Yeni Bir Sentez İhtiyacı

63

Türkiye solunda iki tarihsel damar

Türkiye sol hareketinin 1968 sonrası gelişimi iki ana hat doğrultusunda şekillenmiştir. Bu doğrultular iki ana damar olarak da tanımlanabilir. Bunlardan birincisi sosyalist devrim savunuculuğu, diğeri ise demokratik devrimciliktir.

Sosyalist devrimcilik (SD‘cilik), Türkiye’nin sosyalist devrim aşamasında olduğunu savunur. Teorik olarak emek-sermaye çelişkisini esas alır. Kimi farklı versiyonları olmakla birlikte bu onun Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısının somut tahlilinden çıkardığı bir sonuç olmaktan ziyade çağın genel özelliklerinden (karakterinden) hareketle benimsediği bir ön kabuldur.

Demokratik devrimcilik (MDD‘cilik) ise Türkiye’nin önündeki devrim aşamasını anti-emperyalist anti-feodal ya da aynı kapıya çıkmak üzere anti-emperyalist anti-oligarşik karakterde milli demokratik devrim olarak tanımlar. Sosyalizme ancak bu aşamanın tamamlanmasından sonra ya da demokratik görevlerin çözümüyle iç içe gelişecek kesintisiz bir süreç sonunda geçilecektir.

Türkiye sol hareketinin tarihsel gelişimine damga vuran bu iki ana kamp arasındaki farklılıklar salt bu temel ideolojik yaklaşım farkından ibaret değildir. Tamamen bundan kaynaklanmamakla birlikte bütünüyle de bağımsız sayılamayacak belirgin başka farklılıklar da söz konusudur bu iki kamp arasında.

Onların Türkiye solunun tarihsel gelişimi üzerindeki etkileri de asıl olarak bunların yansımalarıdır.

Karakteristik çizgiler

Her iki kampın ayırt edici çizgilerini oluşturan bu özellikler, savunulan devrim tipinden kaynaklanan, bu anlamda onlara içkin ‘doğal‘ sonuçlar olarak görülemez. Ancak ’68’ten bugüne kadar bu kamplarda yer alan güçlerin bir anlamda ‘gelenekselleşmiş‘ genel özellikleri olarak çıkarlar karşımıza.

Öte yandan bu ortak özellikler, iki kampın bütün bileşenlerinde aynı saflık, bütünlük ve yoğunluğa sahip olmadıkları gibi her iki kamptan da farklı özelliklere sahip istisnaların çıkmadığı anlamına gelmez.

SD’cilik, entelektüel birikim ve Marksist teoriye aşinalık bakımından her dönem göreli bir gelişkinliğe sahip olmuştur. Bu onun üstün olduğu yönlerin başında gelir. Bu göreli üstünlük, ‘sosyalizme’ yakınlık duyan aydınlarla iyi eğitim görmüş kentli sınıflara mensup sosyalizm taraftarlarının birinci TİP’in kuruluşundan itibaren genellikle bu kampta yer almalarının beraberinde getirdiği bir sonuçtur.

Zaten SD’ci cenah baştan beri genel olarak daha ‘kentli‘’ dir. Buna karşın MDD’cilik daha taşralı ve kırsal bir bileşime sahiptir.

SD’ci kampın önemli bir farkı ve özelliği de işçi sınıfının geniş kitleleriyle ilişki kurmakta gösterdiği başarıdır. Gerçi bu etkinliğin sınıf hareketine zararları da büyük olmuştur ancak sosyalist hareketin belirgin bir sınıf temeline oturması, sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketinin kaynaşması açısından bu deneyimden alınması gereken çok ders vardır. SD’ci kamp bu özelliğini her dönem korumuştur. Bunun temelinde elbette SD anlayışının doğasından ileri gelen işçi sınıfına yönelimde ısrar yatar.

