Sol Liberal “Radikal Demokrasi”-I

201

Kazım Bayraktar

Neoliberalizme “Eklemlenmek”

Kapitalist-emperyalizmin 80’lerde atağa kalkan neo-liberal stratejisi, bir yandan ekonomik düzlemde sermayenin yeni ihtiyaçlarına göre iktisadi programlar geliştirirken diğer yandan tarihteki ilk sosyalizm pratiklerinin yenilgilerini ve hatalarını fırsata dönüştürerek ideolojik hegemonyasını yeniden biçimlendiriyordu. Burjuva liberalizminin tüm fraksiyonları bu süreçte Marksizme, devrim ve sosyalizme karşı topyekün ideolojik saldırıya geçtiler. 

Her alanda gelişen geniş kapsamlı saldırı karşısında sadece devrim ve sosyalizm değil tüm sol ve sosyal-demokrat iddialı kesimlerde de ideolojik-siyasi-örgütsel çözülme ve tasfiyecilik süreci başladı. Önce ideolojik planda kendini gösteren tasfiyecilik örgütsel yapılara doğru yayıldı ve derinleşti. Sonuçta tüm sol ve hatta devrim ve sosyalizm iddiasına sahip olanların büyük bir kesimi siyasal pratikte demokrasi ve insan hakları söylemine, totaliterlik-demokrasi tartışmasına doğru daraldılar. Kapitalizm hedef olmaktan uzaklaştıkça faşizm de görünmez oluyor, sözü edilse bile ciddiyeti ve boyutları bilince çıkarılamıyordu. 

Sosyalizm ve devrim neredeyse siyasi literatürden dahi silindi ya da demokrasi sonrasına ertelendi. İşçi sınıfının mücadelesi tarihsel bağlamından ve rolünden koparıldı, ekonomik-demokratik işçi haklarına indirgenerek diğer demokratik taleplerin peşine takıldı.

Dünya burjuvazisi bir yandan iktisadi merkezileşme yönünde diğer yandan bunun siyasal sonucu olarak faşizme doğru siyasal merkezileşme yönünde devleti ve ekonomiyi yeniden yapılandırma programlarını her ülkenin koşullarına göre şu veya bu hızla ama peş peşe uygulamaya koyarken, liberal temsili demokrasiyi konjonktürel koşullara göre yeniden biçimlendiriyordu. Çözülmekte olan solun ve sosyalistlerin büyük bir kesimini tam da bu noktadan yakalayarak kendi saflarına çekmeyi başardı. Kimileri açıktan saf değiştirerek kimileri de neoliberalizmi güya soldan eleştirerek yeni liberal demokrasinin vagonlarına doluştular, daha doğrusu –çok kullandıkları bir kavramla ifade edelim– “eklemlendiler”. Bunların bir kesimi, üstelik liberal demokrasiyi referans alarak Marksizmin yapısını ve kavramlarını bozmaya dahi cüret edebildi. 

Sınıf mücadelesi ideolojik alana kavramlar savaşı biçiminde de yansır. Neo-liberalizm ideolojik hegemonyasını yeniden biçimlendirirken yeni kavramlar üretmekle yetinmiyor, sömürülen sınıfların mücadelesinde ve tarihsel-toplumsal maddi gerçekliğin araştırılmasında ortaya çıkıp bilimsel anlam kazanan kavramlara da saldırarak çarpıtıyor ya da manipüle ederek içini boşaltıyordu. Hedef aldıkları kavramlar devrimci pratiğin yolunu aydınlatan, tarihsel zorunluluğa ve sınıflar mücadelesine ışık düşüren kavramlardı ve pratikten koparılmaları, burjuva idealizminin felsefi kavramlar dünyasına sürüklenerek kaybolup gitmeleri isteniyordu. J. Derrida’nın 1960’lı yıllarda başlattığı yapısökümcü burjuva felsefi akım, 80’li yıllarda atağa kalkan neoliberalizm için de fırsata dönüştü ve sol liberal kanadı Marksizmin yapısını sökmeye girişti. Öncülüğünü de E. Laclau-C. Mouffe ikilisi yapıyordu.

