Bir Küresel Politika Olarak Özelleştirme
Çiçek Özgen
Emperyalist kapitalist sistemin her devrevi bunalımı sömürü modellerinin, daha geniş ifadeyle birikim rejimlerinin değiştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu model değişiklikleri tek başına ekonomide ya da artı değer birikim modellerinde değil, ideolojik-siyasi-kültürel bütünlüğü olan kapsamlı dönüşümler, büyük sarsıntılarla iç içe geçerek süreklilik içinde bir varedilme süreci olarak yaşanmıştır.
Herbirinin bir önceli, tetikleyici etkenleri vardır ve belirleyici faktör her zaman sınıflar arasındaki güç dengeleri ve ilişkileri olmuştur. Keynesyen, popüler tanımla “sosyal devlet” ve onun temelini oluşturan Fordist birikim modeli dünyanın 3’te birinin sosyalizme yüzünü döndüğü, kapitalist metropollerde ve sömürge-bağımlı ülkelerde güçlü sınıf hareketlerinin yaşandığı dönemde uygulanmıştır mesela. Ekonomik anlamda elverişli koşullarla birlikte (savaşla tahrip edilmiş kentlerin, üretken güçlerin yeniden varedileceği devasa bir pazar olanağı gibi) elbette.
Aynı sınıflar arası ilişki ve güç dengelerinin belirleyiciliği neoliberal birikim modeli açısından da böyledir. Bu modelin temel esprisi işçi sınıfı ve emekçileri örgütsüzleştirmek, örgütlenmelerini engelleyecek üretim organizasyonları içinde un ufak etmek ve devlet bütçesini doğrudan kapitalistlerin kasası haline getirirken onun yatırım yaptığı alanları da ticarileştirip burjuvazinin tatlı kârlar yapacağı alanlara dönüştürmektir.
Bu birikim modelinin en önemli enstrümanlarından biri en temel toplumsal ihtiyaçların bile metalaştırılmasıdır. Bu metalaştırma sürecinin başta gelen aracı özelleştirmedir. Özelleştirme burjuva ideologlarının yarattığı yaygın literatüre göre “daha kaliteli üretim ve hizmet” olarak kodlanıp pazarlanmıştır. Emekçilerden alınan sayısız kalemdeki vergilerin cüzi bir kısmının toplumsal ihtiyaçların devlet tarafından karşılanmasına hasredilmesine bile tahammül göstermemek, bu hizmetler için harcanan parayı da çeşitli biçimlerle burjuvazinin kasalarına aktarmak ve en önemlisi de eğitim, sağlık, ulaşım, altyapı… gibi aklımıza gelen en temel toplumsal ihtiyaçları doğrudan burjuvazinin denetimine sokmaktır. Eğitim ve sağlık gibi en temel yaşamsal ihtiyaçları burjuvazinin büyük kârlar elde ettiği bir ticaret odağı haline getirmektir. Öğrencinin müşteri; eğitimcinin, patronların sayısız sömürü biçimiyle kendisine mecbur ettiği ücretli köle olduğu, parası olanın yüksek kalitede okullara gidebildiği, olmayanın daha çocukluktan başlayarak burjuvazinin ucuz işgücü ordusuna yazgılandığı bu modelde her şey daha fazla para ve asgari donanıma sahip ücretli köle ordusu yaratmak içindir!
Düşünsenize gelinen noktada eğitim sistemi, dünya çapında artık üniversitenin de örgün eğitimin de anlamsızlaştığı bir yönelim içinde. Marka üniversitler için parasını bastıran onlineden dersleri takip edebilir, sınav denilen göstermelik sorunlara takılmadan diplomasını alabilir, bir kadavra bile görmeden doktor olabilir. Neoliberal birikim modelinin motor gücü İngiltere’de eğitimin Eğitim Bakanlığı’na değil, ticaret bakanlığına bağlanmış olması bu toplumsal ihtiyaca nasıl bir metalaştırma muamelesi yapıldığının özeti gibidir.
Burası farklı mı? En son sanayi odalarıyla Milli Eğitim Bakanlığı arasında imzalanan protokol eğitimde söz ve karar hakkını doğrudan patronlara devretmek değil de nedir?
Ama parası olmayanlar? Onları en yakınımızdan görüyor, biliyoruz. Daha ilköğretimden başlıyor geleceklerinin çizilmesi. Orta ve lisede artık “işçisin sen” deniliyor. Kaderleri burjuvazinin üretim ihtiyaçlarına göre şekillenen ara eleman ordusunun parçası olmak. MESEM’leştirilen, çıraklaştırılan yani fiilen okurken çocuk işçi haline getirilen bir emek ordusu… Politika belli: Ya imam hatipleşeceksin ya da teknik-meslek okullarında ara eleman olarak hazırlanacaksın! İdeolojik olarak da sistemin bekasına hizmet etmeyi kulluk bilincine dönüştüreceksin!