MDD’ci kampın teorik yönü genel olarak zayıftır. Bu asıl olarak onun pratiğe öncelik ve önem vermesinden kaynaklıdır. Yalnız teorik düzey ortalamasının bu genel ve göreli düşüklüğü, entelektüel bakımdan gününün ilerisinde bireyler ve çözümlemelerin bu kamptan hiç çıkmadığı anlamına gelmez. Tersine, özellikle ’68 devrimciliğinin ana kulvarlarından ikisini açan önderler olarak İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Çayan‘ın o genç yaşlarında ortaya koydukları stratejik yaklaşım ve çözümlemeler, dönemin -hatta sonraki ’70’li yılların- sosyalist devrimci teorisyenlerinin ortaya koydukları teorik ve siyasal çözümlemelerden çok daha gelişkin ve dayanıklı -üstelik devrimci- düşünsel ürünlerdir.

MDD’ci kamp genel olarak pratikte militanlığıyla öne çıkar. Nitekim Türkiye solunun tarihindeki iz bırakan bütün militan çizgi ve eylemlerin sahipleri bu kamptan çıkmıştır.  ’68 devrimciliğini esas olarak bu kamp temsil eder. Zaten SD-MDD bölünmesi de asıl olarak TİP yönetiminin parlamentarizmine ve pasifizmine duyulan tepkinin sonucudur. Bu haklı ve devrimci bir tepkidir. Ve salt o ayrışma kesitiyle -ve o dönemin TİP yönetimiyle- sınırlı kalmayıp daha sonraki yıllarda da bu iki kamp arasındaki temel farklılığı oluşturmaya devam etmiştir.

Tarihsel açıdan daha ileri bir teorik-ideolojik tutumun sahibi olmakla birlikte SD kampında yer alan güçler, politik olarak genellikle yasalcı, parlamentarist ve pasifist eğilimlerin temsilcileri olarak boy göstermişlerdir. 1980 öncesinde asıl olarak TİP ve TKP tarafından temsil edilen bu kampta yer alan güçler içinden bugüne dek -ve halen- süreklileşmiş militan devrimci bir çizgi ve pratiğe sahip tek bir örgüt ya da çevre dahi gösterilemez. Buna karşın sosyalizme barışçıl geçiş vaazlarının, parlamentarizmin, düzen sınırları içinde kalan bir meşruiyet düşkünlüğünün, CHP kuyrukçuluğunun, militan eylem düşmanlığının en uç ve pespaye biçimlerinin savunucuları birinci TİP’ten itibaren hep bu geleneğin mensupları arasından çıkmıştır.

TİP’in tarihi boyunca varlık sebebi haline getirdiği “parlamentarist yol” saplantısı, yine TİP yönetimi tarafından 1968 sonrası geliştirilen “uslu duralım yoksa faşizm gelir” tezinde somutlanan ve ’78’lerin Türkiyesi’nde de sürdürülen “provokasyon” teorileri, TKP’nin ’70 ortalarında peş peşe ortaya attığı “faşizm tırmanıyor” tezi ile buna bağlı olarak geliştirdiği “ulusal demokratik cephe” politikaları bu kampın ruhuna işlemiş sağcılığın ve reformizmin en ünlü örnekleridir.

SD kampının genel özelliklerinden biri de 1990’lara kadar “sosyalist” olarak görmeye devam ettikleri Sovyet revizyonizme körlemesine sadakattır.

Yanlışı yanlış yerde aramak

Ancak, Türkiye solunda “sosyalist devrimi” savunan güçlerin bugüne kadar ortak payda ve özelliklerinin başında gelen sağcılık, sosyalist devrimciliğin doğasından değil lafta SD’i ve işçi sınıfı devrimciliğini savunan bu güçlerin sınıfsal yapısı ve politik karakterlerinden kaynaklanan bir sonuçtur.

Zaten bunların “sosyalizm” anlayışları da sorunlu ve sakattır. Her şeyden önce proleter bir karakterden, bilimsel sosyalist (ML) bir içerik, bütünlük ve tutarlılıktan uzaktır.

