“Kadın Sorununa Kadın Odağından Bakmadık”
/ Aşağıdaki metin, TİKB’nin 12 Eylül öncesi kuşak kadrolarından Esmahan Ekinci’yle o dönemde kadın sorununa yaklaşım ve pratik üzerine yapılan bir sohbetin bant kaydı çözümlemesinin özetidir./
İnsanlar gibi kurumlar da kendi tarihlerini kendileri yapar; ama istedikleri ya da her açıdan elverişli koşullarda olmaz bu. Kendilerini çevreleyen nesnel koşullar, fiziki güçleri, öncelikle çözmek zorunda kaldıkları sorunlar, dönemlerin ruhu, toplumsal ilişkiler bütününün sorun ve çözüm biçimleri bazı noktalarda daha gelişkin daha deneyimli olmayı, birikim oluşturmayı sağlarken, bazı noktalarda da adeta yayan kalmalarını getirebilir.
Karmakarışık bir süreçte öncelikleri en temel sorunları çözmek, en temel konularda düğüm atmak olabilir. Bu diğer sorunların önemsiz olduğu anlamına gelmez elbette. Ama bir varlık yokluk sorunuyla karşı karşıyaysanız bazı tercihler yaparsınız. Bazen de toplumsal ilişkilerin düzeyi -kimi meseleleri teoride bir yere oturtsan da- pratikte “görmezden gelmek” biçimini alabilir. Bizim ilk kuruluş döneminde ve sonraki yıllarda kadın sorunuyla ilişkilenmemiz biraz böyledir.
Toplumsal sorunların en temel çizgilerini oluşturan, hemen her konuda cinsiyetler arası bir hiyerarşinin var olduğu gerçeğinden yola çıkacak olursak bu konunun yaşamsal önemi ortadadır. Fakat bizim ilk çıkış sürecimiz hem geç bir doğum olması itibariyle hem de o tarihsel koşullardaki kavrayış sınırlarımız nedeniyle bu başat sorunla dışardanlaşmış bir ilişki kurmamıza yol açtı.
İlk çıkış döneminde teori-pratik şekillenmesi
İlk çıkış dönemind
e aydın özelliklerimiz baskındı, daha çok teorik kavrayış üzerinden şekilleniyordu pratiğimiz. Kitlelerin yaşamlarının bizimkinden farklı olduğunu düşünsek de aslında dünyaya kendi yaşamımızdan bakıyorduk.
Bizim açımızdan o koşullarda öne çıkan temel sorunları çözmekte yoğunlaşmak ağır basıyordu. O dönem Halkın Kurtuluşu’yla ayrışmamızın getirdiği daha genel konular öncelikli gündemimizdi. Bütün sorunları devrimin sorunları olarak görüp kadın sorununu da bunlardan biri olarak görüyorduk. Bu süreçte kadın sorununu asıl olarak erkeklerin eğitilmesi sorunu olarak algılıyorduk, pratiğimiz de buna uygundu. Yani ilişkili olduğumuz erkek işçilerin eşleri ve çocuklarıyla ilişkileri konusunda onları komünist bir kültürle eğitmeyi esas almak şeklindeydi… İlişkili olduğumuz kadın işçilerle ise baştan cinsiyetler üstü bir yaklaşımla ilişkileniyorduk. O yüzden bağımsız bir kadın çalışmamız yoktu.
