve onların bu yönde gelişmesine özen göstermelidir!
İster teoride ister pratikte tek yanlılığı yücelten ve onu diğerlerinin karşısında bir ayrıcalık konusu olarak gören -ve hakim kılmaya çalışan- her tutum, komünizm idealine, onun yaratmak istediği insan tipine aykırıdır.
Hangi faaliyet alanı ve hangi tür emekle ilgili olarak kimler tarafından yapılırsa yapılsın parti içindeki farklı görev, işlev ve emekleri birbiriyle kıyaslayan, birbirinin karşısına çıkaran, birbiriyle tokuşturan her türlü yaklaşım ve tutum parti düşüncesiyle olduğu kadar komünizmin en temel gerekleriyle de bağdaşmayan, burjuvaziye ait bireyci-rekabetçi tutumlar olarak görülüp mahkûm edilmelidir.
Parti birbirini bütünleyen adımlarla yürür. Kimsenin emeği bir diğerinden değerli ya da değersiz değildir. En zorlu en yorucu en “nankör” işleri yapan yoldaşlarımız olmazsa biz şimdi yapmakta olduklarımızı nasıl yapabiliriz?!. Birileri bir yerlerde bir şeyler yapabiliyorsa, bu, başka birilerinin başka gerekleri yerine getirmesi sayesindedir. Elimiz ve içimiz bu yüzden bu kadar rahattır.
Örgüt-kadrolar ilişkisinin yanlış kuruluşu, yoldaşlık ilişkilerinde deformasyona, haklar ve görevler dengesinin oturtulmasında çarpıklıklara neden olur. Bu durum, komünizmin yaratmayı hedeflediği insan idealine de proletarya devrimciliğinin rehber aldığı Leninist parti anlayışına da aykırı sapmalar üretir. Herkesin kendi üstlendiği görevleri yücelttiği ve rekabet konusu haline getirdiği dar kısımcılık, parti görevlerinin devrimci bir bütünlük ilişkisi şeklinde değil de hiyerarşik bir sıralama ölçütüyle değerlendirilmesi, bunun körüklediği rekabetçilik bu sapmaların başında gelir.
Seçkinci yaklaşım, devrimci öncü misyonun görev ve sorumluluklar bütünlüğünü mekanik bir parçalanmaya tabi tutar; bu parçalar içinden göreli üstünlüklerini seçip “yüceltme”-“biricikleştirme” propagandasına yönelirken başkalarının da kendi eğilimlerini ve göreli üstünlüklerini merkezleştirme çabasına giriştiği vahşi bir kapitalist rekabetin önünü açar. Kendi dışındaki herkes böylelerine “yeteneksiz”, kendi yaptıkları dışındaki her şey “değersiz”, kadrolar ve kitleler “doğruların farkında olmayan bilinçsiz bir sürü” olarak görünür.
Bunun karşısında ise örgütü ve onun yönetici organlarını, diğer alan ve birimleri kendi dışında hatta rekabet edilen hasım güçler olarak görmeye varan, bu yanıyla da parti fikrine, kolektivizme aykırı bireycilik uç verir.
Kadrolar
Örgüt/parti denilen canlı organizmanın varlığını sürdürüp işçi sınıfı ve kitleler içinde sözüne değer verilen, güvenilen ve peşinden gidilen bir güç haline gelebilmesi ancak kadrolarının yapıp ettikleriyle mümkündür. Bu bağlamda kadrolar partinin sınıfa ve kitlelere görünen yüzüdür. Sınıf ve kitleler partiyi programı, stratejisi ve taktiklerinden önce kadrolar şahsında tanırlar. Onların kendilerinde yarattıkları güven ve sempati ölçüsünde yüzlerini partiye dönerler.
Kadrolar bir yönüyle örgütün tarihsel amaçlarını, politika ve taktiklerini kitlelere taşırken bir yönüyle de sınıfın ve kitlelerin nabız atışlarını, ruh halini, duygu ve beklentilerini partiye ulaştırırlar. Kadroların bu her iki yöndeki performansı, partinin sınıf ve kitlelerle olan ilişkilerinin çapını, derinliğini ve niteliğini belirler.
İşçi-emekçi kitleler içinde yüzme becerisi, aynı anda hem onlardan biri hem de bilinç ve hedef yönüyle onların bir adım önünde olunursa kazanılabilir. Bu beceri, kendi doğrularımızın onlara dayatılması, “şimdi yapılması gereken budur, ancak bunu yaparsanız kazanabilirsiniz” şeklinde davranırsak asla gelişmez. Bilfiil yaşadıkları gerçeklere gözümüzü kapatmadan, gerçek sorunlarına nüfuz ederek yol alabiliriz.
“Doğrular”la gerçeklerin kesişme noktalarını saptayıp buna uygun stratejik bir hareket tarzı geliştirmeyi başarırsak doğrular bir yerde, can alıcı gerçekler bir başka yerde akmaktan kurtulur.