Sosyalizm bu cenahtaki kimilerine göre “kamu mülkiyeti ve merkezi planlamaya dayalı ekonomik bir  öğreti ve model”dir (Behice Boran ve Sadun Aren gibi TİP önderleri 12 Mart döneminde sıkıyönetim mahkemeleri karşısında sosyalizmi bu şekilde savunmuşlardır!!!). Kimileri sosyalizmi “feodalizme ve gericiliği karşı Cumhuriyet’in kazanımlarına da sahip çıkan bir modernleşme ve aydınlanma hamlesi, yurtseverlik, devletçilik ve sosyal adalet” olarak anlar (Bugün TKP adını kullanan örgütün programı ve bütün politik stratejisi böyle bir “sosyalizm” anlayışı üzerine kuruludur).  Kimileri sosyalizmi salt siyasal bir rejim tipinden ibaretmiş gibi “konsey (sovyet) demokrasisine” indirger, kimileri de üzerine bazı sosyalist kavram ve taleplerin geçirildiği küçük burjuva halkçılığı sosyalizm olarak pazarlamaya çalışır.

Dolayısıyla bu kampın karakteristik özelliklerini oluşturan militanlık uzaklık, parlamentarizm ve reformizmi sosyalist devrimi savunmanın beraberinde getirdiği doğal ve mantıki sonuçlar olarak görmek yanlışı yanlış yerde aramak olur. Sığ ve bağnaz MDD’ci cehaletin çok işlediği bir hatadır bu. Halbuki aradaki ilişki tam tersinedir. SD’i savunmak bunları değil, bunlar SD’ciliği bozup ayağa düşürmüşlerdir ve bu tecavüz sürmektedir.

Diğer yandan SD kampından bugüne kadar tek bir militan devrimci yapının dahi çıkmamış oluşu, izlenen politik strateji ve taktiklerden kopuk bir sosyalist devrim savunuculuğunun tek başına kimseyi “devrimci” kılmadığını -ve kılmaya da yetmeyeceğini- göstermesi yönüyle de uyarıcı somut bir göstergedir.

Sosyalizme uzaklık erdem değildir

MDD’ci kampın en büyük -ve birçok sapmasının temelinde yatan tayin edici- zaafı ise sosyalizme olan uzaklığıdır. Bu uzaklık gerçi kampın bütün bileşenlerinde hiçbir zaman aynı ölçü ve yoğunlukta olmamıştır. Ancak kampın genelinin her evrede baskın özelliği olarak karşımıza çıkar.

Sosyalizme olan bu uzaklık, MDD’ci kampın kimi bileşenlerinde -özellikle 1989 sonrasının tasfiyeciliğiyle de birleşerek- yer yer sosyalizme düşmanlaşma boyutlarına varmıştır. Bu sadece sosyalizmi kurmaya yetenekli tek sınıf olarak proletaryanın devrimde oynaması gereken öncü ve önder rolün inkarı şeklinde dolaylı bir karşıtlık sınırları içinde de kalmayıp liberalizme yönelen dönekler ya da Kürt yurtsever hareketi örneğinde olduğu gibi açık ve dolaysız bir saldırganlık biçimine bürünebilmiştir.

Öte yandan sosyalizmin kavranışı bu kampta da fazlasıyla sığ ve sorunludur. Tek tük kimi istisnalar hariç tutulacak olursa bu kampın sosyalizme görece en yakın hatta kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan bileşenlerinin sosyalizm kavrayışları bile sosyalizmin belirli yön ve uygulamalarının öne çıkarılmasına dayalı küçük burjuva halkçı bir bulamaç olmaktan öteye geçmez. Sosyalizmi salt emperyalizmden bağımsızlık, devletçilik, kırda toprak reformu, merkezi planlama ve halkçı bir rejim yapılanmasına vb. indirgeyen sığlık bu cephede çok daha yaygın ve etkilidir.

MDD’ci kampın sosyalizme ve onu teorisi olarak ML’e olan uzaklığı, Türkiye’nin somut sosyo-ekonomik gerçekliğinin doğru kavranışından devrim anlayışına, ittifaklar sorunundan politika yapma tarzına kadar hemen her konuda bir dizi yetersizlik, çarpıklık ve yozlaşmanın da kaynağı durumundadır. Özellikle bu kampın bileşenleri içinde görece daha yaygın ve derine işlemiş olan Kemalizmin, cuntacılık ve şovenizmin etkinliği öncelikle burada aranmalıdır.