Bu biraz dönemin özellikleriyle de ilgiliydi. Dönem devrimci mücadelenin yükseliş dönemiydi. Kadın-erkek herkesin devrimcilere duyduğu sempati belirgindi. Döneme ruhunu veren antifaşist mücadeleydi. Kadınlar da bu mücadelenin her etabında her koşulda yer alıyorlardı. Zaten kadınların antifaşist özellikleri kendi doğalarından kaynaklı, kadın olmanın getirdiği bir özellik. Baskıya karşı çıkmak, faşist düşüncelere karşı çıkmak doğallığında gelişiyordu. Kadınlar bu mücadelenin içinde devrimcileştiği oranda kadın sorununu kendi içlerinde çözüyorlardı. O zamanki algımıza göre bu sonuç olarak “çözülen” bir sorundu
Kadın işçilerin yakaladıkları “özgürleşme”nin boyutları
Yaşadığımız gibi düşünmemizin nedenlerinden biri de ilişkili olduğumuz kadın işçi ve emekçilerin o dönemin koşullarında yakaladıkları özgürleşmenin boyutlarıydı. Mesela Adana’daki çalışmalarımız içinde daha çok kadınlar vardı. Fabrikaların yoğunluğu dolayısıyla kapitalist üretimin çapı, kadınları kitlesel olarak toplumsal üretim sürecine çekmişti. Kadın işçi yoğunluklu o fabrikalarda çalışan kadınlar feodal cendereleri kırmaya daha erken başlamıştı.
Bizim Adana çalışmasının o dönemki omurgası da kadınlardan oluşuyordu. Bu gerçek de esasında kapitalist üretimin yarattığı toplumsal dönüşümle ilgiliydi. Dolayısıyla bizim o kadınlar üzerindeki feodal baskılarla ayrıca mücadele etmemiz için çok fazla bir şeye gereksinimimiz yoktu. Çünkü Adana’da çalışan işçi kadınlar bilinç olarak erkeklere göre daha uyanık, yeni şeylere daha açıktılar. Kadınların aksine erkekler daha feodal yapıdaydı. O yüzden de biz Adana’da çubuğu erkeklerin eğitilmesi üzerine büktük. Kadınların daha özgüvenli ve feodal bağlarını koparmış olmanın getirdiği özgüvenlerinin olması bu konuda bizde de belli bir yanılsama ve dar görüşlülük, dahası tüm toplumsal ilişkilere onların yakaladığı özgürleşme düzeyinin odağından bakmak gibi bir sonuç yarattı diyebilirim.
İstanbul: Kentleşme ve üretime kitlesel katılım
Adana’da ilişki kurduğumuz kadınların düzeyi, bizde özel bir kadın çalışmasına yönelme dürtüsü yaratmadı, tersine onu büsbütün köreltti. İstanbul ve diğer kentlerde de durum çok farklı değildi. İstanbul’da da kapitalizmin çelişkileri içinden gelişen güçlü bir kentleşme yaşanıyordu. Kadınların üretime daha kitlesel katılımı ve kentleşme, İstanbul’da da ataerkil kültürde çözülmeyi tetikliyordu. Bu çözülme kadınların daha özgüvenli olmasını, feodal ilişkiler karşısında erkeklere kıyasla daha uyanık olmalarını, bunları daha hızlı reddetmelerini getiriyordu, çoğu zaman başarısız olsalar bile… Ama bunu düşünsel olarak kabul etmemelerinin maddi zemini güçlüydü. Ya kendisi ya çocuğu fabrikalarda kapitalist ilişkiler içerisinde olduğu için bu konularda görece kendiliğinden bir sıçrama yapan kadınlardı ilişkide olduğumuz kadınlar.
Bu durum, İstanbul’da da özel bir kadın çalışması yapmamızı perdeleyen bir sonuç yaratıyordu. İstanbul’da da daha çok erkekleri dönüştürme, feodal bağlarını ve ataerkil düşüncelerini kırma yönünde bir çabamız oluyordu. Ama biz bunu kadın sorunu üzerinden düşünerek değil feodal bağların işçilerin devrimcileşmesi önünde bir engel olduğunu düşündüğümüz için, devrimcileşebilmeleri için feodal bağlarından kurtulmaları gerektiğini düşündüğümüzden yapıyorduk. Kadın sorununu buna bağlı olarak ele alıp onların kadınlara yaklaşım ve tutumlarındaki feodal yönleri törpülemeye çalışıyorduk.