Yapıbozum nasıl olur?

Laclau-C. Mouffe ikilisinin deyimiyle; “Bu bozulma nasıl olur?”

Yapıbozumcu hedef aldığı Marksizmi önce çarpıtarak kendi kavramlarının (Laclau-C. Mouffe ikilisinin varoluşçu zihniyeti ile malül) eleştiri malzemesine dönüştürür:

“Gördüğümüz gibi, tam bir varoluşun koşulu, her farklılık konumunun özgül ve yerine başka bir şeyin konamayacağı bir moment olarak sabitleştirildiği kapalı bir alanın var olmasıdır.” (sf.204)

“Sabit ve kapalı alan” diye kavramlaştırdıkları şey, Marksizmin diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi kullanarak hareket, değişim, ilişki ve evrenselliği açıkladığı, üretici güçlerin üretim tarzı ile ilişkisi, toplumsal altyapı-üstyapı ilişkileri, üretim ilişkileri ekseninde oluşan çıkarları uzlaşmaz sınıflar, devlet ve iktidarların sınıfsal özü, tarihin akışındaki zorunluluklar ve kapitalizmin iktisadi hareket yasalarıdır. Nesnel gerçekliğin ve onun varlık biçimi olan hareket ve ilişkilerinin soyutlaması kuşkusuz kavramlarla yapılır, ama o kendisinden şu veya bu şekilde soyutlanmış kavramlara uymaya davet edilmeye kapalıdır. Yapıbozumcunun sorunu burada başlar.

Ardından onu “sabit ve kapalı alan”dan kurtarmak için özgüllüğüne saldırır:

“Demek ki, bu alanın bozulmasının yani kapanmanın önlenmesinin ilk koşulu, her konumun özgüllüğünün ortadan kaldırılmasıdır.” 

Yapıbozumcunun sorunu, toplumsal gerçekliklerin özgüllükleri yani her nesnel gerçekliğin diğer gerçekliklerle ilişki ve hareket halinde varlığını belirleyen özgül özellikleridir. Bu durum kavram oyunlarına izin vermediği için yapıbozumcu önce özgüllüğü bozmaya yönelmektedir. Özgüllük ortadan kaldırılınca tüm özgüllüklere zihindeki amaç-kavrama (örneğin “Radikal Demokrasi”ye) uygun biçimde konumlandırmaya uygun hale gelir. Özgüllüğün yerine farklılık kavramı geçirilir. Ancak demokrasinin unsurlarından biri olan eşitliğin de sağlanması gerekli olduğundan, “farklı konumlar”dan birinin diğerleri aleyhine sahip olduğu avantajlara dayanarak veya bir şekilde güçlenerek onlar üzerinde hegemonya kurmasının önüne geçmek zorunluğu vardır.

Yapıbozumcu bir kavram daha üretir: “eşdeğerlilik.” Özgüllükten kurtarılan “her konum”a “eşdeğerlik” kavramı yüklenerek “farklılıkların eşitliği” kavramı elde edilir.

Özgüllük dışlanarak elde edilen “Farklılık”, inşa edilmek istenilen “radikal demokrasi”nin öncelikli zorunlu unsurlarındandır. Çünkü yapıbozumcu “Çatışma ve bölünme olmaksızın çoğulcu bir demokratik siyasetin olanaksız olacağı”nın farkındadır. Öyle ya, çıkarları uzlaşmaz sınıflar sökülüp atıldığına göre yerine konulacak bir “çatışma ve bölünme”, diğer bir deyimle çelişki lazım. Aksini düşünmek, yani “çatışmaların nihai çözümünün er ya da geç mümkün olduğuna inanmak (sınıfsız devletsiz komünist toplum kastediliyor-nba)”, “demokratik projenin zorunlu ufkunu sağlamak değil, tersine onu tehlikeye atmak” demektir. Çelişkisiz demokrasi olmaz. Demokrasi sonsuz olacağına göre çelişkinin de sonsuz olması gerekir.   