İçinde bulunulan devrim aşamasının ‘milli‘’ ve ‘demokratik’ karakterinden hareketle “asker-sivil aydın zümreyi”, orta hatta milli burjuvaziyi bile “devrimin müttefikleri” arasında gören öte yandan sosyalizmi ancak uzak bir geleceğin sorunu olarak değerlendirip onu kurmaya yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının devrimdeki konumunu bile ‘sıradanlaştıran’ bir devrim anlayışının Kemalizm ya da orduyla arasındaki sınırları baştan kendi elleriyle zayıflatmasından daha ‘doğal‘ -bir bakıma ‘kaçınılmaz’- ne olabilir?..

Aynı “yumuşak karın”, etkisini Kürt sorununa yaklaşımda da gösterir. Aslında Kürt sorununa yaklaşım konusunda sık sık çok kaba ve açık biçimler alan yapısallaşmış bir sosyal şovenizm her iki kampın geniş kesimlerinin birbirlerine en yakın oldukları hatta ortaklaştıkları nadir özelliklerin başında gelir. SD’ci kamp bu sosyal şovenizmi “sınıf bakış açısını esas almak” ya da “herşeyin çözümü sosyalizmde” gerekçesinin arkasına saklanarak gizlerken; küçük burjuva milliyetçi bir “millici” damara sahip MDD’ci kamp içinde sosyal şovenizmin arkasına saklandığı bahane genellikle “emperyalizmin oyununa gelmemek, anti-emperyalist mücadeleyi zayıflatmamak” gerekçesi olur.

Geçmişimizle gelecek arasında kurmamız gereken köprü

Türkiye solu bugün tarihsel bir eşikte. Kendisini bir bakıma yeniden örgütlemek zorunluluğuyla karşı karşıya. Bu zorunluluğun bir ucu, kapitalizmin ve burjuvazinin karşısında yeni bir dünyanın kuruluşuna öncülük konumuna sıçramış gerçek bir devrimci iktidar odağı olarak öne fırlayıp sivrilmeye açılıyor; ancak diğer uçta ise göreli ilerlemelerle sarhoş olup kısır didişmelerle oyalanmayı yeterli gören etkisiz ve cılız bir muhalefet odağı olarak kendi kozasında tükenip gitme yatıyor.

En son Gezi isyanı somut olarak bir kez daha hatırlattı bu zorunluluğu ve terazinin kefesinde yatan alternatifleri. Kitlesellik, yaygınlık ve inatçı bir militanlık bakımından Cumhuriyet tarihinin bu en büyük toplumsal patlaması sırasında genel olarak solun hareketin arkasından yetişmekte bile ne kadar geç ve yetersiz kaldığını hep birlikte gördük. Ancak neoliberal kapitalist saldırganlık ve onun çekimine kapılan liberal dönekliğe pabuç bırakmayan devrimci solun ağır bedeller pahasına koruyup yaşattığı değerler ve birikimden de beslenen Haziran İsyanı aynı zamanda solun etki alanını tahayyül sınırlarının dahi ötesinde genişletme imkan ve potansiyellerinin aslında ne kadar geniş ve büyük olduğunu da gösterdi hepimize.

Şurası çok açık: Sol kendini yenilemeli. Ancak bu yenilenme hangi temellerde, nasıl olmalı? Tayin edici öneme sahip bir soru bu. Malum, 1989 sonrasının bütün tasfiyeci yönelimleri sırasında geçmişin devrimci değer ve geleneklerine sırtını dönerek neoliberalizme yelken açan döneklik de “yenilenme” iddiası ve sloganı arkasına saklandı. Dolayısıyla bu yenilenmenin hangi parametreler ışığında, neleri baz alıp hangi çizgide geliştiği önemli.

Tasfiyeci döneklik yönelimlerinden farklı olarak tutarlı devrimci bir çizgide gelişme amacı ve iddiasını taşıyan her yenilenme, bizce 3 ana kaynaktan beslenip onların gereklerini yerine getirecek bir çizgide gelişmek zorunda.