Diğer taraftan da sınıf mücadelesinde kadın-erkeğin mutlaka yan yana olması gerektiği, bir tarafın devrimci diğer tarafın gerici olmasının mücadeleyi körelten bir rol oynayacağı düşüncesinden hareketle biz kadın-erkek eşitliğini daha çok bu temelde ele alarak kadın sorununu bu şekilde çözmeye çalışıyorduk.
O dönem devrimci hareketin ve genel olarak toplumsal dönüşümde bu hareketin manevi moral etki alanının genişliği de kadın sorunu konusunda daha güçlü bir zemin sunuyordu. Bizim o dönem kadın sorunu konusundaki sınırlı yaklaşımımızda mevcut hareketin bu sorunu en temel çizgileriyle “çözmesinin” de payı var diye düşünüyorum.
Diğer taraftan bütün kadınların tek başına fabrikalarda çalışması ya da güçlü antifaşist mücadelenin şu ya da bu şekilde bir parçası haline gelmeleriyle oldukça kapsamlı ve derin bir muhtevada olan bu sorunun çözülmeyeceği açık tabii…
Kadın sorununa kadın odağından bakmadık
Biz bunu ıskalamıştık. O dönem soruna yaklaşımımızda kadınlarla ayrı bir platformda, kendi sorunları üzerinden ilişkilenmek gibi bir tutum geliştirememiştik. Mesela ev ekonomisi o gün daha da belirgin bir şekilde kadınların üzerindeydi, evin her türlü sorununun çözümü onlara bakıyordu.
Erkek sadece maddi olarak destek oluyordu, sorunların yükü kadının üzerindeydi. Teknoloji de bu kadar gelişmemişti. Çamaşır makinesi yoktu, bulaşık makinesi yoktu. Su kesintilerinin bedelini yine kadınlar ödüyordu. Kendileri su taşıyordu, köylerdeki gibi. Çoğu evde kadınlar tüp parası ödememek için kendi ekmeklerini bahçelerinde pişiriyordu. Kapitalizmin sonuçları onlara yaşamlarının yoksullaşması biçiminde yansıyordu. Kadınların bu koşullarını biz kadın özgülünde fazla düşünmedik. Genel sorunlar olarak ele aldık. Kadın sorununu kadın odağından bakarak ele almadık. Yol-su-elektrik-çöp gibi kadınların hayatlarını daha da güçleştiren sorunlar temelinde özel bir kadın çalışması gündemimize girmemişti.
Halbuki çalışan bir erkek eve gelip hazır yemeğe otururken kadın ekmeğini bahçesinde pişiriyor, suyunu çeşmeden getiriyordu. Bütün malzemelerini toplamak için en ucuzu nerede var diye koşturan yine kadındı. O tencere yemeği kaynatmak için kadının emeğini çok fark edemediğimiz için genel sorunlar üzerinden yaklaşıyorduk. Ya da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hayata yansıyan çeşitli biçimleri konusunda kadında da erkekte de özel bir bilinç geliştirme çabasına girmemiştik.
Halbuki kadın kendi yaşamını çok daha zorlu bir mücadeleyle kurabiliyordu. Bu kurgunun içerisinde erkeğin yeri daha da geride kalıyordu kadına göre. Ama biz “bu sorun herkesin sorunu” diye düşünerek hareket ediyorduk.
Diğer taraftan sınıfa dönük çalışmada erkekler sayıca daha fazla olduğu için de kadına özgü sorunlar ikinci planda kalıyordu. İşçilerin çalıştıkları yerdeki sorunlar doğrudan birincil sorunlar olarak görülüyordu. Ama o dönem evde yaşanan sorunları biz çok fazla öne çıkarmıyorduk. Bu yüzden de bunun kadın sorunuyla bağını yeterince kuramıyorduk. “Böyle bir sorun var, evet, genel bir sorundur” gibi bakıyorduk. “Ama kadının buradaki ezilme sorunu ne” bunu çok fazla öne çıkarmadan sadece “erkekler kadınlara karşı daha iyi davransınlar, kadınlara yardımcı olsunlar” gibi bir sınırlılıkla ele alıyorduk.