Ama çelişkiyi maddi gerçekliğin diyalektik ilişkilerinde, nesnenin bilinçten bağımsız maddi varlığında, yani toplumun üretim ilişkilerinde değil –çünkü yapıbozumcu bunların çelişkiyi dışladığına inanıyor- farklıların söyleminde buluyor:

“Toplumsal ilişkileri doğalcı bir paradigmanın perspektifinden ele aldığımızda, çelişki dışlanmış olur. Ama toplumsal ilişkileri söylemsel olarak kurulmuş halde ele alırsak, çelişki olanaklı duruma gelir. Çünkü klasik ‘gerçek/nesne’ nosyonunun çelişkiyi dışlamasına karşılık, iki söylem nesnesi arasında çelişki olabilir. Söylemsel/söylem-dışı ikiliğinden kopmanın başlıca sonucu, düşünce/gerçeklik karşıtlığının terk edilmesi ve böylece toplumsal ilişkileri açıklamakta kullanılabilecek kategorilerin alanının (maddi gerçekliği söylemlerden yola çıkarak kategorileştirme/kavramlaştırma olanağının demek istiyor- nba) büyük ölçüde genişlemesidir. … Düşünce/gerçeklik ikiliğinin reddedilişi, şimdiye kadar bunların birine ya da diğerine özgü sayılmış kategorilerin yeniden düşünülmesi ve iç içe geçmesi ile birlikte gitmelidir.” (a.g.e, sf. 177, bba) 

Diyalektik çelişkiyi reddedip kurguladığı çelişkiyi “olanaklı duruma” getirmek için eserin “en merkezi argümanı” olarak ileri sürdüğü “antagonizma”dan “toplumsal antagonizma” kavramı türetir ve bunu şöyle izah eder: “Antagonizmalar nesnel ilişkiler değil, nesnelliğin sınırlarını açığa çıkaran ilişkilerdir. Toplum bu sınırlar etrafında oluşur ve bunlar antagonistik sınırlardır …  Bundan dolayı siyasalı bir üstyapı kurumu olarak değil, toplumsalın ontolojisi (varlık felsefesi-nba) statüsünde görüyoruz.” (italik yazara ait, sf.17). 

Siyaset iktisadi yapıdan bağımsız bir “varlık/varoluş” biçimi olarak kavramlaştırılınca nesnel gerçeklik olmaktan çıkar ve varoluşçu akımın temsilcilerinden Heidegger’in dediği gibi “Zaman olmaksızın var olamayacağını kabul etmek gerekir. O halde varlığın zaman olduğu düşünülebilir”se siyaset de her şeyden bağımsız bir varlık olarak zamanın ürünüdür, tarihsel-toplumsal koşulların değil. Burjuva idealizminin varoluşçu akımından feyz alan “sosyalist” yapıbozumcu ikili ekonomik altyapının siyasi üstyapıyla diyalektik ilişkisini, uzlaşmaz sınıfsal çelişkilerini, sınıfların olmadığı komünist toplum düşüncesini “söküp” attıktan sonra son darbeyi şu cümlelerle vurur:

“… klasik Marksizmin köşe taşı olan ‘tarihsel zorunluluk’ kategorisi teori içindeki merkezi yerini kaybetmiştir…”