Bunların başında da net bir sosyalist amaç ve karakter gelmeli. Neoliberal birikim modeli ve hegemonyanın da tıkanıp çözülmeye başladığı ve sistemin yeni bir kriz evresine daha girdiği, öte yandan bunun hem neden hem de sonuçlarından biri olarak işçi sınıfı, emekçi kitleler ve ezilenlerin kendilerine güven ve umut verecek yeni arayışlar içine girdikleri bir tarihsel kesitte hâlâ son tahlilde  kapitalizmin orasını-burasını restore etmekten öte sonuçlar doğur(a)mayacak “çözüm” ve “kurtuluş” reçetelerinde ısrar tarihin trenini kaçırmakta ısrardan başka bir anlama gelmez.

Günümüzde kaçınılmaz bir zorunluluk halini almış olan devrimci bir yenilenme, ikinci olarak, sosyalizmin kavranışındaki sığlık ve çarpıklıklar da içinde olmak üzere zaman tünelinde kalmış anlayış ve alışkanlıklardan radikal bir kopuş çizgisinde gelişmeli. Sadece ülkelerin sosyo-ekonomik yapı ve gelişme düzeyleri bakımından değil sınıfların yapısından birbirleriyle olan ilişkilerine, burjuvazinin egemenlik yöntemlerinden toplumsal davranışlara yön veren değer ve amaçlara kadar her şeyin değiştiği bir tarihsel evrede devrimin ve gelişkin bir sosyalizmin inşası açısından bu değişimin beraberinde getirdiği dezavantajlar yanında avantajlar bakımından da artık 21. yüzyıla girdiğimizin hala ‘farkında olmayan’ bir sosyalistlik ve devrimcilik iddiasının değil devrimi başarmak, devrimci olarak kalmayı bile başaramayacağı görülmek zorunda.

Tutarlı sosyalist bir çizgide devrimci bir yenilenmenin üçüncü beslenme kaynağını ise, proletarya hareketinin dünya-tarihsel deneyleri yanında Türkiye’deki sol hareketin tarihsel gelişim sürecinden çıkarılan sonuçlar oluşturmalı. Bu konuda tasfiyeci inkarcılıktan olduğu kadar geçmişin bölünme ve kamplaşmalarına ait tutucu bir bağnazlıktan da uzak durulmalı. Kendimize ait’ olanlar kadar ‘kendi dışımızda’ yaratılmış olumlu değer ve özellikleri de sahiplenme noktasında hiçbir kompleksin tutsağı olunmamalı. 

Yalnız bu sahiplenme, geçmişin aynen tekrarına çalışmak gibi bir taklitçilik ya da “bir ondan, bir bundan”, “biraz ondan, biraz da bundan” şeklinde bir melezleştirme olarak da anlaşılmamalı. Marksist diyalektiğin diliyle “süreklilik içinde kopuş” yaklaşımı temelinde, Marksist ‘eleştiri’ anlayışının özüne ve yöntemine uygun olarak tarihsel geçmişimizdeki bütün olumlulukları soğurup proletaryanın bilimsel sosyalist dünya görüşünün ışığında bunların bir üst düzeyde yeni bir sentezini yaratmak olarak anlaşılmalı.

Türkiye solunun birçok bileşeni ne yazık ki bugün tersine bir gidiş içinde. Kendini devrimci bir tarzda aşma anlamında ‘yenilenme’ şurada dursun, geçmişin kimi olumlu özelliklerinin de aşınıp yıpranması söz konusu. Bu arada geçmişteki kimi sınırlar ve farklar da olumsuz anlamda siliniyor.

Örneğin yılların SD’cileriyle en bağnaz MDD’cilerinin bugün düpedüz milliyetçi bir “anti emperyalizm” düzleminde buluşmalarına tanık oluyoruz. Sadece hareket noktaları ve kullandıkları kimi kavramlar farklı. Örneğin biri “yurtseverlik” olarak tanımlıyor bu sapına kadar Kemalist küçük burjuva milliyetçi savruluşu öteki “vatanseverlik” olarak. Kürt ulusal hareketinin “eleştirisi” söz konusu olduğunda bu kısmi farklılıklar da kalkıyor ortadan. Artık saklama gereği bile duyulmayan bir sosyal şovenizm her iki cenahta da paçalardan akıyor. Çünkü her ikisi de hâlâ Kemalizmin yoğun etkisi altındaki CHP tabanına ve Alevilere oynuyor. Dolayısıyla kılık ve kılıf değiştirmiş bir Kemalizm diğer bir ortaklaşma konusu olarak karşımıza çıkıyor.

