Medya Manipülasyonu ve Kültür Emperyalizmi

Eylül Gökçin
“İnsanın ortak özünü bozan her inancın, ideolojinin, eylemin lojistik destekçisi, ileri karakolu, saldırı mevzi yine basın ve yayın. Ve fakat aynı zamanda bu saldırıya karşı koymanın, emeği ve kültürü savunmanın, özel bencil çıkara karşı toplumu korumanın başlıca araçlarından biri de yine yayıncılık; gerçek yayıncılık, demokratik yayıncılık, devrimci yayıncılık…” (Karl Marks)
Marks, basın-yayın yoluyla gerçeklerin üstünün örtülmesini, çarpıtılmasını ve değiştirilmesini topluma karşı yönlendirilmiş bir silah olarak görür ve statükonun devamını isteyen egemen sınıfların bu silahı topluma karşı uzmanca kullandığını vurgular. Toplumsal özün en çok da medya manipülasyonuyla görüntü perdesi altına gizlendiğini söyleyerek basın-yayın faaliyetinin stratejik öneminin altını çizer.
Küreselleşen dünyanın krizlerle çalkalandığı bugünlerde, küresel çaptaki iletişim alanının tamamının altı büyük medya devinin kontrolünde olduğu ve bu medya devlerinin manipülasyon yoluyla toplumları nasıl şekillendirdiği düşünüldüğünde mevcut sistemi yıllar öncesinden çözümleyen Marks’ın haklılığı bir kez daha ortaya çıkar.
Kapitalist barbarlığın ve neoliberal politikaların kirli elini günden güne daha fazla ensemizde hissettiğimiz günümüzde -medyanın empoze ettiği bir dille söyleyecek olursak bu yeni dünya düzeninde- toplumculuğa ve kolektivizme yer yoktur. Manipülasyon tam da bu nokta da başlar. Zira kapitalist özel mülkiyet düzeninin korunması, sürdürülmesi ve geliştirilmesi de bireysellikten geçer.
Burada 1931’de James Truslow Adams tarafından ortaya atılan “Amerikan Rüyası” kavramını irdelemek yerinde olacaktır. James Truslow Adams’ın ortaya attığı ve asla gerçekleşmeyen bu kavram gerçekten de bir rüya olarak kalacaktır. Amerikan Rüyası “yeni dünya düzeninin” görüp görebileceği en büyük ve en etkili manipülasyon yöntemidir. Nerede doğduğu ve hangi sınıfa ait olduğu fark etmeksizin tüm bireylerin başarılarının kendi başarıları olduğu inancıdır. Bu rüya tüm insanlığa özgürlük ve eşitlik vadeder -unutulmamalıdır ki Amerika Irak’a girerken dahi aynı söylemi kullanmaktan çekinmeyecektir: “Özgürlük ve demokrasi götürmek”. Amerikan Rüyası bireye hayatını etkileyen kararları alabilme, daha iyi şeylere talip olma ve elde etme fırsatı, zenginlik ve şöhret sunar. Sonuçta aynı noktaya varılır, kapitalizmin doruğuna! Üstelik çok çalışarak başarılı olacağına inandırılan birey, başarısız olursa da bunun kendi yetersizliğinden kaynaklandığına inandırılır. Teorisyenlere göre Amerikan Rüyası, serbest piyasa ekonomisinin Amerika’da yaşayan yoksulları ve aşağılanan ırkları başarısızlıklarının kendi hataları olduğuna inandırma metodudur. Sonuç olarak tam da kapitalist barbarlığın istediği gibi toplumsallıktan uzak, insanın insana, insanın kendine ve doğaya yabancılaştığı bir insan tipolojisi yaratma ideali başarıyla hayata geçirilmiştir.