Düşünce sistemleri adım adım örülen sistematik yapıları açısından bina inşaatına benzerler. Onu sökmek yapmaktan daha kolaydır. Ancak onu aşarak ötesine geçmek (post) amacıyla sökmek istiyorsanız yapının hangi malzeme ile nasıl inşa edildiğinin bilgisine sahip olmak, uygun söküm araçlarını bulmak zorundasınız. Yapamıyorsanız, yeteneğiniz ve malzemeniz yetmiyorsa kolonlarına birer dinamit yerleştirip patlatarak “yıkar”sınız ama aşamazsınız. Laclau-Mouffe ikilisi Marksizmin yapısını söküp “radikal demokrasi” inşa etmeyi denediler ama başaramadılar. Çünkü yöntemleri idealist varoluşçuluğa “sabitlenmiş,” fikirleri gerçek dünyaya değil “zamanın söylemi”ne “kapanmıştı.”  Diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemine yabancıydılar ve ellerinde varoluşçu idealizmden başka araç, idealist spekülasyon dışında bir yöntem yoktu. Bilmedikleri bu yapıyı spekülasyonla sökmeye çalışırken klasik idealizmin de gerisine düşmekle kalmadılar neoliberal hegemonyaya tam da onun yükselme döneminde “sol”dan katkıda bulundular. 

“Marksist kategoriler içinde yapı-bozumcu bir tarzda çalışırken” madde-bilinç ilişkisinde maddenin belirleyici özelliğini soyut biçimde inkâr ederek öncelikle söylemi maddenin (toplumsal ilişkilerin) içsel ilişkilerindeki çelişkilerden ayırıp kurtardılar ve ardından “radikal, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi için … bir hegemonya kavramı” inşa etmeye soyundular:

“Bu potansiyel ancak toplumsalın açık, dikişsiz karakteri bütünüyle kabul edildiği zaman, bütünün ve ögelerin özcülüğü reddedildiği zaman açıkça görülebilir hale gelir ve ‘hegemonya’ ancak o zaman sol politik analiz için temel araç olmaya başlayabilir. Bu koşullar başlangıçta bizim ‘demokratik devrim’ dediğimiz şeyin alanında doğmuşlardır, fakat bütün yapı-ayrıştırıcı etkileriyle ancak bir radikal demokrasi tasarısı içinde ya da başka bir deyişle, ‘toplumun özü’ tarzında herhangi bir dogmatik postulasyonuna değil, tersine bütün ‘öz’lerin olumsallığının (olabilir de olmayabilir de-nba) ve muğlaklığının öne sürülmesine ve toplumsal bölünme ve antagonizmanın kurucu karakterine dayandırılan bir politika biçimi içinde en üst düzeye çıkarlar. Ancak kendi temel olma özelliğini olumsuzlayarak yaşayan bir ‘zemin’in; ancak düzensizliğin kısmi bir sınırlanışı olarak var olan bir ‘düzen’in; ancak anlamsızlık karşısında fazlalık ve paradoks olarak kurulan bir’anlam’ın  onaylanması – başka bir deyişle, kurallar ve oyuncular hiçbir zaman bütünüyle açık seçik olmadığı için asla ‘sıfır-toplam’ oyununa dönüşmeyen bir oyunun sahası – olarak siyasalın alanı. Kavrama sığmayan bu oyunun hiç değilse bir adı var: hegemonya.”*1

Özel mülkiyet sistemlerinin –kapitalizmde sermaye biçiminin- iktisadi işleyişini belirleyen hareket yasalarını “altyapıdan sökerek”, üstyapıyı altyapıdan “ayırarak” ele aldığınızda, üstyapıdaki tüm toplumsal siyasal alanları ve “failleri” ilkeden, özden, temelden, açık seçik olmaktan kurtarıp istediğiniz gibi kavramlaştırabilir, kavramları muğlaklaştırabilir, kategorilere ayırabilir, keyfinize göre yönetebilir ve her türlü fantezinize göre biçimlendirebilirsiniz.  “Bir araya getirici demokrasi modelini” (sf.21) uzlaşmaz sınıf çelişkilerinde biçimlendiği için eleştirir ve ardından “Söylemlerin farklılığı” kavramından agnostik demokrasi (çatışmacı çoğulculuk) kavramı üretir, sonra da çıkıp söylemlere kurdurduğunuz “antagonizmanın kökünün kazınamayacağını”, dolayısıyla varlığını kimlik farklılıklarının çoğulcu çatışmalarına bağladığınız demokrasinin sonsuzluğunu ilan edersiniz. Sizi bilimsel olarak bağlayan hiçbir şey kalmamıştır.

