Kürt Siyasetinde Kronikleşen Türbülans
H. Selim Açan
Kürt siyaseti 1 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana neredeyse her seçim döneminde türbülansa giriyor. Her seferinde önce kendisi olmaktan çok başkalarının ne yapacağını gözeten bir kararsızlık ve belirsizlik hali baş gösteriyor. Giderek söylemle sergilenen pratik arasında hatta parti adına dile getirilen söylemler arasında bariz çelişkiler ortaya çıkıyor. Bırakalım hareketin yeminli düşmanlarını, tabandaki kadrolar ve taraftar kitlesi içinde bile “Ne oluyor, ne yapılmak isteniyor” sorgulamalarını tetikleyen bu bulanıklık yetmezmiş gibi ittifak siyaseti adına izlenen politikalardan aday belirlemeye kadar aynı kesitte atılan anlaşılmaz adımlar kuşku ve tepkilere yol açıyor. Bunun üzerine bir de sadece Kürtlere bağlı olmayan etkenlerin toplamı olarak hayal kırıklığı yaratan sonuçlarla karşılaşılınca parti ile Kürt halk kitleleri arasındaki mesafe açılıyor. Sadece parti yönetimine değil izlenen politikalara duyulan güven ve bağlılık zayıflıyor. Bu döngü -dediğimiz gibi- adeta kronikleşmiş durumda.
Geçtiğimiz Mayıs’ta yapılan genel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi bu açıdan bir zirve oldu. Daha doğrusu, seçim-sandık odaklı siyasetin hareketi sürüklediği fakat önceki seçimlerde görece hafif atlatılan, dışsal nedenlere bağlanarak geçiştirilen türbülans bu kez yere çakılmayla sonuçlandı. Türkiye’de rejimin ve parlamenter siyaset olanaklarının geçirdiği değişimin yanı sıra burjuva siyaset sahnesinde geleneksel ‘merkez’in bile ne denli sağcılaştığına gözünü kapatan parlamenter budalalık, Kürt seçmeni oy makinası yerine koyup başını Kılıçdaroğlu’nun çektiği burjuva düzen muhalefetinin kuyruğuna takılmakla o cephenin uğradığı bozgunun altında kalanlardan biri oldu.
Neyse ki Kürt halk kitlelerinin siyasal birikimi ve tarihsel değerleri bu noktada devreye girdi. Açık alan siyasetini sadece seçimlere indirgeyen, seçim politikalarını belirlerken de kentli Türk orta sınıflarının beklentileriyle uyumu gözeten, bu anlamda kimlik erozyonu yaşayan, tarihsel ufkunu kaybetmiş gündelik politika tarzının biriktirdiği tepki harekete geçti. Parlamentarizm batağında çürümeye yüz tutan hareketi özeleştiriye ve kan değişimine zorladı.
Bir silkinme ve değişim çabası var ama…
Yalnız bu özeleştirinin kapsamı ve derinliği -kimi çizgi ve belirtiler dışında- hâlâ meçhul. Ne kritik bir dönemin simgesi HDP’nin hukuki varlığına nokta konulurken ne de sonrasında geçmiş süreçlerin değerlendirmesi ve çıkarılan sonuçlara dair bütünsel bir muhasebe ortaya konuldu. Olumlu bir yöntem olarak halk toplantıları düzenlendi ama bunların toplamında dile getirilen eleştiriler ve çıkarılan sonuçlara dair dışa yansıyan bilgiler de yetersiz. Bu arada parti yönetimi değişti, tabanın sesine daha fazla kulak verme eğilimine girildiği görülüyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde gösterilecek adayların ön seçimle belirlenmesi bu basıncın sonucu. Halkın siyasete katılımını seçimden seçime oy verip partinin düzenlediği miting ve etkinliklere katılıma indirgeyen burjuva siyaset tarzının alışkanlıklarından arınma yönünde atılan anlamlı bir adımdı bu uygulama. Gerçi gerek trollerin suyu bulandırma çabası gerekse aceleye gelmesi ve deneyimsizlik yüzünden yapılan hatalar nedeniyle hedeflenen güveni tam yaratamadı belki ama zamanla yerli yerine oturup kurumsallaşan eş başkanlık sistemi gibi bu da önemli bir başlangıç olarak görülmeli.