Amerikan Rüyası söyleminde medyanın rolüne bakacak olursak pazar ekonomisinin yöntemleri bu alanda çok işe yaramıştır. Sonuç olarak yazılı ve görsel yayına hakim olmak sermaye gerektiren bir olgudur. Propaganda amaçlı olarak Hollywood en kullanışlı araç olacaktır. Hollywood’ta majörler olarak bilinen beş büyük yapım şirketi yapım, dağıtım ve gösterim alanına egemen olmuşlar ve yönetici sınıfla yakın ilişki içerisinde 1945 İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Amerikan Rüyası dahil politik görünmeyen ama amaçta oldukça politik olan sübliminal mesajlarla süslü dram, aşk, komedi filmleri üzerinden örgütsüz kitlelere kendi fikirlerini empoze edeceklerdir.
Bu noktada bir parantez açmak gerekir. Bilindiği üzere, geçmişten günümüze iki sınıf, burjuvazi ve proletarya kimi zaman açık kimi zaman örtük kesintisiz bir mücadele içindedir. Bu mücadele ekonomik mücadele ile sınırlı değildir. Özellikle 20. yüzyıldan itibaren kültür-sanat cephesi bu mücadelenin öne çıkan asli cephelerinden biri haline gelmiştir. Çünkü her sınıf kendi ahlâkınca konuşur, yazar. Dolayısıyla şu dönemde dillere pelesenk olduğu gibi ne “tarafsız, özgürlükçü, adil, demokratik” bir edebiyattan ne sinemadan ne tiyatrodan ne de medyadan bahsedilebilir. Marks ve Engels, “Alman İdeolojisi”ndeki şu sözleriyle konuyu oldukça berrak bir biçimde dile getirmişlerdir: “Egemen sınıfın düşünceleri bütün çağlarda egemen düşüncelerdir. Başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki kendilerine üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”
Hollywood üzerinden tüm dünyaya pompalanan Amerikan Rüyası inançtan pratiğe her aşamada bireysellik üzerine inşa edilir. Bu rüyada birey “kendi” evine “kendi” işine hatta “kendi” otomobiline sahip olmak için didinir durur. Bunu kendi istekleri çerçevesinde değil normların tahakkümü altında yaptığının farkında dahi değildir. İlya Ehrenburg’un 1930’ların başında Hollywood için “düşler fabrikası” benzetmesini kullanması boşuna değildir. Hollywood yapımlarında oldukça dikkat çeken her daim büyük bir korkunun eseri olarak verilen bir mesajdan bahsetmeden geçmek olmaz. Bu, Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in 100 yıl önce söylediği “Bizler dünyayı yeniden kurmanın peşindeyiz” sözlerinin korkusudur adeta. Eğer yeni bir dünya kurulacaksa bu, Amerikan Rüyası’nın dayandığı kapitalizmi alaşağı ederek kurulacak sömürüsüz, eşitlikçi, çitlerin olmadığı bir dünya olacaktır.
Lenin’in işaret ettiği bu yeni dünyanın korkusu neredeyse bütün Hollywood yapımlarında hissedilir. Komünizm ve Sovyetler her daim bir öcü olarak gösterilecek, o dizi ve filmlerde Amerika’nın müttefiki olan Avrupa’yı işgalden kurtaran Stalin bir “diktatör” olarak lanse edilecektir. Hollywood üzerinden yürütülen ve günümüzde de hâlâ devam etmekte olan bu manipülasyon aynı zamanda Amerika’nın kendi kültürünü başka ülkelere empoze etme biçimi, yani “kültür emperyalizmi”dir
İletişim kuram ve araştırmalarına egemen olan davranışçı etki geleneğine karşı 1970’lerden itibaren Marksist eleştirel ekolün itirazı yükselir. Bu geleneğe dahil olan düşünürler kitle iletişim alanını kapitalist toplumlarda iktidarın ve mülkiyetin eşitsiz dağılımından hareketle, bütüncül ve diyalektik bir biçimde analiz etmeye yönelirler. Amerika’daki eleştirel ekonomi/politik geleneğin kurucularından Herbert I. Schiller kültürel ürünlerin gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerden bağımlı ve yarı sömürge ülkelere doğru bir akış içerisinde olduğunu sık sık dile getirir. Kültürel akıştaki bu tek yönlü dengesizliği ise “kültür emperyalizmi” olarak kavramsallaştırır.