Türkiye’de neoliberal birikim modelinin özelde de eğitimin ticarileştirilip gericileştirilmesinin hikayesi de dünyadaki hikayelerden farklı değil. Elbette sınıf mücadelesinin gücü ve sınıflar arası güç dengeleri bu uygulamaların her yerde tereyağından kıl çekme kolaylığında hayata geçirilmesinin önündeki en önemli faktördü. Fransa örneği bu açıdan manidardır. Türkiye’de de ’80 askeri faşist cuntası ve Özal dönemiyle perdesi sonuna kadar açılmaya çalışılan bu model, öyle kolay hayata geçirilmedi. ‘80’lerin sonunda yükselişe geçen öğrenci hareketi, ‘90’lar boyunca iyi kötü bir barikat oluşturdu. Asıl sıçrama 2000’ler sonrasında oldu.
Üniversitelerdeki süreç başlı başına ele alınması gereken bir süreç. Ondan önce asgari eğitimine sahip ucuz-ara eleman deposu olarak tasarlanan ve ideolojik olarak sisteme özümsenen orta ve lise dengi eğitime bakmakta fayda var. Emekçi çocuklarının “kaderi” orada çiziliyor keza…
Eğitimde özelleştirme
Türkiye’de Menderes döneminde özel okul sayısında dikkat çekecek bir artış yaşanır. 1960’lı yıllarda özel okullarla ilgili 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun çıkarılmasıyla süreçin hızlandırıldığı görülür. Sınıf mücadelesinin güçlendiği, devrimci örgütlenmenin yaygınlaştığı ‘70’lerde ise sayıları azalır. Ancak neoliberal politikalara geçiş anlamını da taşıyan ’80 askeri faşist cuntasının ardından sayıları yeniden görünür bir şekilde artar.
2018 yılı verilerine göre toplam okullar içinde özel okulların oranı yüzde 17, 2023 yılındaysa yüzde 19’lara ulaşmış durumdadır.
Devlet özel okulların açılması ve varlıklarını devam ettirmesini sağlamak için süreklileşmiş biçimde çeşitli yasal düzenlemeler yapıp duruyor. Bunlar arasında vergi muafiyeti, harcamalarda indirim ve arsa tahsisi gibi uygulamalar yer alıyor. Devlet okullarına bir çivinin bile çakılmaması aileleri özel okullara yönlendirmenin başka bir biçimi zaten.
Bu fiili “teşviklerin” yanısıra son derece somut teşvikler de sunuyor. Ailelerin çocuklarını özel okullara göndermesini teşvik etmek amacıyla 2014-2019 yılları arasında özel okullarda okuyan öğrencilere “eğitim ve öğretim desteği” verildi mesela. 2019 yılı itibariyle bunun kademeli olarak kaldırılacağı duyurulmuştu, ancak, organize sanayi bölgeleri ve bu bölgeler dışında açılan özel mesleki ve teknik eğitim okullarında öğrenim gören öğrenciler bundan hariç tutuldu.
Bunda elbette ki sermayenin ara eleman ihtiyacı belirleyicidir. Ayrıca bu okulların öğrencilerinin çeşitli başlıklar altında (MESEM, çıraklık, stajyerlik vs.) fiilen çocuk işçi olarak çalıştırılmaları, ucuzun da ucuzu işgücü muamelesi görmeleri de sermaye için özel bir iştah meselesidir. Bu böyle olunca burjuva devlet de bu alana teşviklerini arttırdı, özel bir çubuk bükme politikası izledi.
Özelleştirme saldırıları, devletin toplumsal ihtiyaçları ifade eden hizmet alanlarından elini çekmesiyle “her şeyin daha iyi, daha nitelikli olacağı”, “toplumun refah seviyesinin daha da artacağı” propagandasıyla topluma kabullendirilmeye çalışıldı. Eğitimde özelleştirmeyi savunanlar da bu argümanlarla sahneye çıkmıştı. Bunlar, “eğitim hizmetinin daha etkili, yenilikçi, eşitlikçi ve nitelikli olabilmesi için devletin eğitimin sunumu, finansmanı ve kontrolündeki desteğini çekmesi gerektiği”ni ileri sürüyorlardı.