Kadın sorununa yaklaşımdaki handikaplar
Kısacası, kadın sorununa geri bir noktadan yaklaşım vardı. Düşünsel olarak eşitlik üzerinden yaklaşıyorduk elbette ama bu eşitlik yaşamın eşitliği olmalıydı. Yani düşünsel olarak karısına ya da kızına saygı göstermesi değildi mesele. Yaşamın örgütlenmesinde, kendi yaşamlarının örgütlenmesinde kadının payının daha öne çıktığını fark etmek gerekiyor. Kadının payını fark ettiğin zaman zaten önünü açacak şeylerin yollarını da bulurdun. O yüzden o konuda genel yaklaşımın ötesine geçemedik.
Koşulların getirdiği sonuç da desek bugün buna çok daha farklı yaklaşmamız gerektiğini daha iyi anlamış durumdayız. Asıl sorunun tek başına “tek yol devrim” anlayışı gibi her şeyi devrime bağlayan bir anlayışla çözülemeyeceğini bilmemiz gerekiyor. Toplumsal bir örgütlenme olmadığı, insanlar kendi sorunlarını çözecek bir yapısal değişim-dönüşümü sorunun odağına koymadığı sürece kadınların sonuçta tepeden inme bir devrimle dönüşemeyeceğini de bilmemiz gerekiyor. Çünkü her ezilen kadın devrimci olacak diye bir kural yok! Ki bunun örnekleri yaşamımızda çok var. Sonuçta ezilen kadın karşı devrimci de olabilir. O noktada devrimcileşme sürecini kendiliğindenci bir süreç olarak görmemek gerekiyor.
’80 öncesinde ortam devrimciydi, antifaşist mücadele daha ağırlıktaydı ve kadınlar doğallığında devrimcilerin yanında yer alıyordu. Ama bugünkü koşullarda kadınların kendilerini ait hissedecekleri toplumsal bir hareket, mücadele ortamı yok. Elbette bir kadın hareketi var, belli örgütlenmeler var. Ama o dönem doğal bir antifaşist toplumsal dalga vardı. Doğallığında bir şeydi bu, çünkü faşist saldırılara karşı her yerde kendini savunmak durumunda olan insanlara öncülük edenler devrimciler olduğu için de kadınlar doğallığında o safta yer alıyorlar ve orada dönüşebiliyorlardı.
Ezilen kadının akıbeti
Ama şimdi öyle doğal bir ortam olmadığı için ezilen kadın devrimcileşemiyor. Devrimcileşemediği gibi ya köleleşiyor ya da boyun eğer hale geliyor, eğmediği koşullarda da hiçbir güvencesi yok. Nasıl mücadele edeceğini bilmediği, ne yapacağını bilmediği için öldürülerek cezalandırılıyor! Sonuçta bir sürü isyan oluyor, ama bunların mücadeleye bir katkısı olmuyor. Tam tersine, insanların güvenini sarsan bir moral bozukluğuna yol açan tek tek isyanlar oluyor. Bu isyanları bir potada eritebilecek, onların sorunlarını birleştirebilecek genel bir devrimci hareket olmadığı sürece de bunu kendiliğindenciliğe bırakırsak kadınların sonuçta mücadelede yer alması mümkün değil!