Kültürel hegemonya sınıflı toplumların tarihi boyunca var olagelmiştir ancak hiçbir zaman emperyalizm dönemindeki kadar etkili olmamıştır. Kapitalist barbarlık bu dönemde askeri işgal hareketlerinden çok kültürel işgale önem vermiştir. Amerikan NPQ dergisinin editörü Nathan Gardels’in “Amerika CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir” sözleri kapitalizmin yayılmacı kültür emperyalizmini medya yoluyla nasıl kullandıklarının en açık itirafıdır.
Yukarıda altını kalın çizgilerle çizdiğimiz gibi tekelci burjuvazi bu alanı birincil noktada tutmuş holdingleşmiş medya kuruluşlarıyla, çıkarlarına göre ürettiği enformasyon yöntemleriyle ve gözü dönmüş reklam gelirleriyle kendi sınıf çıkarları doğrultusunda toplumları hem ekonomik hem de ideolojik açıdan manipüle ederek çok iyi kullanmış ve kullanmaktadır. Ayrıca egemen sınıf olması da bu alanda ona çok geniş ve zengin imkanlar sunmuştur.
Üstelik manipülasyon artık sadece geleneksel medya (yazılı ve görsel basın) üzerinden değil internet ağlarının neredeyse dünyayı hegemonyası altına aldığı günümüzde yeni medya (DVD, CD, internet, sosyal medya, akıllı cihazlar, çağrı cihazları) aracılığıyla daha sistemli bir şekilde algoritmalar üzerinden yürütülmektedir. Bütün kişisel bilgilerimiz tekelci burjuvazinin holdingleşmiş güçleri tarafından kayıt altına alınmakta, dolayısıyla yeni medya dediğimiz olgu kitle iletişim teknolojilerinin yaygın kullanılmasıyla toplumların inançlarında, yaşam biçimlerinde etkin değişiklikler yapmayı, kitleleri kültürel ve ideolojik olarak yönlendirme işlevini klavyeye entegre etmeyi başarmıştır. Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun örgütsüz kitleler emperyalistlerin bu kirli manipülasyonundan azade değildir.
Kapitalizm dünya çapında hayatın her alanını içine alan katmanlı bir sistem krizi içinde. Savaş alevleri giderek yayılıyor. Bu açıdan Türkiye de olağanüstü bir dönemden geçiyor. AKP iktidarını buna rağmen sürdürebiliyorsa, ördüğü propaganda ağının ve uyguladığı manipülasyon tekniklerinin payı büyük.
Geçtiğimiz aylarda/seçim sürecinde RSF’nin (Sınır Tanımayan Gazeteciler) yaptığı açıklama oldukça dikkate değerdir. RSF Türkiye’deki medyayı seçim sürecinde yaptığı taraflı-yandaş yayınları nedeniyle eleştirmiştir. Açıklamanın en dikkat çeken yönü ise Türkiye’de yıllardır “bağımsız gazetecilerin hapse atılması”, “devlet medyası üzerindeki kontrolün arttırılması”, “Türkiye’nin en büyük özel medya grubunun iktidara yakın Demirören Holding tarafından satın alınması” ve “hükümeti destekleyen yayın organlarına yapılan maddi destek” gibi faktörlerin, Erdoğan’a ulusal medya üzerinde yüzde 85’ten fazla kontrol sağlama olanağı verdiğinin ifade edilmesidir. RSF halkın “güvenilir ve çoğulcu haberciliğe” erişim hakkının elinden alındığını söyleyerek “zarlar hileli” demektedir. Aslında bu topraklarda gazeteciliğin ortaya çıkmasından itibaren tarihin hangi kesitine bakarsanız bakın zarlar hep hilelidir…
Hileli zarların kendini en net biçimde gösterdiği 10 Ekim Katliamı’nda devletin kirli elleri tarafından zarlar ortalığa saçılmıştır. Yoldaşlarımızı, dostlarımızı kaybettiğimiz katliamın ardından Erdoğan’ın yüzde 85’inden fazlasını kontrol ettiği medyanın yandaş gazeteleri manşetlerinden manipülasyona başlamışlardır. Katliamın hemen ardından Ethem Sancak’ın Star ve Akşam gazeteleri katliamın sorumlularının Esad ve PKK olduğunu yazmış, “Dertleri Terör Değil” manşetiyle çıkan Star Gazetesi ise katliamı “STK’ların asıl dertlerinin ölümler değil terörden nemalanma olduğu ortaya çıktı” başlığıyla haberleştirmiştir. Akşam Gazetesi “Eylem Kodu: Bu meydan kanlı meydan” başlıklı haberinde halay esnasında söylenen kanlı meydan sözünün komut olduğunu, bu komuttan sonra bombanın patladığını yazarak PKK’yi hedef göstermiştir. Yeni Şafak, Akit ve Sabah gazeteleri ise HDP’yi ve Demirtaş’ı hedef göstermiştir.
