Kadın Mücadelesinin Tarihsel Gelişimi – II

147

Mürüvet Küçük

Burjuvazi sadece gericileştiği dönemde değil en devrimci olduğu zamanlarda bile kadının ezilmişliği, ikinci cins olması konumu karşısında “geçmişin hükmü”yle hareket etmiş, bugünkü modern feminizmin kökleri de daha o zamanlar atılmıştır. Burjuva kadınlar, feodal sisteme ait hemen her ilişkiyi çözüp kendi çıkarları temelinde yeni bir üstyapı sistemi yaratmaya yönelen burjuvazinin kadın sorunu konusundaki bu gerici tutumuna karşı bayrak açarak sahneye çıkmıştır. Yazının ilk bölümünde bu gerçeğin altı çizilmiş, burjuva devrimleri döneminde temelleri atılan birinci dalga feminizmin ufku, sınırları, elde ettiği kazanımlar, bu kazanımların kadın cinsi açısından anlam ve önemi, elde edilmelerinde dünyadaki sınıf hareketinin oynadığı rol, kadın sorunun kapitalist sistem içinde yaşadığı evrim belirli çizgileriyle ele alınmıştı. 

İkinci dalga feminizm 1960-70’lerde hem birinci dalga feminizmin omurgasını oluşturan liberal feminizmin ufkunun sınırlarına hem de sosyalist hareketin ve özellikle revizyonist kampın kadın sorunu gibi köklü bir sorun karşısındaki düz-kaba yaklaşımına duyulan tepkinin kesiştiği noktada ortaya çıktı. Liberal feministlerin burjuva kadının burjuva erkekle aynı haklara sahip olması sınırlarındaki feminizmi sistemle bütünleşik hale gelmişti. Burjuvazinin birikim politikaları en küçük ekonomik birim olan aileyi, kadının konumunu, yüklenen rollerin kapsamını da belirlerken feminizm de “sosyal refah devletleri” devri denilen dönemde Avrupa ve ABD’de uzun bir sessizliğe gömülmüştü. Yer yer burjuvazinin birikim politikalarının gerekleriyle çakışan bir tutum alarak aslında varlığını sonlandırmıştı. 

Sosyalist hareket ise bu köklü sorunu devrim sürecinde geçerken çözülecek bir yüzeysellikte ele alıp fiilen önemsizleştiriyordu. Mevcut revizyonist kamp ise Lenin’in kadın sorunu karşısındaki tutumunun özlü ifadesi olan “Eski efendi bakış açısını en son, en ince köküne kadar kurutmalıyız, partide ve kitleler içinde…” yaklaşımdan uzaklaşıp kadın sorununun derin kökleriyle her alanda mücadele etme yaklaşımından uzaklaşmıştı. “Hiçbir devlet ve hiçbir demokratik yasama, Sovyet iktidarının kurulmasının hemen ilk aylarında, kadın için yaptıklarının yarısını bile yapmamıştır” gerçeğinin tersine kadınların kazanımlarını geri alan bir tutum içine girmişti. 

’68 hareketinin yükselişe geçtiği, dünya düzleminde katı ve bürokratik olan her şeyin sorgulandığı, Avrupa ve ABD kentlerinin Vietnam ya da Cezayir’de olup bitenlere yönelik tepkilerle sarsıldığı bu kesitte feminizm de kendisini bağımsız bir akım olarak yeniden inşa ediyordu. Bu dalganın öncülüğünü de esas olarak orta sınıf kadınlar yapıyorlardı. 

Kapitalizmin patriyarkayı kullanımı birikim politikalarına göre şekilleniyor

Kapitalizmin birikim politikalarıyla kadın özgürlük sorununun öne çıkan başlıkları arasında dolaysız bir ilişki vardır. İkinci dalga feminizm, Keynesyen politikalar, bu politikaların siyasal karşılığı olan “sosyal devlet” uygulamaları ve esas olarak erkek işgücüne göre işleyen fordist üretim organizasyonu-birikim modelinin ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği toplumsal ilişkiler içinde kadın sorununun kazandığı biçimlere karşı da bayrak açmış oluyordu. 