Asıl dikkat çekici olan dönemsel politika ve önceliklerdeki değişiklik. Bu açıdan 1990’ların Serhildan ruhunu canlandırma, bu anlamda öze (Kürtlüğe) dönüş yönelimine girildiği anlaşılıyor. Ama bunun nasıl temellendirildiği, hangi politika ve yöntemlerle hangi yönde nasıl derinleştirileceği, tabanda yeni bir moral motivasyon yaratmanın ötesine istense de geçemeyecek dogmatik bir tekrar çabası olmaktan çıkıp o ruhun bugünün gerçekliğine nasıl taşınacağı, bu arada sadece politika alanı olarak değil ondan da önce düşünsel ve ruhsal yönlerden dar milliyetçi bir içe kapanmaya dönüşmesinin önünün nasıl alınacağı şu an için net değil.
Taktik adımlar kapsamında atılan bazı adımlardan hareketle kimi tahmin ve öngörülerde bulunabiliyoruz ancak. Önümüzdeki yerel seçimlerde özellikle de İstanbul, İzmir ve Ankara gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Batı illerinde onun-bunun kuyruğuna takılmanın yollarını aramayı esas almak yerine bağımsız politik bir güç olduğunu hatırlayıp başkalarına da hatırlatarak kendi adaylarıyla ortaya çıkmak ya da yoksulluğun, işsizliğin ve gelecek endişesinin korkunç boyutlar kazandığı şu dönemde bu denli merkezileştirmenin ne kadar isabetli-kapsayıcı olduğu tartışması bir yana “Kürtler ve Kürt sorunu vardır” gerçeğini gündemleştirmeyi amaçladığı anlaşılan tecrit karşıtı kampanya, Özgürlük Yürüyüşü ve Adalet Nöbetleri bu adımlar içinde öne çıkanlar.
Gerçi bir taraftan da yeni yönelimleri hâlâ “kazan-kazan” anlayışına dayalı bir seçim stratejisi sınırları içinde açıklamaya çalışan parlamentarist zihniyete özgü yaklaşımlarla ya da Başak Demirtaş’ın ortalığı bulandırıp zihinlerde bir dizi yeni soru yaratmaktan başka sonuç doğurmayan adaylık niyetini parti hukuku ve işleyişini hiçe sayan bir yöntemle dayatmasının yol açtığı kasılmalarla karşılaşmaya devam ediyoruz. Daha da önemlisi, ne siyasal ne toplumsal atmosfer ve dengeler bakımından ortada en ufak bir belirti yokken ‘yeni bir çözüm süreci beklentisine’ girilmiş olması hem hüsranla sonuçlanan geçmiş “çözüm süreci” deneyiminden hem de arkasından yaşananlardan neredeyse hiç ders alınmadığını düşündürüyor. *1
Öncelikle yakalanması gereken halka
Kürt siyasal hareketinin gelinen noktada ciddi bir silkinmeye ihtiyacı olduğunun görülüp kabullenilmesi önemli bir adım. Fakat bu değişim yönelimi sadece parti yönetiminde ve dönemsel politikalarda bazı değişikliklerle sınırlı kalacak olursa sonucun farklılaşacağını beklemek düpedüz kendini kandırmak olur. Çünkü sorun daha derinde, tek ya da birkaç boyuta (nedene) indirgenemeyecek ölçüde de katmanlı.
Örneğin Mayıs ayında yapılan son seçimlerde HDP seçmeninin dörtte biri sandığa gitmemiş ya da partiye oy vermekten vazgeçmişse bunun üzerinde ciddi olarak durup düşünmek lâzım. Bu tavır tabanda partiye ve politikalarına duyulan güvenin nasıl yıpranıp aşındığını gösterir. Her dört seçmenden birinin kaybı nicelik olarak da küçümsenecek bir oran değil üstelik. Bu tabloyu sadece aday seçiminde yapılan hatalara ya da parti üzerindeki aralıksız saldırılar sonucu sahada çalışan deneyimli yerel kadro sıkıntısına bağlamak -ki her iki nedenin de payı var kuşkusuz- mazeret teorilerinin arkasına saklanmak olur. Tabandaki bu güven erozyonu ve soğumanın henüz kalıcı bir kopmaya dönüşmemiş olmasını, bu arada tepkilerini sandığa gitmeyerek gösteren kesimleri tekrar kazanma şansı ve umudunun olduğunu öne çıkarmak ise teselli teorisi anlamına gelir.
