İnsanal Öz Nasıl Kazanıldı – 2

106

Kazım Bayraktar

Eşitlik ve Özgürlükte Gelişen İnsanal Öz 

İnsan tarihi maddi yaşam araçlarının yeniden üretimiyle eş zamanlı olarak bölüşümün üretim tarzı tarafından belirlenmesinin de tarihidir. İnsanlar tarihleri boyunca nasıl ürettiler ve üretim ilişkileri kurdularsa öyle bölüştüler. Dolayısıyla üretim tarzı, toplumsal eşitliğin/eşitsizliğin tarihsel olarak belirleyici unsuru oldu.

İnsan bilimin dünyanın birçok yerinde tespit ettiği ilkel komünal toplumlardaki evrensel doğal eşitliği sağlayan şey bazılarının iddia ettiği gibi ne akrabalık ilişkileri ne de nüfus azlığıdır. Özel mülkiyet tarihi boyunca aile içinde yaşanan ve cinayete kadar varan miras kavgaları akrabalığın eşit bölüşüm sağlamadığı gibi nüfus ile de alakası olmadığını kanıtlar. Elbirliği halinde başlayan insan emeğinin artı-ürün üretmediği evrimin ilk ve en zorlu aşamasında, çalışabilecek durumda olan herkes çalışmak ve herkes yaşayabileceği kadar pay almak zorundadır. Aksi halde toplumsal varlık sürdürmek olanaksızdır. Yaşamın kolektif emek sayesinde sürdürülebildiği ilkel komünal koşullarda eşitlik doğal ve zorunlu bir toplumsal ilişki biçimidir: 

“İnsanlar ilk olarak hayvanlar aleminden nasıl çıkarlarsa -dar anlamda-, tarihe öyle girerler: henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; sonuç olarak hayvanlar kadar yoksul ve ancak onlar kadar üretken. O zaman varoluş koşullarında belli bir eşitlik ve aile başkanları için bile toplumsal konumda bir türlü eşitlik, -hiç değilse, daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tarımsal topluluklarında da devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur.”1 

Komünal doğal eşitlik, bölüşümün üretim tarzı tarafından koşullanmasının ilk tarihsel biçimidir. Bu eşitlik, insanın doğa ile, aynı zamanda organik bir doğa olarak kendisiyle ve diğer bireylerle doğal ilişki halinde kendisi ve kendi varlık nedeni olan diğer bireylerin ihtiyacı için üreterek milyonlarca yıl süren zorlu bir evrim sürecinde kazandığı insanal özün temel özelliklerinden biridir. Yasalar tarafından bahşedilmiş ya da bir kısım insanların iktidar sahibi diğerlerine karşı mücadelesinde kazanılmış hukuksal bir “hak” değildir. 

Komünal eşitliği biçimlendiren kolektif üretim-bölüşüm ilişkisi, eş zamanlı olarak doğanın zorunluluklarının toplumsal olarak kavranmasının da (dil ve bilincin tüm bireylerde eş zamanlı ve benzer düzeyde gelişmesi bu kavrayışın toplumsal niteliğinin kanıtıdır) önünü açar. Zorunluluğun kavranması insanın doğa ile ilişkisinde başlayan, doğanın egemenliğinden kurtuluşu müjdeleyen ilk özgürlük biçimidir.

Zorunluluk ile özgürlük arasında en yalın durumda zıtların özdeşliği ilişkisi söz konusudur. Hayvandan insana evrimin başlangıcında henüz kavranamayan zorunluluk karşısında özgürlükten söz edilemez. Doğanın zorunlulukları kavrandıkça özgürlük gelişirken, kavranan zorunluluk özgürlüğün sınırlarını ve kavranması gereken yeni zorunlulukları gösterir:

“… Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığına bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının metnini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; oysa çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar, her özel noktada, hayvanlar denli az özgür idiler …”2

Zorunlulukları kavradıkça doğanın egemenliğinden kurtulan insanın gerçek özgürlüğü artı-üretimle başlar. Üretim araçlarının belli bir gelişme aşamasında emek artı-ürün üretmeye başladığında yaşamak için zorunlu üretim faaliyetinden arta kalan, bireye doğayla, toplumla ve diğer bireylerle ilişkisinde yeni insanal özellikler geliştirme olanağı sunan artı-zaman tüm bireylerin, dolayısıyla üretenlerin eşit toplumsal özgürlüğüdür.  

Özetle, üretenlerle mülk edinenlerin ayrılmadığı evrimin komünal aşamasında insanın hayvandan uzaklaştıkça kazanmakta olduğu insanal öz şu dört unsurun özdeşliğinde biçimlenir: 1- Elbirliği tarzında emek 2- Doğanın kolektif sahiplenilmesi 3- Eşitlik 4- Özgürlük.