Jhon Keane “Yeni Despotizm” adlı eserinde çağımızdaki despot rejimlerin esnek olduğunu ve kendilerini sürekli olarak dönüştürdüğünü, gücü kaybetmemek için değişen şartlara hemen adapte olduklarını dile getirir. Günümüz Türkiye siyasi aktörleri açısından da durum aynıdır. AKP iktidarı toplumdan gelen sinyalleri herkesten önce algılayarak toplumu manipüle etme konusunda pek çok “yetenekli” siyasetçiyi bünyesinde barındırmaktadır.
Manipülasyon konusunda hayli mahir olan bu siyasiler 6 Şubat depremlerinde de ön saflarda boy göstermişlerdir. Deprem karşısında yaşadıkları acizliği örtmek, yirmi yıllık iktidarları boyunca almadıkları önlemler nedeniyle bir doğa olayının katliama dönüştüğünü gizlemek ve kamuoyunu kendi istedikleri gibi yönlendirmek amacıyla katliamı eşi benzeri görülmemiş büyüklükte bir doğa felaketi olarak lanse etmişlerdir. Yandaş kalemşörlerin katliamı “Asrın Felaketi” manşetiyle vermelerinin asıl nedeni budur.
Bu söylemleri kamuoyunun gözünde meşrulaştırmak için yaşananları dünyevi olmaktan çıkarmak gerekmektedir. Dolayısıyla Allahtan gelene kulların karşı koyamayacağına vurgu yapılarak kaderci söylemler benimsenmiştir. Böylece biz elimizden geleni yaptık/yapıyoruz fakat hiçbir faninin karşısında duramayacağı bir felaketle karşı karşıyayız denilerek kamuoyu dini duygular üzerinden manipüle edilmiştir.
AKP iktidarı yine deprem döneminde bir bakıma gerçek üstü söylemlerle kamuoyunu yanıltma anlamına gelen post-truth kavramına sıkça başvurmuştur. WhatsApp ve Facebook hesapları üzerinden harekete geçirdikleri trol hesaplar ile depremin bir ABD gemisi tarafından tetiklendiği haberini yaymış kamuoyunun azımsanmayacak bir kısmını buna inandırarak depremi bir milli güvenlik sorunu gibi göstermiş, iktidara muhalif söylemleri dış güçlerin oyunlarına hizmet etmekle suçlayarak itirazların önüne geçmeye çalışmıştır.
2010 yılından bu yana dünyanın gündeminde olan post-truth kavramı iktidarın ve özellikle Erdoğan’ın sadece deprem döneminde değil her durumda ustalıkla kullandığı manipülasyon yöntemidir. Lee Mclntyre “post-truth” kavramını kendini kandırma ve yanılsamanın söz konusu olduğu ve neredeyse tüm güvenilir kaynakların itiraz edeceği bir yalana gerçekten inanılması olarak tanımlar. Kavramın dünyada yaygınlaşması ise Donald Trump’ın başkanlık kampanyası ve İngiltere’deki Brexit referandumu sırasında kullanılan gerçeküstü söylemler ile başlamıştır. Trump’ın seçim kampanyası sırasında verdiği demeçler ve kullandığı söylemler halk tarafından güvenilir ve doğru bulunmamasına rağmen başkan seçilmiştir. Bir anlamda Trump’ın gerçeküstü söylemleri kamuoyunda karşılığını bulmuştur.