Son yıllardaki her seçimden sonra az ya da çok şiddette bocalayıp yeni arayışlara girme mecburiyeti duyan Kürt siyasal hareketinin sorunu ne yönetimsel ne kadrosal ne taktikseldir. Sorun her şeyden önce Türkiye, bölge ve dünyadaki gelişmeleri hâlâ dar bir odaktan -bu yüzden de isabetsiz- okumaktan kaynaklı olarak stratejik hattın silikleşip bulanıklaşmasındadır.*2 Başka bir anlatımla taktiklere ve gündelik politikalara da yön verecek tutarlı stratejik bir hat sahibi olmaktan uzaklaşmadır. Özellikle yasal Kürt siyasetinde strateji ile taktik ilişkisi adeta yer değiştirmiş haldedir. İkincisi birinciye tabi, ona hizmet edip gerçekleşmesinin koşullarını yaratmaya hizmet edeceği yerde sürekli birinciyi kemirmektedir. Gelinen noktada artık gündelik/dönemsel taktikler stratejinin yerini almıştır. İlişkinin böyle ters yüz olması kendi dışındaki güç ve etkenlerin basıncına göre politika belirleyen bir eksen kaybı ve kimliksizleşmeyi de haliyle beraberinde getirmektedir. Parti içi ilişkilere de yansıyan kasılmaların ve tabandaki tepkinin ana nedenlerinden biri budur.
Fakat asıl sorun dünya, bölge ve Türkiye okumasında olduğu Kürt toplumunun geçirdiği değişimin okunamamasında düğümlenmektedir. Kürt siyaseti, Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Kürt toplumunun da özellikle 2000’ler sonrasında geçirdiği sosyo-ekonomik değişimin sanki farkında değilmiş gibi davranmaktadır. Ufak-tefek biçim ve söylem değişiklikleriyle yıllardır aynı ezberleri ve ezberlenmiş ritüelleri tekrarlayıp durmaktadır. Halbuki Kürt toplumu 2000 öncesinde olduğu gibi ağırlıklı olarak kırsal bir toplum olmaktan çıkıp kentlileşmiş ve proleterleşmiştir. Sadece siyasal ya da ekonomik nedenlerle Türkiye metropollerine göç etmek zorunda kalanlar değil Kürdistan’da yaşamaya devam eden Kürtler de hızlı bir proleterleşme sürecindedirler. Üstelik tam da etnik kimliklerinden dolayı proletaryanın da ‘en altındakiler’ arasındadır. Türkiye metropollerinde birçok sektörde çalışan işçilerin hatırı sayılır bir kesimi Kürt’tür. Bunun yanı sıra Antep, Maraş, Malatya, Adıyaman, Urfa, Batman, Van başta olmak üzere Kürt illerinin çoğu bugün Türk tekelci burjuvazisinin ucuz emek depoları haline gelmiştir. Türk tekelci burjuvazisi bölge adeta “Türkiye’nin Çin’i”dir. Hemen hepsi tekstil, konfeksiyon, gıda gibi emek yoğun sektörlerdeki fabrika ve OSB’lerde çalışan Kürt işçiler, Batı illerinde çalışan işçilerden çok daha ağır koşullarda yoğun bir artı değer sömürüsüne uğramaktadır. Türkiye’deki asgari ücretin bile çok altında kalan bölgesel asgari ücrete çalıştırılmaktadır. Bu arada bir parantez açalım, bu yağma Hasan’ın böreğinden Kürt burjuvaları ve üst orta sınıfı da nemalanmaktadır.
