Türkiye Devrimi’nin Karakteri Üzerine

H. Selim Açan
Devrimimizin içinde bulunduğumuz aşamasının karakteri konusu, 1968 ve sonrasında Türkiye sol hareketinin temel saflaşma konularından biri hatta başta geleniydi. Konu salt sosyo ekonomik yapı çözümlemesiyle sınırlı değildi. Buna dayalı olarak nasıl bir devrim stratejisi izlemek gerektiğine, devrimin temel gücü, müttefikleri ve düşmanlarının kimler olduğuna dair stratejik perspektif tartışmasıydı. Bu temelde ‘sosyalist devrimcilik (SD)’ ve ‘milli demokratik devrimcilik (MDD)’ şeklinde iki ana kamp şekillendi.
SD’cilik, adından da anlaşılacağı üzere, önümüzdeki devrimi proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek sosyalist devrim olarak tanımlıyordu. Devrimin öncüsü ve temel gücü proletaryaydı. Yoksul köylülük onun temel müttefikiydi. Kent ve kırın küçük burjuvazisiyle orta burjuvazinin kimi kesimleri de devrime kazanılması gereken müttefiklerdi. SD’ci kamp içinde baskın olan parlamentarist reformist yaklaşım sahipleri sosyalizme geçişin barışçıl yöntemlerle gerçekleşeceği hayali peşinde koşarken Marksizm Leninizm’i rehber alan militan kesim ise grevler, fabrika işgalleri, genel grev ve kitle gösterilerine dayalı olarak kentlerde ve kırlarda örgütlenecek ayaklanma yoluyla sonuca ulaşılacağı görüşündeydi.
MDD’cilik ise devrimimizin içinde bulunulan aşamasının demokratik devrimci bir karakter taşıması gerektiği görüşündeydi. Sosyalist devrim bundan sonra gündeme gelecek aşamaydı. Yalnız SD’cilikten farklı olarak demokratik devrimci kamp homojen değildi. Aşamanın karakteri konusunda hemfikir olmakla birlikte bu kampta yer alan güçlerden kimileri devrimin emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi yönünü esas alan bir yaklaşıma sahipken daha çok Maoizmi benimseyen kesimler ise köylü toprak devrimini esas alan bir yaklaşıma sahiplerdi. Devrimin yolu konusunda bu kamp içinde de farklılıklar söz konusuydu. Latin Amerika devrimlerinden esinlenen bir görüş başlangıçta kentlerde küçük gerilla birimlerine dayalı başlatılacak öncü savaşın kitleleri cesaretlendirip harekete geçirmesiyle kırlara da sıçrayacak hareketin nihai aşamada yeniden kentlere yönelmesiyle sonuca gidileceği görüşündeyken yine Latin Amerika kaynaklı diğer bir yaklaşım ise kırlarda küçük gerilla birimlerine dayalı olarak başlatılacak mücadelenin güçlenip yayılmasıyla kentlerin kuşatılıp ele geçirileceği görüşündeydi. Köylülüğü devrimin temel gücü olarak gören Maocu yaklaşım da kırlarda başlatılacak Uzun Süreli Halk Savaşı yoluyla sonuca gidileceğini savunuyordu.
12 Mart öncesinde sosyo ekonomik yapı çözümlemesinden hareketle değil devrimin hangi yolu izlemesi gerektiğine ilişkin tercihlerden hareketle yürüyen bu tartışma ve ayrılıklar, 12 Mart sonrası yeniden toparlanma sürecinde bir kez daha alevlendi ve keskinleşti. Yalnız, öncesinden farklı olarak o dönemde yapılan tartışmalara Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısına dair çözümleme çabaları da eşlik etti. Kullanılan ölçüler ve ulaşılan sonuçlardan bağımsız olarak devrimimizin hangi aşamasında bulunduğumuz tartışması, sosyo ekonomik yapı çözümlemesine dayanmak, onu esas almak gibi daha sağlıklı bir zemine oturdu.