En az bunun kadar önemli bir boyut, kitlelerin yaşamda karşılaştıkları her soruna, her soruya yanıt olabilecek teorik-siyasal-kültürel bir donanıma ulaşabilmektir. Yeterlilik duygusu bir kadroyu yavaş yavaş öldürür, çünkü öğrenmenin sınırı yoktur. Komünist yetkinleşmenin yolu da bu ruhla donanmış kadrolar tarafından açılabilir. Devrim ve komünizm hedefi ancak sonuna kadar gitme kararlılığıyla donanmış, sınıftan ve emekçi kitlelerden beslenen kadrolar sayesinde fethedilebilir.
Kendi misyonunun derinlemesine kavranışı başta olmak üzere o misyonun hakkını veren bir donanıma sahip kadrolar hem ufuk hem ön açıcıdır. Böyle kadrolar, birikimlerinden ve ideallerinden aldıkları güvenle yürüyüp geçme kararlılığına ve cesaretine sahiptir. Bütünden sorumluluk duyma gelişkindir, bunu pratiğiyle gösterir. Örgüt kendisidir; örgütün “kaderi”nin elinde olduğunu, onun yapıp-yapmadıklarının yürünen yolu da belirleyeceğinin bilincindedir. Bunları başkalarına havale etmez, ne yapması gerekiyorsa yapar; yanlış yaparsa hesabını vermeye de hazır olur. Tabiyet, bağımlılık ve hep bir yerlere bakıp bir yerlerden medet umma konformizminin yeşermesine izin vermez kendi içinde. Kim ne kadar yapıyor diye bakmaz; o, yapması gerektiğini düşündüğünü yapar, gerektiğinde bir ordu gibi çalışır. “Bir yerlerde bir yoldaş varsa parti oradadır” özlü sözü de zaten bunu anlatır.
Yoldaşlık
Herhangi bir arkadaşlık ilişkisinden farklı olarak tarihsel amaç ortaklığı zemininde kurulmuş örgütlü yoldaşlık ilişkilerinin gücünü en iyi onu özümseyenler bilir.
Burjuvalar ve liberaller tarafından ise -üstelik aralıksız bir şekilde- “örgütlü yaşam bireyi öldürür!” algısı yayılmaya çalışılır; komünistler ve devrimciler “bireyin/bireyselliğin katili” ilan edilir. Birey-örgüt diyalektiğinden hiçbir şey anlamayanların ya da devrimci mücadeleye kara çalmaya çalışanların son derece bilinçli bir manipülasyonudur bu. Birey-örgüt diyalektiğinin doğru kurulup her dönem yetkinleştirilmesi gerektiği komünistler açısından çok nettir. Çünkü bu boyut ihtiyaçlar ve sürtünme noktaları açısından sürekli güncellenmezse, ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak yeni sorun odaklarına davetiye çıkarılmış olur. Örgütsel ilişkiler ve iç sorunların içinden çıkılmaz bir hale bürünmeye doğru yol aldığını gösteren bir manzaradır bu.
Örgüt bir makine değil, canlı bir organizmadır
Örgütün bir makineye (aygıta), kadroların da onun dişlilerine benzetilmesine sık sık rastlarız. Halbuki bir makinadan farklı olarak örgüt, düşünceleri ve duyguları olan, coşkulanan hüzünlenen, sevinen üzülen kanlı canlı insanların bir araya geldiği çok özel bir organizmadır. Örgütlemeye çalıştığımız kitleler açısından da aynı durum söz konusudur. Örgütün emekçi kitlelerle olan ilişkilerinde bu temel gerçeğin üzerinden atlanması, insanların nesneleştirilmesi, düşülebilecek en büyük hatadır.
Ne var ki, örgüt politika ve taktiklerini ruh hallerine göre inşa edemez. Fakat özellikle görev ve sorumlulukların paylaştırılması bahsinde, kadrolardan bir şeyler istenir ve beklenirken onların bu beklentileri karşılayacak yeteneklere, birikim ve potansiyellere sahip olup olmadıklarını da dikkate alır.
Örgütlü olduktan sonra her şey bitmiş değildir; tam tersine komünist gelişme ve yetkinleşme süreci asıl o andan itibaren başlar ve bu kesintisiz bir süreçtir. Tarihteki istisnasız bütün parti ve devrimler, kendi geçmişlerine yabancılaşmalarında komünist yetkinleşmenin sürekliliği ve bütünsel olması gerektiği düşüncesinden kopmanın sonuçlarını yaşamışlardır. Partiler için geçerli olan bireyler için haydi haydi geçerlidir.
Komünistler açısından kendini teorik olarak güçlendirmek, tarihsel akışa, toplumsal dokuya, güncel gelişmelere hakim olmayı sağlayacak teorik donanıma sahip olmak kilit önemdedir.