Hal böyleyken yıllardan beri bölgedeki en etkin siyasal parti ve toplumsal örgütlenme ağlarına sahip olan Kürt siyasal hareketinin örgütleyip öncülük ettiği örneğin neden tek bir Özak örneği yoktur? Emeğin yaşadığı yoksullaşmanın dayanılmaz boyutlar kazanması yüzünden için için kaynayan illerden biri olarak öne çıkan Antep’te iki yıldır kesik kesik dalgalar halinde kitlesel işçi isyanları yaşandığı halde HDP neden bunların bir tekinde bile görüntüye dahi girmemiştir?..
Bu sorunun yanıtı açık aslında: Emek ve emeğin sorunları, proleterleşmiş bir toplumun yaşadığı ekonomik ve sosyal sorunlar, yoksulluk ve yoksunluklar yok çünkü hareketin görüş alanında! Zaman zaman verilen demeçler ve sembolik bazı jestler dışında belirli bir strateji ve politikalar temelinde yürütülen sistematik bir çaba ve yönelim yok! Bu konu yıllardır söylem düzeyinde dahi zaman zaman akla gelen bir kenar süsü sadece.
Parti yönetiminde yaşanan değişimden sonra DEM Parti eş başkanlığına gelen Tuncer Bakırhan, 10 Şubat günü Mersin’de sivil toplum kuruluşlarından temsilcilerin katıldığı bir toplantıda Akkuyu’da yapımı süren nükleer santral inşaatında 2 bine yakın Siirtli’nin çalıştığını söyledikten sonra bu olgudan şöyle bir görev çıkarıyor: “Katkı sunun, bu işçiler seçim günü memleketlerine gidip oy kullanabilsinler”!!! Bu mudur? İşçilerin insanlık dışı koşullarda çalışıp yaşamaya zorlandıkları, en basit güvenlik önlemleri dahi alınmadığı için bugüne kadar kaç işçinin iş cinayetine kurban gittiğinin bilinemediği, kısa bir süre önce menenjit salgınının yaşandığı ve sırf bu yüzden 6 işçinin öldüğü bilinen öte yandan akıl almaz bir çevre cinayetinin simgesi bir emek cehenneminde çalışan 2 bin işçiyi sadece bir oy deposu olarak gören yaklaşımlarla mı örülecektir 3.Yol Siyaseti?..
Aynı şeyleri tekrarlayarak farklı sonuç elde etme hayali
Halbuki Kürt toplumunun sosyo-ekonomik yapısındaki değişim onların sosyal yaşamlarında olduğu gibi siyasal ve kültürel algı ve tutumlarında da bir değişime yol açmakta. Can alıcı noktasını emeğin ve emekçinin sorunlarına kayıtsızlık oluşturmakla birlikte bu kadar bariz bir sosyolojik dönüşümü ıskalayan zihniyet Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin politika ve talepler konusunda da eski ezberleri tekrarlamanın ötesine geçemiyor. Çözümü hâlâ iktidardaki ya da muhalefetteki burjuva partiler koalisyonu ile kurulacak güven vermeyen sağlıksız yakınlaşma ve ittifaklar yoluyla aramanın peşinde. Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tereddütsüz Kılıçdaroğlu kuyrukçuluğu bu kafanın sonucuydu. Şimdi bir kesim yüzünü tekrar Tayyip Erdoğan’a dönmenin zeminini yokluyor. Yıllardır suskun kalan Leyla Zana birden bire ortaya çıkıp “Tayyip Erdoğan çözüm sürecini buzdolabından çıkarmalı artık” diyerek bunu açıkça dillendirdi zaten. “Tayyip Erdoğan ve AKP ile diyalog kapısını bir biçimde açmalıyız” anlayışının savunucuları DEM Parti içinde de var.