Binlerce yılda aydınlanmış tarihsel gerçeklik ve Yapıbozumcu karartma

Yapıbozumcu siyaseti toplumsal üstyapıdan ayırıp ontolojin kavramsal malzemesine dönüştürdüğünde onun gerçek maddi temelinin aydınlanmasına ve dolayısıyla toplumsal bilincin gelişmesine de darbe vurur.

Tarihe özel mülkiyet ilişkileri ekseninde giren siyaset, özel mülkiyetle birlikte sistemleşip devlet biçimini aldığında kendisini üreten iktisadi sistemden özerkleşerek aldatıcı bağımsız bir görünüm alır. Onun aldatıcılığına katkıda bulunan tarihsel nedenlerden biri, sistemleşmesinin her kuşağın kendi ömrü içinde görüp kavrayamayacağı kadar küçük adımlarla ilerleyip binlerce yıla yayılmış olmasıdır. Etienne de La Boetie’nin dediği gibi: “Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”*2

Egemen sınıf ideolojisinin her çağda egemen ideoloji olmasını da kolaylaştıran bu görünüm sayesinde siyaset “tersine ve dolaylı bir yansımayla” ürünü olduğu iktisadi gerçekliği perdeler, karartır, görünmez kılar: 

“Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar ve belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur. Ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı mücadelesi, zorunlu olarak siyasal bir mücadele haline, ilkin bu sınıfın siyasal egemenliğine karşı yürütülen bir mücadele haline gelir; bu siyasal mücadelenin ekonomik temeli ile olan ilişkisinin bilinci bulanıklaşır ve hatta büsbütün kaybolabilir. Ama, bu mücadeleye katılanlarda tamamıyla böyle olmadığı zaman bile, bu bilincin kaybolması tarihçilerin kafasında hemen hemen her zaman meydana gelir.” (F.Engels, Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, sf. 57)

Siyasetin, tarihsel varlık nedeni olan özel mülkiyetle -iktisadi altyapı ile- ilişkisinin bilince çıkarılması –hâlâ toplumsal-sınıfsal bilince ve pratiğe dönüşmesinde gelgitler yaşanıyor olsa da-  tayin edici bir tarihsel aydınlanmadır. Engels’in dediği gibi:

“Nasıl para piyasasına sanayi piyasasının devinimi ana çizgileriyle, yukarıda değinilmiş çekincelerle ve hiç kuşkusuz tersinden yansıyorsa, hükümet ile muhalefet arasındaki çatışmaya da aslında, öteden beri birbirleriyle mücadele eden sınıfların savaşı yansır. Ama burada da tersine ve dolaylı bir yansıma söz konusudur. Öyle ki sınıf mücadelesi bir siyasi ilkeler mücadelesine dönüşmüş olur. Bu öylesine bir dönüşümdür ki işin aslını kavrayabilmemiz binyıllarca zaman almıştır.”*3

Kimliklerin kültür mücadelesini sınıf mücadelesinin yerine koyan Laclau ve Mouffe gibi sol liberaller ise binlerce yılda kavranabilmiş bu tarihsel gerçekliği, siyaseti iktisadi altyapıdan ayırıp sınıfsal “özünü”yapıbozuma uğratarak karartıyorlar. “Radikal demokrasi” denilen şeyin misyonu tam da budur. Özel mülkiyete dayanan üretim ilişkileri ekseninde oluşan uzlaşmaz sınıf çıkarları ve sömürü gerçekliğini bin çeşit siyasal söylem arkasında gizleyen burjuvazinin ideolojik hegemonyasının sol kesimdeki yansımalarından başka bir şey değildir. Niyetleri ne olursa olsun demokrasi ve insan hakları söylemine daralmış sol ve sosyalizm iddialı kesimlerin geldiği nokta da budur.