’80 döneminde kendiliğinden olmuştu, -bu bizde kadınlar devrimcidir, her koşulda da devrimcilerden yana olur gibi eksik bir imaj yaratmış olabilir o zamanlar-, ama bugünün gerçekliği çok farklı. Kadın cinayetlerindeki bu yoğunlaşma aslında kadınların bu isyanlarının bir yanıyla da sonuçsuz kaldığını ve moral bozucu bir şekilde sonuçlandığını gösteriyor. ’80 dönemindeki hareket kadınları devrimcileştirmişti, bu dönem kadınların devrimcileşmesine olanak sağlayacak ortam yok. O yüzden de kadın hareketi geçmişte belki bizim gözümüzden bu nedenle kaçmıştı, kendiliğindenci bir hareket içinde kadınlar devrimcileşmişti, ama bugün bu bizim için geçmiştekinden farklı olarak özel bir çalışmayı gerektiren bir nitelik kazanmıştır. Geçmiştekinden farklılığı buradadır. O yüzden bugün geçmişten farklı bakmak gerekiyor.
Kadın cinayetlerindeki bu yoğunlaşma aslında kadınların bu isyanlarının bir yanıyla da sonuçsuz kaldığını ve moral bozucu bir şekilde sonuçlandığını gösteriyor. ’80 dönemindeki hareket kadınları devrimcileştirmişti, bu dönem kadınların devrimcileşmesine olanak sağlayacak ortam yok
Bugün sorunların odağına yaşam mücadelesi ve yaşam hakkının dahil edildiği bir mücadelenin yerleştirilmesini gerektiriyor; kendi özsavunmasını da içine alması gereken çok ciddi bir kadın sorunu söz konusu. Aç kalmamak ve yaşamak isteyen kadın o kadar çok ki, bu nedenle bu sorun geçmişten çok daha farklı. Şehir kültürünün getirdiği, o dayanışmanın zayıflamasıyla bile çok farklı. Geçmişte mahallelerde dayanışma çok daha fazlaydı. Kadınlar mutlaka bir şekilde birbirlerine destek verir ya da aileler birbirine destek verirdi; akrabalık, hemşericilik ilişkileri de söz konusu olabiliyordu. Kapitalizm şehirlerde insanları gitgide çözdü, baskılar ve en basit örgütlenmelerin yok edilmesi bu çözülmeyi derinleştirdi. Sonuçta bu çözülme KADES gibi gerçek karşılığı olmayan yerlere vardı.
’70’lerde kadın dayanışması çok güçlüydü, doğal bir dayanışma vardı. Kimsenin bir şey demesine gerek yoktu. İnsanlar hiçbir şey demesen de kendisi düşünür, ihtiyacı olan bir insan ya da şiddet gören bir kadın olduğu zaman onun yardımına koşulur, onunla dayanışılırdı. Zaten yerleşim yerlerinin birbirinden koparılması ve yalıtılması bu dayanışmayı zayıflatan bir etken oldu. Onun dışında kapitalizmin özelliklerinden biri olan “yaparsam ben yaparım” yaklaşımıyla KADES gibi örgütlenmelerle “dayanışmayı kendim yaparım, size ben yardım ederim. Sığınma evleri açarım” demeye başladı.
Dayanışmanın başardıkları
Kapitalizm bütün insanların birey olmasını ister. Önce bireycileştirip sonra da kendine bağlamanın değişik yollarını kullanır. Kapitalizm sistem olarak önce parçaladı aileleri, sonra kendi sistemi içerisinde “ne istiyorsan ben veririm, yeter ki siz bir araya gelmeyin, ben size veririm” mantığını yerleştirdi. Bu yüzden, sistemin dışına çıkan kadınların yaşama şansı neredeyse kalmadı.
Bence sistemin içinde olanlar bile o göstermelik sahte kurumlar içerisinde bu “şanslarının” hiçbir işe yaramadığını canları pahasına öğrendiler. O yüzden kadın sorununun farklı bir merkezde örgütlenmesi ihtiyacı var. Bu merkezin oluşması da ancak dayanışmanın örülmesiyle mümkün olacak, ama bu sadece bir araya gelmenin ötesinde olmalı. Dayanışmanın ortaklaşacağı sorunları doğru tespit edebilmek gerekiyor. Hangi sorunlar etrafında dayanışma sağlanabileceğinin, ihtiyaçlar üzerinden daha fazla bir araya gelmenin nasıl olabileceğinin yollarını bulmak gerekiyor.