Öncesi de bir yana son 40 yıldır çok ağır bedeller ödemiş bir halk olarak Kürtlerin Kürt sorununda kendilerini tatmin edecek bir çözüm arayışı içinde olmaları çok doğal ve meşru haklarıdır. Bu konuda bugüne kadar küçücük bir bedel ödemek şurada dursun parmağını dahi kıpırdatmamış, dahası Türk şovenizminin arkasında mevzilenip ona omuz vermiş olanların mırın-kırın etmeye dahi hakları yoktur. Fakat bu noktada yanıt bekleyen tayin edici soru şudur: Bugünün dünya, bölge ve Türkiye koşullarında Türk tekelci burjuvazisini ve onun temsilcisi olarak Tayyip Erdoğan-MHP-Ergenekon ittifakını böyle bir yönelime zorlayan hangi gelişme ve dinamik vardır ki, çözümün yolu hâlâ burjuva siyaset labirentlerinde, yine kapalı kapılar arkasında yürütülen “diplomasi siyaseti”nde aranmaktadır?
Devlet aklına hitap ederek, onu rasyonel düşünmeye davet ederek, hele hele içerde Kürt sorununu çözecek olursa bölge çapında yayılma, yeni etki ve sömürü alanları ele geçirme güdülerine hitap ederek mi sağlanacaktır Kürt sorununa çözüm? Diyelim ki göle çalınan maya tuttu, bu yöntemle sağlanabilecek bir “çözüm”den Kürt halkına ne hayır gelecektir? Kürt işçi ve emekçileri için bunun neresi ne kadar “çözüm” olacaktır? Daha doğrusu bu kimlerin çözümü olur? ..
Neden akıllara tam “bitti bitiyor” denirken büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanan geçmiş deneyimden çıkarılmış görünen en önemli ders yani Kürt sorununa çözüm talebini toplumsallaştırmanın yeni yol ve yöntemlerini aramak gelmiyor? Verilebilecek çok sayıda örnek de şimdilik bir yana 2011’deki Tekel Direnişi’nin, sayısız direnişte omuz omuza dövüşen inşaat işçilerinin ya da en son Özak işçilerinin gözümüze soktuğu emeğin kardeşleşmesi temelinde güçlü bir toplumsal basınç ve giderek genişleyen bir meşruiyet zemini yaratma yönelimi gelmiyor?..
Bunu başarabilmek için Kürtlerin tümüyle meşru ve haklı ulusal talep ve özlemleriyle Kürt işçi ve emekçileri de pençesinde kıvrandıran hayasız sömürü, yokluk, yoksulluk ve gelecek yoksunluğunu hedefleyen sınıfsal taleplerin ustaca harmanlanması gerekiyor. Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan ulusal kimliğin tanınması, eşitlik ve özgürlük talepleriyle işçi, emekçi, kent yoksulu olmaktan kaynaklanan sınıfsal taleplerini birbirlerinin karşısına çıkarmayan, aralarında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmayan net bir dönemsel program ve politikalar bütünlüğü ortaya konulduğu ve bunun hakkını vermeye soyunan bir pratiğe yönelindiği zaman bırakın bundan ürken ürksün! Kadıköy’ün, Çankaya’nın, Karşıyaka’nın sadece Tayyip karşıtlığıyla yetinip fazlasını dile getirmediği sürece Kürtlerle yan yana görünmekten kaçınmayan Beyaz Türkleri kadar yanı başındaki Sur, Cizre, Şırnax… yerle bir edilirken dahi istifini bozmayan Kayapınar’ın, Diclekent’in, Ofis’in Kürt burjuvaları ve tuzu kuru orta sınıfının sempatisini kazanmanın peşinde bırakın başkaları koşsun!
Gelinen noktada, bu aslında hayatın dayattığı, bir anlamda hareketin geleceği açısından da tayin edici bir zorunluluk.
Çözümün anahtarı nedenlerde saklı
Ulusal hareket doğası gereği bir sınıflar koalisyonudur. Bağrında işçiyi de barındırır burjuvayı da, yoksul köylü de yer alır kapitalistleşmiş toprak ağası da… Hareketin etkileyip peşinden sürüklediği bu kompozisyon -özellikle de ulusal mücadelenin başlangıç ve gelişme evrelerinde- ne kadar geniş ve zenginse bu, hareketin ulusal mücadeleye önderlik ve öncülük iddiasının hakkını o ölçüde verdiğini gösterir.