Toplumsal sınıflar, tarih boyunca siyasetin iktisadi altyapı ile ilişkisinin bilincinde olmadan – her çağın maddi toplumsal koşullarına göre- din, ahlak, ulus, ırk üzerinden ilkelerle (yani inanç, kimlik ve kültürle) ifade ederek taleplerine iktisadi ilişkilerden bağımsız bir görünüm vererek “Söylem” geliştirdiler. Her üretim ilişkileri (köle-toprak, serf-toprak ve emek-sermaye) çağında sınıfların dışa yansıyan söylemlerinde ifade edilen siyasi ilkelerin izi, görünmeyen tarihsel-sınıfsal koşullara doğru, tarihsel materyalist yöntemle takip edildiğinde siyasetin neden ortaçağın toprak-serf üretim biçiminde dine, kapitalizm çağının sermaye biçiminde ulusçuluğa, laikliğe, ahlaka, hukuka büründüğü çözülebilir. Ama her iki durumda da tersyüz olmuş söylemin perdesi yırtılıp atıldığında “kimlik-inanç-kültür-hukuk vb.” bayrağının arkasında yer alan üretim ilişkileri ekseninde konumlanmış sınıflar mücadelesi gerçekliği apaçık görünür.

Yapıbozumcu, siyasetin kapitalist iktisadi gerçekliği karartan, tersyüz eden manipülatif özelliğini derinleştirme çabasında ısrarlıdır: 

“… ekonominin alanının bizzat politik bir alan olarak kurulduğunu ve toplumun herhangi bir başka ‘düzey’inde olduğu gibi, hegemonik diye karakterize ettiğimiz pratiklerin ekonomi içinde de bütünüyle etkin olduğunu göstermeye çalışacağız” (a.g.e. sf.132, bba)

Siyasetin özel mülkiyet biçiminin ekonomik düzlemdeki sınıfsal çelişki, çıkar ve çatışmalarından doğup, devletin kurulmasıyla birlikte belli bir özerklik kazanarak sistemleştikçe dönüp ekonomiye müdahalesi tarihsel-materyalist-diyalektik bir ilişkidir ve Marksizmin başta gelen –Marksizm karşıtlarının çokça görmezden gelip eleştirilerine bahane ettikleri– inceleme konularından biridir. Ancak bu ilişkiyi tersine çevirmekten de öte, ikisini biribirinden söküp ayırarak, iktisadi altyapıyı nereden geldiği açıklanmayan –daha doğrusu varoluşçu idealizmin “belli bir zamanda” oluştuğunu iddia ettiği- politik alana kurdurarak, toplumsal dünyayı insanların ne olduklarına (maddi yaşamlarını yeniden üretirken kurdukları iktisadi ilişkilerinde ne yapıp ettiklerine)  değil ne söylediklerine (siyasal düşüncelerine) bakarak açıklamaya çalışan yapıbozumcu, madde-bilinç (dolayısıyla toplumsal gerçeklik-toplumsal bilinç) ilişkisinde gelişen iki önemli gerçekliği dışlamaktadır:  

Birincisi: “Bu bireylerin zihinlerindeki tasarımlar, gerek onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki gerek kendi aralarındaki ilişkileri hakkındaki gerekse onların öz doğaları hakkındaki fikirleridir. Şurası besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde, bu tasarımlar, onların ilişkilerinin, gerçek eylemelerinin, üretimlerinin, alışverişlerinin, siyasal ve toplumsal (organizasyonlarının) davranışlarının -gerçek ya da hayali- bilinçli ifadeleridirler. Bunun tersi bir varsayımı ileri sürmek, ancak maddi olarak koşullandırılmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir tini, özel bir tini varsaymakla mümkündür. Eğer bu bireylerin gerçek yaşam koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünü ise, eğer onlar tasarımlarında gerçeği başaşağı ediyorlarsa, bu olay da gene onların sınırlı eylem biçimlerinin ve bundan doğan daracık toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.” (Friedrich Engels, Karl Marx Alman İdeolojisi, dipnot 14, sf. 47)