Teori ve pratik
Parti için de bireyler için de komünist gelişme ve mükemmelleşmeye süreklilik kazandıracak temel dinamik tarihsel bilinç açıklığıdır. Bu açıklığın bulanıklaştığı, silikleştiği, kaybolduğu anda geçmişte neler yapılmış ve hangi başarıların sahibi olunmuş olursa olsun politik ölüm süreci başlamış demektir. Tarihsel bilinç açıklığının canlılığı en başta Marksist teoriye ve onun yöntemine hakimiyet düzeyine bağlıdır. Teoriden yoksun, teoriye dudak büken, teoriyi önemsemeyen bir komünist devrimcilik düşünülemez. Fakat yine Marksizm bize devrimci teorinin pratikten kopuk olamayacağını öğretir. Marksist-Leninist karakterde bir devrimcilik nasıl örgütsüz olmazsa teori ve pratik bütünlüğünden yoksun da olamaz.
Teori ve pratiğin ayrıştırılması, birbirinin karşısına konulması örgüt çalışmasına yapılacak en büyük kötülüktür. Özellikle çalışmada sürtünmeler yaşandığında, açmazlar büyüdüğünde “sorumlu” arayışları hız kazanır. Pratikçiler teori üretenleri küçümser, “teorisyenler” kabahati örgütçülerde bulur.
“Bana teori yapma” şeklindeki saldırıyla çok karşılaşmışızdır. Teorinin önemini küçültmek amacıyla kullanılır daha çok, “sadede gelelim”, “somut olalım” anlamında da kullanılır. Bir de “Biz ileri teori yapıyoruz” diye böbürlenme vardır. Örgüt genel bir tıkanma yaşıyorsa, ciddi bir krizin eşiğinde hatta içindeyken teorinin en ilerisi yapılsa ne olur?..
Pratikten kopartılmış bir teoriyi büyüklenme ve üstünlük konusu haline getirenlerin anlamadıkları şudur: Bu “teori”nin harekete geçirici gücü ve yeteneği nerede somutlanmaktadır? Komünist teorinin kendinden menkul bir ileriliği ya da geriliği söz konusu olamaz; onun ileriliği dünyayı değiştirme faaliyetine ne ölçüde yol gösterici olduğuyla ölçülebilir ancak.
İnisiyatif
Doğru ve yerinde inisiyatif, bireyi de örgütü de farklı bir yere sıçratır; örgütün önünü açarken bireyi özgüven ve devrim insanı formasyonuna daha fazla yaklaştırır. Dolayısıyla, donanımlı ve geniş ufuklu kadroların yaratılması gibi zorlu ve zorunlu bir görevimiz var demektir.
Kimi zaman riskleri ve tehlikeleri görürüz ya da fırsatlar elle tutulacak kadar yakın görünür bize. Belli mekanizmaları harekete geçirmek için zamanımızın olup olmamasına bağlı olarak “bireysel olarak” adım atar, bir girişimde bulunur, bu inisiyatifi gösteririz. Öngörüye, sezgiye ve deneyime bağlı olarak şekillenen bu türden bir inisiyatif bazen muazzam bir olanak demektir. Burada kimi gereklilikler, kurallar vs. gelmez akla genellikle; doğru olanı tam da o sırada yapmak gerekir. Bir şeyler yolunda gitmeyebilir, umduğumuz sonuçları elde edemeyiz belki, inisiyatif göstererek sergilediğimiz pratik hayal kırıklığı ve hüsrana da uğrayabilir hatta çalışmanın bütününe zarar da verebilir. Böylesi zamanlarda eylemimizin sorumluluğunu üstlenmekten, yaklaşımımızın nedenlerini, hareket tarzımızın gerekçelerini ortaya koymaktan kaçınamayız. Eleştiri kadar özeleştiri de komünist bir erdem ve sorumluluktur.
‘Ortak irade’ birliği ve örgüt içi demokrasinin belki de en büyük düşmanı, kapitalist üretimin işçi sınıfını birbirine yabancılaştıran, bölüp parçalayan, kapitalizmin örgüt saflarına da sızdırmaya çalıştığı rekabettir. Komünistler birbirleriyle rekabet etmezler, birbirleriyle değil sınıf düşmanlarıyla savaşırlar.
Dışa karşı daha güçlü olmak için gereken iç demokrasinin, eleştiri-özeleştiri mekanizmasının, yoldaşının yerine öne atılma bilincinin, kendini aşma, örgüt çalışmasını sıçratma inisiyatifinin yeşerdiği yerde birbirimizle rekabete yer yoktur.
***
Komünizme yürürken bütün bunlar her zaman gündemimizde olacak.
İnisiyatif ve yaratıcılık, ortak irade ve anlayış birliğinin sağlanmasıyla mümkündür. Kolektivizmin dipten doruğa hakim kılınması, iç demokrasinin mümbit zemininin -hiçbir gerekçe ya da bahaneyi yardıma çağırmadan- zarar görmesine imkan tanımayacak şekilde koruma altına alınması ancak partinin ruh ve eylem birliği sayesinde olabilir. Bebel’in sözleriyle söylersek, “[Sahip olduğumuz] en büyük avantaj otorite tanımamamızdır. Eğer saflarımızda belli bir otorite varsa, bu bireylerin eylemleriyle, kapasiteleriyle, fedakarlıklarıyla, kendilerini davaya adamalarıyla kazanmış oldukları otoritedir. Saflarımızda bundan başka bir otorite yoktur; hiçbir yapay ya da dayatılmış otorite tanımayız…”