Fakat bu kompozisyon doğası gereği aynı zamanda hareket içinde fay hatlarını oluşturur. Özellikle de işlerin eskisi gibi gitmediği, belirli tarihsel eşiklere dayanıldığı ya da uzun süren bir savaşın yarattığı yıpranma ve yorgunluğun arttığı kesitlerde hareket içinde de gerilimler üretir. İşlerin yolunda gittiği zamanlarda daha uyumlu ve esnek bir birliktelik sergileyen farklı sınıfsal kesimler, belirli bir eşiğe gelip dayanma anlamında tıkanma ve kriz kesitlerinde sınıfsal karakterlerini, beklentilerini ve ruh hallerini yansıtan farklı arayış ve yönelimlere girerler. Kürt siyasal hareketinin 2015 sonrası yaşadığı kasılmalar, kronikleşen türbülans hali, bu arada ne kadar çaba harcanırsa harcansın üzeri alçıyla kapatılamaz hale gelen çatlaklar, bu gerçek ışığında daha anlaşılır hale gelir, yerli yerine oturur.
PKK’nin önder kadrolarından Sabri Ok, ‘90’ların deneyimine sahip Kürt analarının sürdürdüğü Adalet Nöbetleri’ne ilişkin olarak bir tv programında “O yaşa gelmiş anneler sorumluluk alıyor, gençler nasıl da rahatlar!” diye tepki gösteriyor. Sabri Ok bir açıdan haklı. O, 1990’ların gözü kara kitlesel eylemleriyle Türkiye metropollerini de sarsan gençlik hareketini hatırlıyor, bugünkü durumu o zamanlarla kıyaslıyor. Ama tam da bu noktada haksız, daha doğrusu yanılgı içinde. ‘90’lar bugün artık dün’de kaldı. Ne toplumsal-siyasal atmosfer, koşullar ve dengeler aynı ne de bu değişen koşullarda doğup büyüyen gençlik o kuşakla aynı. Türkiye devrimci hareketinde de siyasete önderlik eden deneyimli eski kadroların sık sık gözden kaçırdıkları nokta bu zaten. Bu noktada asıl şunu sormak lazım: Günümüzde gençler neden bu kadar ‘rahatlar’? Ve bizler neden onları geçmişte olduğu gibi etkileyip arkamızdan sürükleyemiyoruz? Daha doğrusu, onları kendi gerçeklikleri içinde ele alıp buna uygun araç, biçim ve yöntemlerle etkilemeye çalışmak yerine illa ezberlediğimiz kalıplara sokmaya çalışmanın kendisinde bir yanlışlık yok mu? Bu sadece Kürt siyasal hareketinin değil Türkiyeli devrimci -sosyalist örgütlerin de kendilerine sormaları gereken tayin edici bir soru.
Kürt toplumsal gerçekliğine dair aydınlatıcı araştırmalarıyla tanınan Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi Genel Koordinatörü Yüksel Genç’in dile getirdiği şu tespit ve uyarılar aslında meselenin düğüm noktasına parmak basıyor:
“… Kentleşmiş bir Kürdistan’da kırla bağlar büyük oranda kopmaya başladı, insanlar önemli oranda şehirleşmenin getirdiği gündelik hayat gailesinin parçası haline geldi. Uzun yıllar geleneksel olarak kendisini ayakta tutan dayanışma ağları zayıflamaya, kopmaya başladı. Örgütlü dayanışma ağlarının azalması, toplumun da giderek örgütsüzleştirmeye dönük egemen yönlendirmeye maruz kalınmış olması, anadilini daha az kullanma zemini ya da kimlik göstergelerine daha az sarılma meselesiyle buluştuğunda problemler açığa çıkıyor. Değişen sosyoloji de buna göre biçim almaya başlıyor. Toplum nasıl çözülmeye başlıyorsa, toplumun birlikteyken talep ettikleri de, güç birlikleri de azalıyor ve siyaseten de çözülüyor. Hem toplumsal hem siyaseten çözülüyor olmanın getirdiği bazı riskler ve handikaplar var. Bu da Kürt meselesinin, Kürt meselesi üzerinden kurulan söylemin geçireceği dönüşüme ve Kürt meselesiyle ilgili mücadele araçlarının farklılaşmasının gerekliliğine de işaret ediyor.