Burada asıl belirleyici olan, kadınların dayanışma ihtiyacının devrimciler tarafından sahiplenmesi gereğidir. Mesela Amed’de çok iyi örnekler var aslında. Sadece soyut bir şekilde düşünmek yerine yaşanan örnekleri inceleyip onlar üzerinden esinlenerek “ne yapılabilir”i düşünmek gerekiyor.
Sonuç olarak ben şunu demek istiyorum; Türkiye’de yaşanmış tarih var, o tarihten yola çıkarak zengin deneyimleri değerlendirip bunun üzerinden kadın dayanışması ve mücadelesinin çok çeşitli araçlarını oluşturmak gerekiyor. Bu deneyimleri irdelemek, bulunduğumuz her alanda dayanışmayı esas alan örgütlenme biçimlerine doğru gitmek gerekir diye düşünüyorum.
Kolektifte kadın-erkek ilişkileri
Alınteri: Esma şunu sormak istiyorum; bizim kolektif içerisinde kadın ve erkekler arasında ilişki eskiden nasıldı? Kadın olmaktan kaynaklı bir ikincillik hissettiniz mi?
Hiç hissetmedim, tam tersine ben bazen “Bu saatte oradan gidemem” derdim. “Niye gidemeyecekmişsin” denirdi. “Çünkü ben kadın olarak yapamam” derdim, hiç dikkate alınmazdı. Tam tersine ayrı bir cins olduğumuzu hiç hissettirmezlerdi. O anlamda kendi adıma hiç hissetmedim. Her şeyi her zaman herkes gibi -erkeklerle- aynı koşullarda yapabiliyorduk.
Alınteri: Bu açıdan yakalanan düzey sorunun bütün yönleriyle derinlemesine kavranmasını ketledi değil mi?
Çok doğru bir tespit. Erkekler ne yapıyorsa biraz zorlarsak biz de yapabiliriz kafasıyla kadınların bütün sorunlarını yok saydık. Kendimize erkek gözüyle baktık, gerçek bu! Erkeklerin gözüyle bakmak, kendi özgün sorunlarımız üzerinden çok fazla yaklaşmamak. Bunu devrimci çalışmanın gereği olarak düşünüp orada egemen olan anlayışın aslında erkek egemen bir anlayış olduğunu hissetmedik. Belirgin bir ayrımcılık ve baskı olmadığı için tam tersine eşitlenmek adına kendimiz öyle davrandık.
Alınteri: Faaliyet yürüten kadınların bulunduğu alanlarda daha özgün şeyler de ortaya çıktı. Siz bunu fark etmediniz belki ama birebir ilişkili olduğunuz alanlarda daha derin bir ilişkilenme de kurulmuş gibi geliyor? Yani kadınların daha ince düşünmeleri, insanlarla daha derin ilişki kurmaları o alanlarda faaliyetin daha farklı biçimlenmesine neden oldu!
Kadınların yönetici kademelerde daha fazla yer alması örgütlenmenin de daha kalıcı bir hale gelip derinleşmesinin ana etkenlerinden biri oldu bana göre. Adana’da olsun, diğer bölgelerde olsun kadınların faaliyet yürüttükleri bölgelerde örgütlenmeler daha kalıcı ve güven verici oldu. Bilinçli yapılmış bir şey değildi bu; yani “kadınlar olsun yönetimde” denen bir şey değildi, ama kadınların bu devrimcileşme çabası, kendini ayrı görmeme, farklı görmeme, erkeklerle eşit görme davranışı aslında farkına varmadan erkeğin doğuştan elde ettiği özellikleri sen kadın olduğun için sonradan kazanıyorsun. Sonradan kazanma mücadelesi de sonuçta seni daha güçlü yapıyor. Erkeklerin doğuştan gelen hakları var, kadınların doğuştan olmayan haklarını sen kendi içinde verdiğin mücadeleyle çözüyorsun. Dediğin doğru, o noktada da bu seni diğerlerinden daha sağlam hale getiriyor. Daha çok çaba harcıyorsun, daha çok çaba seni daha sağlam hale getiriyor.