Fordist sisteme göre organize edilmiş üretim süreci hayli ağır olduğu için omurgasını erkek işgücü oluşturuyordu. Kadın en fazla yardımcı işlerde istihdam olabiliyordu. Erkek işçinin üretime yeniden hazırlanması verimlilik açısından kritik bir anlam taşıyordu. Kadına yüklenen esas rol de buradaydı, eşini ya da oğlunu ertesi günkü üretime hazırlayacak bakım ihtiyaçlarını karşılamak! Kısacası kadının yeri tüm açıklığıyla evdi. Çalışsa bile onun ücreti ailenin ek kazancı olarak kodlanmıştı. O zamanlar bir işçi ailesinin yaşaması için gerekli asgari gelir üzerinden hesaplanan ücret, esas olarak erkek işçinin ücretiydi. Aile kurumunun “özel alan” olduğu bu modelde kadın ve çocuklar evin maddi giderlerini sağlayan erkek işçi açısından fiilen “hizmetkardı.” Kapitalizmin patriarkayı kendi ihtiyaçları temelinde kullanmasının tipik ifadesi olan bu yaklaşımda ev ve aile de bir kutsiyet halesiyle “özelleştirilmişti.” 

İkinci dalga feminizm tam da bu noktada “kişiselin-özelin” alanını politikleştirmekle yola çıktı. Cinsellik, ev işleri, yeniden üretim, kadının bedeni üzerinde söz hakkına sahip olması, kürtaj hakkı ve kadına yönelik şiddet gibi daha önce “özel” denilen konuları “kişisel olan politiktir” diyerek kamusal bir sorun olarak ele aldı. 

Patriyarkayla kapitalist üretim modeli-organizasyonu arasındaki bu dolaysız ilişkiyi, onu üretim ilişkileri ve tarihsel anlamından bağımsızlaştırarak kendinde bir şey olarak okuduğu için kadının toplumsal konumunu cinsiyetçi bir teori geliştirerek açıkladı. Ayrı bir sistem olarak tanımladığı patriyarkanın sınıf farkı gözetmeksizin cinsler arasındaki tüm ilişkileri belirlediğini savunan bu cinsiyetçi teoride tüm kadınlar aslında tüm erkekler tarafından sömürülüp ezilen cinsi oluşturuyordu. Patriyarka, tarih boyunca tüm toplumlarda hatta sınıflı toplumlardan da önce varolan hiyerarşik bir sistemdi ve bu sistem kapitalizm döneminde de hükmünü konuşturuyordu. 

Önemli bir kültürel dönüşüme öncülük ettiler

Kökleri kendisinden önceki dönemlere dayanan, ‘70’li yıllardaysa olgunlaştırılıp sistematik hale getirilen bu teoriye göre, kadın mücadelesi asıl olarak sınıf farkı gözetmeksizin kadın cinsini ezen-sömüren tüm erkeklerin çıkarları temelinde işleyen patriyarkaya karşı verilecek mücadeledeydi. Kadının yaşadığı baskı-sömürü ve tahakkümün sınıf ilişkileriyle ilgili olmayıp bu ilişkilere de yön veren erkeğin doğasından kaynaklanıyordu. 

Kendilerini radikal feminizm üst başlığında tanımlayan bu teoriler ve dönemin yükselen kitle hareketi içinde geliştirilen eylem biçimleri o dönem açısından toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanması başta olmak üzere, kadın üzerinde kurulu pek çok hiyerarşik denetim mekanizmasını sorgulattı. Düşünün ki Avrupa’nın birçok ülkesinde kürtaj yasaktı, kadının gördüğü şiddet ev içinde kalıyordu, mesleklerde belirgin bir cinsiyetçi yaklaşım vardı ve bu, ücretlerdeki makası da büyütüyordu, bekaret sorunu ve cinsel tercihler önemli tabular olarak varlıklarını koruyordu. İkinci dalga feminizm kültürel sınırlarda da kalsa bu noktalarda önemli bir değişimin öncülüğünü yapmış oldu. 