12 Eylül yenilgisi sonrasında ise bu konu ve tartışmalar adeta ‘unutuldu’. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hayatın her alanında kapsamlı, derin ve sarsıcı değişimler yaşandığı halde ne Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısında, sınıfsal kompozisyonunda, sınıfların yapısı ve bileşiminde, toplumsal ilişkilere yön veren değer yargıları, ölçü ve alışkanlıklarda, sanayi- tarım, kent-kır dengelerinde vd. yaşanan değişime dair ciddi ve sistematik bir çözümleme çabasına girildi ne de bunun devrimimizin karakteri ve izlemesi gereken yola dair hangi sonuçları beraberinde getirdiği üzerine durup düşünme ihtiyacı duyuldu. Bu büyük ve sarsıcı değişim ve dönüşüm, devrime öncülük iddiasını taşıyan komünistleri ve devrimcileri ilgilendirmiyormuş, sanki bizim dışımızda cereyan ediyormuş ya da biz o dünyaya ait değilmişiz gibi davranan bir kayıtsızlık kapladı ortalığı. Dahası, o zamanın koşullarda o dönemin bilinç düzeyiyle o devrimci stratejileri formüle eden tarihsel önderlerimizin sergiledikleri düşünsel cesaret ve yaratıcılığa taban tabana zıt bir tutumla eski ezberlere sarılmayı marifet ve devrimcilik zanneden akıl almaz bir tutuculuk peydah oldu
‘90’lar sonrasında boy gösteren bu akıl tutulmasının başta gelen nedeni, TDH’nin yapısal zaaflarından biri olan teorik gerilik ve düşünce tembelliğiydi kuşkusuz. Fakat onun yanı sıra ’68 ve ‘70’lerden farklı olarak devrimci iktidar iddiası ve perspektifinin zayıflamasıyla (bunun hem sonucu hem de nedeni olarak) sınıf perspektifinin bulanıklaşıp yerini neoliberal dönemin modası kimlik ve kültür politikalarının almasının rolünü de unutmamak gerekiyor.
Bu konuda dogmatizmde ısrarın yeni örnekleriyle karşılaşıyor olmak gerçekten şaşırtıcı ve üzücü. Ciddiye alınmaya değer bir yer kaplıyormuş gibi günümüz Türkiye’sinde hâlâ feodal kalıntılardan söz edilmesini, dahası Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının hâlâ “komprador kapitalist ve feodal kalıntıların hakim olduğu bir yapı” olarak tanımlanmasını insanın aklı almıyor.
Zaman tünelinde çakılıp kalmış dogmatik tutuculuk sadece bu ve benzeri örneklerle sınırlı değil. Emperyalist kapitalizmin 1980 sonrası neoliberal küreselleşme döneminde dünya çapında enine ve derinlemesine kaydettiği gelişmeye gözlerini kapatmakla kalmayıp bağımlı Türkiye kapitalizminin bu bağlamda yaptığı sıçramayı da dikkate almayan demokratik devrimcilikte ısrarın bütün versiyonları için geçerli bu eleştirimiz.
Bu demokratik devrim fetişizmi, ‘70’lerde bile nadir rastlanan cehalet örnekleri sergileyerek karşımıza çıkıyor bugün üstelik. Örneğin devrimin karakterini ülkenin sosyo-ekonomik gerçekliğinden hareketle değil devrim sürecinde kimlerle ittifak kurmak gerektiğinden hareketle tanımlıyor. Lâfa gelince kesintisizliğin sözünü ediyor ama demokratik devrimle sosyalist devrim arasında kaskatı bir öncelik-sonralık ilişkisi şeklinde mekanik basamaklandırma ilişkisi kuruyor. Leninist İki Taktik anlayışının ruhunu bu ikisi arasında diyalektik iç içelik kavrayışının oluşturduğunun farkında değil. Lenin’e ve Leninizm’e yabancılığını hem demokratik devrimin kapsam ve görevlerini tanımlarken hem de sosyalist devrimi o zamana dek çözülmemiş demokratik sorunların çözümüne uzak ve yabancı bir süreçmiş gibi göstermeye çalışırken ele veriyor.
Bu kadarla da kalmıyor, zeytinyağı misali üste çıkmak için işi düpedüz demagojiye vuruyor. Sosyalist devrimi savunan herkesi ayrımsız aynı torbaya doldurup “Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur” devrimci ilkesini unutan iktidar kaçkınlığından Kürt sorununa kayıtsız kalmaya, işçi sınıfına yönelim gerekçesinin arkasına saklanarak devrimci siyasal mücadeleye yan çizmekten sendikalizme kadar aklına gelebilen her düşkünlükle yaftalamaya yelteniyor.
Sonuç olarak görülen o ki, devrimimizin karakteri ve yolu konusunda uzun zamandır ‘unutulmuş’ bir tartışmayı yeniden canlandırıp güncellemeye ihtiyaç var.
Konuya giriş olarak bu sayımızda bundan tam 11 yıl önce 5 Mart 2014’te Alınteri sitesinde yayınlanmış bir makalemize yer veriyoruz. Demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki ilişkinin kuruluşunda Leninizm’e uzak, muhtemelen İki Taktik’e göz atmakla yetinmiş ama hem onun ruhunu hem de Nisan Tezleri’yle olan içsel bağını yakalayamadığı için adeta ‘sosyalist devrimcilik düşmanı’ kesilen bir demokratik devrim fetişizminin içyüzünün görülebilmesi açısından bunun yeterli olacağı görüşündeyiz.
Devrimin karakteri belirlenirken izlenmesi gereken yöntem, ML yaklaşımın esasları ışığında Türkiye devriminin neden sosyalist devrim olması gerektiği, bunun sosyo-ekonomik temeli, kapsamı ve hedefleri konusunu ise önümüzdeki sayımızda ele alacağız.