Kadınların kendini kanıtlama “mecburiyeti”
Alınteri: İnsanlarla-kitlelerle kurulan ilişkide kadınlarla erkekler arasında bir fark oluyor değil mi?
Oluyor, evet. Sonuçta ilk başta söylediklerinden çok senin davranışına bakıyorlar. Erkeklerde sözüne bakıyorlar. Erkekler konuşurken onun söylediği söze dikkat ediyorlar. Ama kadınlar konuşurken sadece söylediği söze bakmıyorlar, onun davranışına, giyimine kuşamına… Merak ediyorlar senin yaşam biçimini. Çünkü erkekler her zaman siyaset yapıyor. Ama kadınların siyaset yapması için kendisini kanıtlaması gerekiyor.
Çünkü çoğu insan için siyaset aileden gelen bir şeydir kadınlarda. Aile hangi partiye oy veriyorsa kadın da ona oy verir. Geleneksel olarak kadının siyaset yapması bu kadardır. Onun ötesine geçen bir kadının siyaset yapması sana biraz daha farklı bakmalarına neden oluyor. Seni merak edip seni araştırmaya çalışıyorlar, “bu kadın niye bunları anlatıyor, nasıl bir çıkış yapıyor” diye. Daha çok merak uyandırıyor.
Erkeklerden farklı olarak kadınların daha duygusal ve düşünsel bütünlük içerisinde tümüyle kendilerini bu işe verdiklerini zaten fark ediyorlar. Erkeklerde olağan bir davranış gibi olurken sende farklı bir özellik olarak yansıyor. Ama bu güveni veremezsen de daha farklı yargılamalarla seni dinlemiyorlar. Bu yüzden o samimiyet ve güveni vermen gerekiyor. Erkeklerde bu aranmıyor, sadece erkeğin ne dediğine bakıyorlar, ama kadınlarda samimiyet ve güven sorunu daha belirgin bir şekilde çıkıyor. Seni ciddiye almaları için de senin kendini bayağı ispatlaman gerekiyor. Bu güven doğru yönde gelişirse ilerde daha büyük bir güce dönüşüyor. Bizde bugüne kadar ters yönde gelişen bir şey olmadı kitle çalışması yürüten kadınlarda. Kadınların yönetici noktalarda olması avantaj oldu bizde.
Alınteri: Adana gibi örneklerde biraz daha yaygın bir kitle çalışması olması, o alanlarda insanlarla daha iç içe geçmek, derinleşmek kadın kadroların çoğunlukta olmasıyla da ilgili bir durum değil mi?
Adana’da öyleydi. Bir operasyonda Milliyet Gazetesi’nde şey çıkmıştı haber olarak: “Kadınların yönetici olduğu örgüte operasyon…” Kadın olmak böyle özel bir durumdu, daha dikkat çekici oluyordu. Kapitalizme karşı duruşta kadınlar farkındalığı erkeklerden daha önce oluşturuyorlardı. Çünkü kadınların yapısal olarak daha farklı olmaları onları daha duyarlı hale getiriyordu. Her türlü zorlukta kadının önde olması, aile içinde kadının daha önce çıkması bu duyarlılık nedeniyledir. Hem yaşam biçimi hem de kadınların düşünsel-zihinsel anlamda ayrıntılardaki farkındalığının daha güçlü olması bunu kadın lehine avantaj haline getiriyordu. Kadınların devrimci olması avantaj oluyordu.