Adaletsizlik-eşitsizlik kavramının kapsamını ekonomik eşitsizliklerle sınırlamayıp hiyerarşik statü ve politik güç dengesizliklerini de içine alacak şekilde genişleten bu feminizm, ekonomi, kültür ve siyaseti içine alan daha geniş bir yaklaşım getirdi. Keynesyen “ekonomik refah” mottosu altına “özel” denilerek saklanan eşitsizlik ve baskı biçimlerini alenileştirdi. 

Yanı sıra kadın sorunundaki indirgemeci-ekonomist yaklaşımlara karşı baskılandığı düşünülen kimlikleri sahiplenen bir yaklaşım geliştirdi. Bu noktada kendilerini “özgürlükçü” kategorisi altında toplayan hareketlerle iletişim içine girdi. 

İkinci dalga feminizm ilk heyecanlı dönemlerinde Marksizm ve liberalizme mesafe koymuştu. Kadının ezilmişliğinin tarihsel toplumsal köklerini çığır açacak şekilde tespit edip bu eşitsizliğin ilelebet sürüp gitmeyeceğini bilimsel temelleriyle koyan Marksizm’e, “ekonomi politik odağından bakıyor” diye burun kıvırmıştı. Hukuk ve çeşitli yasal güvenceleri fetişleştiren, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üretim ilişkilerinden kopararak kendinde bir şey haline getiren ve ufku da burjuva erkekle eşit haklara sahip olmakla sınırlı olan liberal feminizme de bu sınırları nedeniyle mesafelenmişti. Bu dalganın öncüleri, ailede, toplumsal-gündelik hayatın her alanında bulunan eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı mücadeleden bahsediyordu.

Bu savunular asıl olarak kendisini radikal feminizm üst başlığında tanımlayan feminist yaklaşımın savunularıydı. 

Sosyalist feminizm bu dönemde şekillendi

Fakat kimlikçi-cinsiyetçi yaklaşımları, kültürel olanla sınırlı kalması kendi içinde de tartışmalar ve farklı ekollerin ortaya çıkmasını getirdi. Sosyalist feminist yaklaşım da o tartışmalar içinden oluştu. 

Sosyalist feminizm de radikal feminizm gibi feminizme ideolojik bir temel oluşturma çabasının ürünüydü. Farkı, kadının ezilmişliğinin köklerini, -yetersiz bulmakla birlikte- tarihsel materyalizmde aramasıydı. Kadının ezilmişliği sorununu özel mülkiyet, bunun üzerinden şekillenen toplumsal ilişkiler ve işbölümüyle açıklayan, bu ilişkilerin son bulmasıyla ortadan kalkabileceğini savunan tarihsel materyalist anlayışla polemiklerini ise asıl olarak yeniden üretim noktasında yoğunlaştırdı. 

Dönemin devrimci ruhunun de etkisiyle başlayan sosyalist feminist tartışmalar özünde kendisini bağımsız bir akım olarak tanımlamaya çalışan feminizme bir kimlik kazandırma çabasıydı. O zamanki sınıf ve kitle hareketinin gücü de onun Marksizm’le montelenmiş, gergin bir ilişki kurmasını getiriyordu. Fakat tüm tartışmalı yanlarına rağmen feminizmin gündemine kadın sorunuyla mülkiyet ilişkileri arasındaki ilişkiyi, sosyalizm ufkunu taşıyordu. 

Marksizm’de ekonomik temelin belirleyici olduğunu (determinist şekilde kavrıyorlardı bunu) söyleyen sosyalist feminist yaklaşımlar, ekonomik temelin de yeniden üretimden koparılarak eksik bir tarzda ele alındığını ifade ediyordu. Bu temel eleştirisine, iktisadi faktörlerin yanı sıra toplumsal faktörlerin de yeterince gözetilmediği eleştirisi ekleniyordu. Son noktada Marksizm’in patriyarkanın anlam ve gücünü ötelediği belirtiliyordu. Patriyarka konusunda kendi içinde de çatallanan sosyalist feminizmde erkek kendi başına sorunun kaynağı olmasa da önemli bir parçasıydı.