(Diğer yandan) Türkiye’de yeni rejimin kurulması sürecinde ortaya çıkmış olan siyasal, toplumsal, hukuki, ahlaki, kültürel ekonomik kriz ve bu krizin ortaya çıkardığı tüm alanlardaki depresyon hali Kürtleri de etkiliyor ve kendisini bu krizlere karşı konumlandırma ihtiyacı duyuyor. Konumlandırma gücüyle ilgili zayıflamış alanların ortaya çıkardığı bazı sorunlar yaşıyor.
(…) son 20 yılda, özellikle de son 10 yılda da dozajı artan biçimde kırdan kopma, kentleşme, üretim hayatının parçası olmaktan çıkarak daha çok tüketim toplumunun parçası haline gelmiş olmak da bugün bölgedeki sosyolojiyi etkileyen temel etmenlerden biri olarak açığa çıkıyor. Bugün bölgede hiç olmadığı kadar çok, hiç olmadığı kadar kapsamlı iki başat mesele bölge sosyolojisini belirliyor. Bir tanesi, Kürt meselesinin bugün ulaştığı yeni görünüm. İkincisi, özellikle de ekonomik krizle ortaya çıkan ekonomik, toplumsal, kültürel yoksunlaşma ve yoksullaşmanın geniş kitlelere etkisi, yani sınıfsal pozisyon. Bu iki pozisyon artık Türkiye’deki ve bölgedeki Kürtlerin sosyolojisini, yaklaşımlarını, yönelimlerini, ihtiyaçlarını, politik taleplerini etkilemeye başlıyor.” (Serpil İlgün’ün Yüksel Genç’le yaptığı ve Dilop sitesinde yayınlanan Kürt Sorununda Yeni Görünümler, Sınıfsal Pozisyonlar, Bölge Sosyolojisindeki Değişimlere Dair başlığını taşıyan söyleşiden, https://www.kovaradilop.net/2024/02/01/dosya-kurt-sorununda-yeni-gorunumler-sinifsal-pozisyonlar-bolge-sosyolojisindeki-degisimlere-dair/)
Kürt siyasal hareketinin 2015 sonrası süren irtifa ve güven kaybının belirleyici nedeni de kronikleşmiş bu türbülanslar sarmalından çıkmanın yolu da kanımca bu tespitlerde saklı.
Sonuç olarak, Kürt siyasal hareketinin açık alanda bir eşiğe gelip dayandığı gerçeği duruyor karşımızda. Bu noktada stratejik olarak ya yasal sınırlar içinde ele geçirilebilen mevzileri koruyup olabildiğince genişletmeyi esas alan parlamentarist çizgide ısrar edilecek ya da kaldığı kadarıyla parlamenter mücadele olanaklarından yararlanmayı da ihmal etmeyen ama bunu her şey haline getirmek yerine ‘90’lara damgasını vuran Serhildan ruhunu güne taşıyıp zenginleştiren fiili meşru mücadele çizgisi esas alınacak!
Sınıfsal karşılıkları yönünden ifade edecek olacak bunlardan birincisi hareketi zaten bir ölçüde teslim almış olan orta sınıf çizgisinde ısrar anlamına gelir. Diğeri ise son yıllarda ciddi bir güven kaybı yaşamış olan geleneksel tabanı yeniden canlandırıp dinamize etmekle kalmaz, hızlı bir proleterleşme süreci içindeki Kürt illeri yanında Türkiye metropollerinde de arayış içindeki genç kesimler başta olmak üzere işçi ve emekçiler arasında çekim merkezi haline gelmeyi mümkün hale getirir.
Parlamentarizmde ısrar, hareketin sürekli içe doğru bükülüp ruhunu ve özgünlüğünü büsbütün yitirmesi riskini büyütür, parti yöneticileri ve kadrolarının siyaset esnafı haline gelerek yozlaşmaları yanında geleneksel taban içinde bile çözülme eğilimlerini güçlendirir.
Ulusal talepleri emeğin talepleriyle harmanlama becerisi gösterildiği oranda diğeri ise hareketin yeni güçlere ve alanlara açılımını olanaklı hale getirmekle kalmaz gelgeç hevesli orta sınıfların desteğinden farklı olarak daha istikrarlı, genç ve dinamik bir kadrolaşma ve iskelet inşasına zemin yaratır.