Dünün SD’ci-MDD’ci ayrımlarının olumsuz anlamda silikleşip kaybolması, sadece Türkiye’nin gündemiyle de sınırlı kalmayan daha genel bir ideolojik deformasyonun yansıması. Suriye’deki gerici iç savaşta ateşli bir Esad rejimi yandaşlığı bunun en yakın ve somut örneği. Aynı sakat “anti emperyalizm”  kavrayışı Arap isyanlarına yaklaşım konusunda da kendini gösteriyor, Ukrayna’da yaşananların yorumlanmasında da. Düşünün ki, “saf ve pürüzsüz bir sosyalist devrimci”  geleneği temsil iddiasında bulunanlardan bazıları bugün 1970’li yılların Maocu “Üç Dünya Teorisi” ni hortlatmaya soyunuyor. Sınırlar bu kadar silinmiş, eskinin ayrımları bu denli ters yüz olmuş durumda.

TKP denilen nevzuhur sosyalist çevrenin yayın organı soL gazetesinin yazarlarından Fatih Yaşlı, Ukrayna ve Venezüella’da yaşananlara “nasıl bakmamız gerektiğini”  anlatmaya kalktığı 23 Şubat tarihli yazısında, Ukrayna’da çatışan tarafların ABD-AB ikilisi ile Rusya adına vekalet savaşı yürüten piyon klikler olarak görmekle birlikte, “Batı emperyalizmi ile Rusya ve Çin arasındaki egemenlik mücadelesinde taraflar eşit pozisyonda değildir. Yani bugün itibariyle dünya kapitalist sisteminin hegemon gücü ABD ve AB bloğudur. Dolayısıyla mücadelenin taraflarını aynı kefeye koyan ve çubuğu net bir şekilde Batı emperyalizmine bükmeyen bütün analizler sol açısından hatalı olacaktır. (…) Dolayısıyla yeni Soğuk Savaş’ta taraflara eşit mesafede durarak dünya kapitalist sisteminin hegemonik gücünü hedef tahtasına yerleştirmemek, radikalizm kılığına bürünmüş apolitizmden başka bir şey değildir”  diyebiliyor.

Burada sergilenen yaklaşımın, bir zamanlar Aydınlık‘ın ve fanatik Maocu örgütlerin bayraklaştırdıkları “üç dünyacılık” tan ne farkı var? Sosyalizmden kopuk bir MDD’ciliğin nerelere savrulabileceğinin çarpıcı örneklerinden biri olan bu sınıf işbirliği teorisi de, “ABD gerileyen süper güç, buna karşılık Rus sosyal emperyalizmi yükselen hırslı emperyalizmin temsilcisi. Dolayısıyla mızrağın sivri ucu asıl olarak ona yöneltilmeli” demiyor muydu?.. 

İşe bakın ki, sadece bu konuda değil başka konularda da dün Aydınlık gibilerinin ağzından duyduklarımızı bugün keskin “sosyalist” lerin ya da MDD’ciliğin devrimci kanadından gelerek küçük burjuva milliyetçiliğin sınırlarına dayanmış olanların ağızlarından duyabiliyoruz.

Bundan 40-50 yıl öncesinin tarihsel koşullarında şekillenmiş devrimcilik anlayışının, o yıllar ve koşulların teorik-ideolojik düzeyi, sosyalizmi, dünya ve Türkiye gerçekliğini kavrayışının sonuçları olarak karşımıza çıkan ayrım ve kalıpların günümüzde artık nasıl anlamsızlaştığını şuradaki sınırlı değinmeler ve örnekten de görebiliriz.

Onun için diyoruz ya, bugünün devrimciliği kendisini 21. yüzyıla göre konumlandırmak zorundadır. 

(https://arsiv.alinteri8.org/haber/21638?q=Yeni Bir Sentez)