Ancak sonuç ortada. Eğitim tatlı kârların elde edildiği dev bir sektöre dönüşmüş durumda. Bu aynı zamanda niceliğin niteliğin önüne geçmesi, para kazanmanın her şey olması, ezberci, sorgulamayan, düşünmeyen bir kuşak yetiştirmeyi hedefleyen eğitim sisteminin de hayat bulması anlamına geliyor. Yanı sıra söylenenlerin aksine, “fırsat eşitliğini” değil, bu sistemdeki o eşitsizliği daha da derinleştiren, emekçi çocuklarını daha baştan nispeten nitelikli bir eğitim fırsatından kopararak biad eden ara elemanlar ordusunda konumlandıran bir çark niteliği kazandı.
Devletin eğitim politikaları
Eğitimdeki yıkım sadece özelleştirme politikalarıyla hüküm sürmüyor. Türk tekelci burjuvazisi ve genel olarak orta gelişmişlik düzeyindeki kapitalizminin gelecek tahayyüllerine, emperyalist işbölümü içinde kapmak istediği yer ve rollere göre belirlenen bu politikaların önemli bir yanı da yeni işçi kuşaklarının ideolojik olarak sisteme özümsenmesidir.
Devletin eğitim sistemi içindeki esas rolünün burjuvazinin ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir eğitim stratejisinin bekçiliğine indirgendiği bir sistem bu. En önemli rolüyse içerik anlamında tüm üst yapısal kurumlarını kullanarak dindar, kindar ve sömürüye biat eden işçi kuşaklarının yetiştirilmesine odaklanmak, bunu yönetmek oldu. Eğitimin örgütlenişi, müfredatı, kadrosal şekillenişi gibi birçok boyutunu küresel-bölgesel koşulların gerektirdiği şekilde koordine etmek, sadece koordine etmek de değil zor araçlarını da kullanacak şekilde süreklileşmiş biçimde dizayn etmek!..
4+4+4 ve meslek okulları
Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “kindar ve dindar nesiller “söylemiyle startını verdiği eğitimin daha da gericileştirilmesi politikasının ilk adımı, zorunlu eğitimin kademelendirilmesiydi. Böylece zorunlu eğitim 4+4+4 sistemiyle “görünüşte” 12 yıla çıkarılıyordu. Öte yandan lise eğitimi örgün eğitim dışında bırakılıyordu. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığı iddia edilse de ilk dört yılın ardından kesintili eğitimin başlaması, zorunlu eğitimin gerçek anlamda 4 yıla indirildiğini göstermekteydi. Ayrıca dört yıllık birinci kademe sonrasında “mesleğe yönlendirme” adı altında çocukların çıraklık veya staj uygulamaları çerçevesinde doğrudan ve erken çağda işgücü piyasası içine çekilmesi sağlandı. Bu amaçla meslek ortaokullarının açılması ve meslek liselerinin sayısının artırılması planlandı. Diğer taraftan çocukların son dört yıllık eğitimde örgün eğitimin dışına çıkarak diploma alması sağlanarak kız çocukları ve yoksul halk çocuklarının eğitimle ilişkilerinin kesilmesinin de önü açılmış olacaktı.
2012 yılında atılan bu adım, AKP hükümetinin eğitim sistemini kendi siyasi ve ideolojik amaçlarına uygun bir biçimde biçimlendirmeye başladığı en önemli adımlardan birisidir. Bu, aynı zamanda kapitalizmin dünyanın altüst olmaya başladığı bu evrede önüne koyduğu stratejik hedefler temelinde şekillenmesi sürecinin de önemli bir momentidir.
Nitekim politikanın uygulanmaya başlamasından bir yıl sonra açıklanan rapor yıkımın boyutlarını gözler önüne sermiştir. Eğitim Sen’in 2013-2014 eğitim öğretim yılına dair açıkladığı rapora göre;
Okula başlama yaşının 5 buçuğa çekilmesiyle beraber okul öncesi eğitimde büyük bir düşüş yaşandı. Okul öncesi eğitime katılan öğrenci sayısı yaklaşık 110 bin azaldı, okul sayısı ise yaklaşık 2 bin azalarak 26 bine geriledi. Hem özel okulların sayısı hem de bu okullara giden öğrenci sayısı ise bu bir yılda iki kat artış gösterdi. Bir diğer önemli veri ise 126 olan özel mesleki ve teknik lise sayısının bir yıl sonra 426’a yükselmiş olmasıdır.