Tercihin hangi yönde şekillendiğini görmek için çok beklemek gerekmeyecek sanırım.
—-
*1 Bu konuda aynı -üstelik kirlenmiş- suda ikinci kez yıkanma hayalini görenler kervanına yıllardır sesi-soluğu çıkmayan Leyla Zana da katıldı. Zana’dan da önce Mayıs seçimleri öncesi Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi siyasi cesetlere hayat öpücüğü verilmeye kalkılması bu beklentinin sonucuydu. Bugünün dünya, bölge ve Türkiye koşulları göz önüne getirilecek olursa ortada kelimenin tam anlamıyla fol yok yumurta yokken Türk faşizminin yeni bir çözüm sürecine yönelebileceği rüyasının görülmesi hem siyasal süreçleri ve dönemi okuma konusundaki sübjektivizmin boyutu açısından ürkütücü ve kaygı verici hem de korkunç bir hayal kırıklığı ve “çöktürme planı” pratiği ile noktalanan geçmiş “çözüm süreci” deneyiminden hiç ders alınmadığının göstergesi. Gerçi o sürecin de derli toplu bir muhasebesi yapılmadı bugüne kadar ama kırık dökük dile getirilen özeleştiriler sırasında en azından barış talebinin özellikle de Türk toplumunun hatırı sayılır bir kesiminin desteğini alacak şekilde toplumsallaşmadığı/toplumsallaştırılamadığı koşullarda yürütülecek süreçlerin sağlıksızlığı konusunda ders çıkarıldığı vurgulanıyordu. Şimdi bu açıdan bugün ortada hangi olumlu belirtiler var ki yeni bir çözüm süreci rüyası görülüyor?..
*2 Siyasette çok sayıda aktör ve etkenin işin içine girdiği dinamik süreçlerin tahlilinde yanılgıya düşmek doğal, bir anlamda kaçınılmazdır. Ağır sonuçlar doğurmayan gündelik/taktik sınırlar içinde kaldığı sürece bunlar bir biçimde giderilir. Fakat süreçlerin sonraki seyri üzerinde de etkili olan stratejik nitelikteki yanılgılar konusunda aynı rahatlığı sergileyemeyiz. Örneğin özerklik ilanlarının arkasından yaşanan şehir savaşlarını değerlendirirken “Devletin bu kadar ileri gideceğini beklemiyorduk” itirafında dile gelen yanılgı “savaşta olur böyle şeyler” rahatlığıyla geçiştirilecek türden bir yanılgı olarak görülemez.
Kürdistan’da özgürlük hareketinin kalelerini oluşturan yerleşim birimlerinin yerle bir edilip yüzbinlerce insanın yaşamının allak bullak olması dışında çoğu deneyimli yerel kitle önderi çok sayıda kadronun imhasıyla sonuçlanan o sürecin olumsuz sonuçları etkisini bugün bile sürdürmektedir. Yasal siyaset alanında yaşanan eksen kayması, irtifa ve nitelik kaybının başta gelen nedenlerinden biri de budur zaten.
Ukrayna’da patlayan NATO-Rusya savaşının Ortadoğu başta olmak üzere dünya çapında yol açabileceği sarsıcı sonuçları öngörmeye çalışmak yerine sanki değişik yörelerde karşılaştığımız yerel vekalet savaşlarından yeni birisiymiş gibi değerlendirip “Biz kendi gündemimize bakalım” şeklinde yorumlamayı ya da son Filistin-İsrail savaşını sadece HAMAS’ın dinci karakterinden hareketle okuyup meydanı uzun süre Hüda-Par ve Yeniden Refah gericiliğine terk etme yanılgısını bu kapsamda anabiliriz. Kuzey’de de, Güney ve Rojava parçalarında da tam tersi yönde gelişme olasılıklarına hazırlıklı olmak gerekirken ‘yeni bir çözüm süreci’ beklentisi içine girmeyi de bu vahim yanılgı örneklerine ekleyebiliriz.