Bu durum Erdoğan için de geçerlidir. Erdoğan 2023 seçimleri öncesi 29 Nisan 2023’te İzmir Gündoğdu Meydanı’nda yaptığı konuşmada 17 Kasım 1987’de açılmış olan İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın dahi AKP döneminde açıldığını iddia edebildi: “Dedik ki İzmir’e bu havalimanı olmaz. İzmir’e Menderes Havalimanını kim yaptı? Bay bay Kemal sen neredeydin ya? Bunu biz yaptık. Çünkü İzmir’e bu yakışırdı.” Sonuçta, Trump gibi Erdoğan’da tüm gerçeküstü söylemlerine karşın 2023 genel seçimlerini kazanmıştır.
Yakın zamandaki en büyük manipülasyon ise hayvan katliamı yasasının gündeme getirilmesidir. Sokak hayvanları, AKP iktidarının her kriz döneminde başvurduğu gündemi değiştirme, toplumu kutuplaştırma yolundaki en kullanışlı aracı olmuştur. Burjuva yandaş medya neredeyse her gün yaptığı sokak köpeği saldırı haberleriyle toplumsal çatışma ve şiddeti körüklemeyi amaç haline getirmiştir. Yapılan tartışma programlarındaki sözde uzmanların söylemleriyle tekil vakalar ülkenin dört bir yanında yaşanıyor gibi lanse edilmiştir. Katliam yasasına karşı olanlar Erdoğan ve avanesi tarafından “elit”, “tuzu kuru” gibi söylemlerle hedef gösterilmiştir. İktidar medyası ve trol hesaplar başka ülkelerde yaşanan kuduz vakalarını Türkiye’de yaşanmış gibi göstermiş, kamuoyunda kuduz vakalarının arttığı imajı yaratılarak katliam yasası meşrulaştırmaya çalışılmıştır. Bu manipülasyon ağından DEM Parti Milletvekili Perihan Koca da nasibini almıştır. Sokak hayvanları katliam yasası Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda tartışılırken Koca’nın AKP’li vekillere yönelik “şov yapmayın” ifadesi sokak köpeklerinden kaçarken kazada ölen bir çocuğun ailesine söylenmiş gibi gösterilerek linç kampanyası başlatılmıştır. Bu linç kampanyasını muhalif görünümlü yandaş gazeteci Cüneyt Özdemir körükledikçe körüklemiştir. İktidarın tüm bu manipülasyonlarının amacı halkın gündemini sokak hayvanları saldırılarıyla meşgul ederek; yoksulluğu, işsizliği, birbiri ardına gelen zamları, artan kiraları, görünmez hale getirmek böylece işçilerin, emekçilerin gündemini geri plana iterek içten içe kaynayan, mayalanan toplumsal hareketliliğin önüne geçmektir.
Bu durum bize Marks’ın şu sözlerini hatırlatır “şayet şeylerin görüntüsü ile özü çakışsaydı, bilim gereksiz olurdu.” Marks bu sözüyle gerçekleri kavramada salt görüngünün yetmeyeceğini, asıl gerçeğin bu görüngünün altında gizlendiğini söyleyerek gerçeğin kavranmasını engelleyen her türlü eylemi insanın kurtuluşuna giden yolda bir engel olarak gördüğünü ifade etmiştir.
Özcesi, kapitalist sistem ve sırtını ona dayamış burjuva iktidarlar her dönemde karşılarına çıkan sorunlara, krizlere karşı ideolojik araçlarını her daim hazır bulundurmuşlardır. Kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığı günümüze kültür emperyalizmi ve medya manipülasyonu olarak yansımaktadır.