İktidar bu süreçte bir taraftan da var olan -özellikle teknik ve fiziki donanımları en iyi olan- okulları imam hatiplere çevirerek, çocuğunu özel okullara gönderemeyenleri imam hatiplere mecbur bırakmıştır. 2012-2013 eğitim öğretim yılında toplam 1.099 imam hatip ortaokulu varken 2022-2023 eğitim-öğretim yılında bu sayı toplam 3 bin 432’ye çıktı. MEB diğer devlet okullarına hiçbir kaynak aktarmazken, tüm parasal kaynaklarını ve imkânlarını imam hatipler için seferber etmektedir. Bu okulların bir taraftan tüm masrafları karşılanırken, diğer taraftan ailelerin çocuklarını bu okullara göndermesi için çalışmalar yapılmaktadır. Üstelik kayıt döneminde adrese dayalı kayıt sistemi nedeniyle çocuklar, otomatik olarak imam hatip ortaokuluna kaydedilmekte, çocuklarını başka okula aldırmak isteyen ailelere zorluklar çıkarılmaktadır.
Eğitimde 4+4+4 öncesinde, Türkiye’de sadece 45 özel meslek lisesi varken, son on yıl içinde iktidarın kamu kaynaklarıyla yaptığı destekler sonucunda okul sayısı 7,5 kat, öğrenci sayısı ise 35 kat artmıştır.
Meslek okullarının sayısının artırılması tamamiyle sermayenin ihitiyaçlarına göre yapılan bir düzenleme. Sermayenin ihtiyaç duyduğu kalifiye, ucuz emek gücü için sınırsız bir rezerv oluşturulması hedeflendi. Sadece okulların sayısının artırılması değil, yasal düzenlemelerde buna uygun şekilde biçimlendirildi.
Kamuoyunda “torba yasa” olarak bilinen yasa ile çıraklık yaşının 11’e indirilmesi bunun önemli adımlarından birisiydi. Ayrıca işyerlerinde çalıştırılacak stajyerlere getirilen sınırlamanın kaldırılması, meslek okullarında okuyan çocukların stajyer adı altında sömürülmesini kolaylaştırdı. Ağır ve tehlikeli işlerde çalışma yaşına getirilen sınırlamanın İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ile kaldırılması çocuk emeğinin alabildiğine sömürülmesinin önünü açtı.
Yani bu sistem, sermayeye ihtiyaç duyduğu nitelikte ucuz ve sınırsız iş gücü sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda aldığı dini eğitim sayesinde itaatkâr bir çocuk işçi ordusu oluşturup sermayenin hizmetine sunmuş oluyor.
Meslek okulları işsizliğe de çözüm değil
Çocuk yoksulluğu riskinde de Avrupa’da 3.sırada yer alan ülkemizde gittikçe artan yoksulluk aileleri çocuklarını meslek okullarına yönlendirmeye itiyor. Daha kolay iş bulabilecekleri düşüncesiyle aileler çocuklarını özellikle bu okullara gönderiyor. Ancak TÜİK verileri bu beklentinin de gerçekleşmediğini gösteriyor: Rapora göre 2020 yılında Mesleki ve Teknik eğitim almış işsiz sayısı 503 bin. Son dört yılda Mesleki ve Teknik orta öğretimden 1 milyon 900 binden fazla öğrenci mezun olmuşken; istihdam oranları ise sadece yüzde 53.
Eğitimde nitelik kaybı
Eğitim içeriğinin zaten oldukça zayıf olan bilimsel temelinden soyutlanması, müfredatın dinci-gerici ve milliyetçi ideoloji çerçevesinde yeniden düzenlenmesiyle birlikte nitelik kaybı da hızlandı.
Örneğin; 2016 yılında yapılan müfredat değişikliği ile 2017/2018 eğitim öğretim yılından itibaren ortaöğretim biyoloji dersindeki “Hayatın Başlangıcı ve Evrim” ünitesi müfredattan tamamen çıkarılmış, bunun yerine “yaratılış teorisi” devreye alınmıştır. Bilimsel derslerin içerikleri seyreltilmiş, kendinden olmayanı düşmanlaştıran, ötekileştiren söylemleriyle “milli”leşme adımları hız kazanmıştır. Bu yıl aynı zamanda eğitimde ticarileştirmenin ve eğitimi dinselleştirmenin daha belirgin bir hale geldiği bir eğitim öğretim yılı olacaktır. MEB’in bütçesinden eğitime yatırıma ayrılan payın üçte iki oranında düşeceği de bir yıl olacaktı.