İkincisi: “Kesin olarak, bireyler yalnız kendi özel çıkarlarına –evrensellik, kısaca kolektivitenin aldatıcı bir biçiminden başka bir şey olmadığından dolayı, kendileri için kendi kolektif çıkarlarıyla uyuşmayan özel çıkarlarına– baktıkları için, bu çıkar, onlara ‘yabancı’ olan, onlardan ‘bağımsız’ olan ve kendisi de özelliği olan ve özel bir ‘evrensel’ çıkar olan bir çıkar gibi görünmektedir, ya da bu bireyler, kendileri, demokraside olduğu gibi, bu ikilik içinde hareket etmek zorundadırlar, Öte yandan, kolektif ve kolektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çarpışan bu özel çıkarların pratikteki kavgası aldatıcı ‘evrensel’ çıkarın devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve frenlemesini zorulu kılar” (a.g.e. sf. 63-65)

Marksizmin açıkladığı bu iki gerçeklikten şu sonucu çıkarabiliriz: özel (bireysel ve/veya sınıfsal) çıkara devleti de kullanarak evrensel çıkar görüntüsü verebilen (dolayısıyla yanıltabilen) siyasal Söylem, maddi gerçekliğin açıklanmasında hareket noktası olarak ele alındığında, bırakalım “Sosyalist Strateji” kurmayı, burjuva hegemonyasının tuzağına düşmek kaçınılmazdır.

Toplumsal olayları ve olguları birbirinden ve tarihten de ayırıp her birini kendinde şeylermiş gibi düşünme alışkanlığı, egemen siyasetin ve kapitalist sistemin dayattığı sınırların içinde dönüp durmaya, sürekli demokrasi ve adalet talep etmekten ötesini göremeyen bir siyasal dar görüşlülüğe mahkûm ediyor. 

Siyasal rejimin arkasındaki asıl güç ise bir eli sermayesinde, ülkenin doğal kaynaklarında ve devletin hazinesinde, diğer eli her seçimde biri hükümet olan siyasal temsilcileriyle el ele, her türlü siyasal eleştiriden uzak ama siyasetin arka bahçesinde hükmünü sürdürüyor. İşçi sınıfı sermayenin çarklarında kan ter içinde ömür tüketirken, muhalifleri polise ve “adaletin pençesine”*4 teslim etme işini siyasal temsilcilerine bırakmasında hiçbir sakınca yok; “demokrasi ve insan hakları” faturayı hükümete kesecektir.

Marx’ın dediği gibi “asıl olan dünyayı değiştirmek”se, kavram oyunlarında değil, Engels’in sözleriyle “binlerce yılda aydınlanabilmiş tarihsel gerçekliğin” bilince dönüşen pratiğiyle değişecektir. 

—-

*1 E. Laclau-C. Mouffe, “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” sf. 292

*2 Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine] 

*3 Engels, Conrad Schmidt’e 27.10.1890 tarihli mektuptan aktaran Devlet Ve Hukuk Üzerine ÇHD yay. Sf 25, bba]

*4 “… yakalandılar adaletin pençesine teslim edildiler”. 12 Mart darbesi sürecinde ‘68 kuşağı devrimcilerine, demokratlara, aydın ve sanatçılara yapılan gözaltı ve tutuklama operasyonları TRT ve burjuva medyada haber yapılırken zaman zaman kullanılan bu mesajla topluma yargı üzerinden gözdağı verilirdi. Yağdırılan idam ve hapis cezaları burjuva basının ilk sayfalarında büyük puntolarla haber yapılır, mesaj pekiştirilirdi. Adaletin burjuva sınıf ideolojisindeki gerçek anlamının tevilli ikrarıydı “pençeli adalet”