 ABD ve Avrupa’da sosyalist feministler, kitle hareketinin kabarışa geçtiği ‘60’larda kadın hakları ve kurtuluşu arayışlarındaki eleştirellikleriyle beraber Marksist külliyatı ve sosyalizmin kazanımlarını ciddiyetle incelediler. Başlattıkları tartışmalarla sosyalist hareketin kadın sorununu devrimle birlikte “geçerken çözülecek” bir sorun sığlığındaki dar-indirgemeci yaklaşımları üzerinde sarsıcı etkiler yaratmışlardı. Ev içi emek, cinsiyetçi işbölümü, çalışma yaşamında cinsiyete dayalı hiyerarşik ilişkiler, kadının üretim süreciyle yeniden üretim sürecinin yükleri arasında sıkışmasına yönelik çözüm önerileri… vb. birçok başlıkta açılımlar getirdiler. 

Bu tartışmalar içinden sadece sosyalist feministler değil, siyah feministler, anti emperyalist feministler gibi birçok ekol türedi. 

Bu ekoller, önceliği işçi sınıfı mücadelesine, kadın sorununu da kadın işçinin işyerinde yaşadığı sorunlara indirgeyen “devrimci” yaklaşımlara da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üretim ve bundan türeyen toplumsal ilişkilerden bağımsızlaştırarak ele alıp kategorik olarak önceleyen radikal feminizme de karşı çıktılar. Yalnızca toplumsal cinsiyete değil; sınıf, ırk, cinsellik ve ulusal kimlik gibi konulara da odaklanan bu feministler, bugün geniş ölçekte kabul gören “kesişmeci” bir alternatifin öncülüğünü yaptılar. 

Neoliberal birikim politikalarıyla buluştular

İkinci dalga feminizmin liberal feminizm dışında kalan tüm ekolleri kadın sorununun kapsam ve derinliğinin anlaşılması boyutuyla tarihsel olarak son derece anlamlı katkılar sundular. Fakat bu dalga da bir noktadan sonra neoliberal birikim modelinin istekleriyle uyumlulaştı. Devasa bir araştırma külliyatı yaratırken aynı zamanda tasfiye edilen “sosyal devlet” politikalarının yerine konulan mikro krediler, kadını kapitalist işgücüne kazandıracak türlü çeşit fonlar, kapitalist tüketimin aktif öznesine dönüştürecek projeler vs.’nin uygulayıcısı haline geldi. Dalganın feminist özneleri giderek sistem tarafından özümsendi.

Feminizmin bu gidişatında belirleyici olan kadın sorununa yaklaşımdaki sınırlarıydı. Sınıfsal eksenden tümden kopup kimlikçi bir kulvarda hareket eden ve neoliberal politikaların ihtiyaç duyduğu kadın dönüşümüne bilerek ya da bilmeyerek önayak olur hale gelen bu feminizm de bizzat kendi içinden eleştirilmeye başlandı.   

‘80’lere geldiğimizde ABD ve Avrupa gibi merkezlerde iikinci dalga feminizm kadınlar arasındaki sınıfsal ve etnik farklılıkları ötelediği, orta sınıf kadın deneyim ve beklentilerini tüm kadınlara dayattığı eleştirilerinin hedefi haline gelerek güç kaybetmeye başladı.

Türkiye gibi bağımlı ülkelerde başka kulvarlarda akıp gelişen feminist hareket, gelinen noktada bir kez daha tarihsel-toplumsal gelişmeler ışığında kendisine yine-yeniden bir kimlik oluşturma yönelimi içinde. Bu seferki tartışmalarda sınıfsal çelişki ve çatışmanın belirleyiciliği daha merkezi bir yere oturuyor. Kadın hareketinin ekolojiden etnik-ulusal baskılara, ırkçılıktan faşist yükselişe, göç sorununa kadar tüm tarihsel-toplumsal gelişmeleri içerecek bir eksende yürümesi gerektiği yönündeki eğilimler-tartışmalar devam ediyor. 

Gelecek sayıda feminizmin Marksizm’e yönelik eleştirilerine ilişkin genel bir incelemeyle devam edecek…