Eğitimin bununla eş zamanlı olarak sınav odaklı bir dönüşüm yaşaması- ki bunu dershanelerin okullara dönüştürülme kararı da iyice derinleştirdi- öğrencilerin keşfetme, deney ve gözlemlerle öğrenme ve merak etme güdülerinin de körelmesine neden oldu. Merkeze “kısa sürede en fazla soruyu çözme” yerleştiği için, fen bilimleri zaman kaybı olarak algılanmaya ve öğrencide ilginin kaybolmasına neden oldu. Bu uygun zeminde, dinci gerici eğitimin yol bulması daha kolay hale geldi.
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ve ÇEDES
Önce eğitimin içeriğini yozlaştıran devlet, sonrasında tarikatlara eğitime alanına nüfuz etme olanakları sundu. Seceresi çocuk tacizi ve tecavüzleriyle dolu olan dinci tarikatlarla imzalanan protokoller, okullarda tarikat ve cemaatların düzenlediği etkinlikler, panel ve ziyaretlerle adım atıldı. Ailesi varlıklı olanlar özel okulları seçerken, yoksul aileler ya meslek liselerine ya da gerici imam hatiplere mecbur bırakıldı. Ve bu okullar gericilik kıskacıyla çevrelendi. Tüm çıkışları kapatmayı hedefleyen iktidar, adımlarını da buna göre attı. Öğrenciler için yeterli sayıda yurt yapmayarak, bu boşluğu tarikat ve cemaatların doldurmasını sağladı ve böylece barınma sorunu yaşayan çocuklar bu gerici yurtlara yönlendirildi. Ekonomik krizle artan yoksulluk, aileleri çocuklarının okuyabilmesi için bu tarikatlara göndermeye ya da onların sağladığı koşulları kabul etmeye mecbur bıraktı.
Kısa süre önce, Milli Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında “Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” projesi imzalayarak hedeflerine bir adım daha yaklaştılar. Böylece Milli Eğitim Bakanı’nın STK olarak tanımladığı tarikat ve cemaatlerin rol aldığı bu projeyle tamamen dini değerlere dayalı “değerler eğitimi” uygulamasının eğitimin tüm kademelerinde hayata geçirilmesi hedeflenmekte.
Okullar Milli Eğitim Bakanlığının onayıyla tarikat ve cemaatlerin saldırısı altında. Başka inançlara hoşgörüyü, başka fikirlere karşı anlayışı, birlikte olmanın birlikte yaşamanın önemini dıştalayan, gericiliği kutsayan, düşünmeyen, sorgulamayan ama itaat eden bir anlayışı yerleştirmeyi amaçlayan bu proje, bir taraftan da başka kültürlere sahip ailelerin çocuklarını zor ve baskı altında dönüştürmeyi, dönüştüremediklerini ötekileştirmeyi planlamakta.
Yaşanan tüm bu değişimler, belirli bir amacın, bir ideolojinin yerleştirilmek istenmesinin, planlı ve programlı uygulamaya sokulmasının sonuçları olarak karışımıza çıkmış durumda. Ve faşist iktidar, eğitim gibi bir toplumun geleceğini dönüştürme gücüne sahip bir alanı kolay kolay bırakmayacak. O doğrultuda adımlarını atmaya devam edecek ki öyle de yapıyor: AKP hükümeti şimdi de açıklayıp hızla onayladığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” isimli yeni eğitim müfredatıyla dincileşme politikasının son halkasını yaşama geçirmek istemekte. Erdoğan bunu “Milletimizin tarihini, kültürünü, değerlerini, birikimini merkeze alan bir bakış açısıyla hazırlanmıştır” sözleriyle açıklıyor. Çevirisini biz yapalım: Milliyetçi, ırkçı, kendini üstün gören, çarpıtılmış, abartılmış, yalanlarla bezeli, bilimsellikten, objektiflikten uzak bir tarih anlayışıyla bezenmiş, dini değerlerle donatılmış, itaatkâr bir nesili hedefleyen bir eğitim modeli… İşin özü bu.
Faşist iktidarın ideolojisi temelinde eğitimde yapmaya çalıştığı düzenlemelerin boyutları çok ciddi: Bu çok çıplak bir sınıf duruşunun ifadesidir. Eğitimin içeriğinin, emekçi çocuklarına biçilen sınırların kendisi bile başlı başına bir emek-sermaye çelişkisinin konusudur. Bu açıdan da meslek liseleri, Maarif Modelleri, ÇEDES’ler, Diyanet ve tarikat-cemaat ağına dayanan, ilerici kadrosal birikimi ihraç etmeye odaklanmış, nitelikli eğitimi sadece parası olana sunmayı onu bile “parayı bastır, diplomayı al” düzlemine taşımış bu sistemde eğitim sorunu da artık basit bir demokratikleşme sınırları içinde değil, sosyalist bir perspektifin konusudur.