Emeğin Nesnel Koşullarından, İnsanın Özünden Ayrılması

İnsanal özün gelişmesinin tarihsel temelini oluşturan emek ile nesnel koşulları (doğa) arasındaki özsel ilişki, üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında ayrılma zorunluluğuyla karşı karşıya kalır. İdealist akımların ilgi alanı dışında kalan bu ayrılma tarihsel-materyalizmin hareket noktasıdır:

“Açıklanması gereken şey, canlı ve faal insanların doğa ile metabolik alışverişlerinin inorganik koşullarıyla olan birliği, dolayısıyla doğayı mülk edinmeleri değildir, ne de bu bir tarihsel sürecin sonucudur. Açıklanması gereken şey, insan varlığının bu inorganik koşullarının bu faal varlıktan ayrılışıdır  -ancak ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişkide eksiksiz olarak tamamlanan bir ayrılma.” [K. Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol yay. sf. 79-80]

Ayrılma, insan için üretim faaliyetinde kolektif emekle özdeşleşen kolektif mülkiyetin trampa ile başlayıp adım adım özel mülkiyete doğru dönüşüme uğraması sonucunda emek ile nesnel koşulları arasındaki doğal özsel ilişkinin ortadan kalkmasıdır. Özel mülkiyet sistemleştikçe üretenlerle mülk edinenler birbirinden ayrılır; tarih boyunca farklı bireylerde ve sınıflarda farklı biçimlere dönüşerek varlığını bugüne kadar sürdürür.

Üretici güçler bu ayrılma olmadan doğal-komünal biçim altında gelişmesini sürdürebilir miydi? Komünal toplum köleci topluma nasıl dönüştü? Burjuva idealist akımların insanın doğasında var olduğunu, insanı belirlediğini ve sonsuza dek belirleyeceğini iddia ettikleri bencil bireyciliğin tezahürü sonucunda mı yıkıldı komünal toplumlar?   

İnsan bilinci ile içinde geliştiği toplumsal koşullar ve üretici güçler arasında eşitsiz gelişmeden, dolayısıyla başlangıçtaki uyumlu ilişkinin bir çelişkiye dönüşmesi zorunluluğundan söz edilebilir mi? Marks ve Engels şu yanıtı verirler: “… şu üç an, üretici güç, toplumsal durum ve bilinç, aralarında çatışma haline gelebilirler ve gelmek zorundadırlar, …”3

 

Marksizmin sözün ettiği “üç an”, toplumsal bütünlüğün parçaları olarak ancak her biri kendi varlığını oluşturan farklı iç dinamiklere: 1- Üretici güç; emeğe ve emek araçlarına (doğaya), 2- Toplumsal durum; belli ilişkiler içinde olan bireyler topluluğuna, örgütlenme biçimlerine, belli bir toplumsal düzene ve kültüre; 3- Bilinç; “düşünen madde” (Engels) olan beyine ve içinde geliştiği bireysel-toplumsal-doğal ilişki nesnelerine sahiptirler. 

“Üç an” ya da toplumsal üç temel unsur, insanın toplumsal varlık ve yaşam bütünlüğünün iç dinamiklerini ve aynı zamanda içsel ilişkilerini oluştururlar. İnsan tarihi (önsüz-sonsuz doğa tarihinin belli koşullarında ortaya çıkan ve onun bilinçli organik bir parçası olarak) bu üç unsurdan her birinin diğerini kendi varlık nedeni olarak üretip geliştirdiği diyalektik ilişkiler bütünlüğü içinde ilerler. Dolayısıyla üçü de hem birbirlerinin varlık nedeni olarak birbirleriyle etkileşim hem de her biri belli bir özerklik içinde hareket halinde, evrimin ilk aşamalarda çok yavaş ancak eşit olmayan bir hızla gelişirler. Komünal toplumu yıkılmaya mahkum eden şey Marksizmin açıkladığı; onbinlerce yıl süren komünal aşamanın ve komünal ilişkilerin çözülme süreçlerinin, doğa ile ilişki halinde varlık sürdüren toplumsal bütünlüğün iç ilişkilerinin ve dinamiklerinin -burjuva idealizminde kurgulanan bencil, çıkarcı, çatışmacı bireyin iradesinden bağımsız – ilerleyen nesnel hareketinde kendini gösteren eşitsiz gelişme yasasıdır.

Üretici güç (“üç an”dan birincisi) gelişmesinin belli bir aşamasında ihtiyaçları giderek artan komünal toplulukları trampaya yönlendirir. Üreterek gelişen insan bilinci, artı-ürünün kabileler arasında trampa edilmesiyle başlayan ve giderek kabile içine sıçrayan yeni üretim tarzına (değişim için üretime) geçildiğinde, evrimin bu aşamadaki sınırlı koşullarında, trampanın her kuşağın kendi ömrü içinde kavrayamayacağı kadar küçük adımlarla binlerce yıla yayılan gelişmesi ve değişim değerini temsil eden paranın ortaya çıkmasıyla birlikte giderek insanlığın başına bela olacak özel mülkiyete dönüşüp köle-toprak biçimine doğru evrileceğinin farkında olmaksızın üretimin ve üretici gücün peşinde sürüklenir. 

Trampa, insanal öz-doğal öz ilişkisine ilk darbeyi vurur. İnsanın doğa ile doğal ilişkisi adım adım meta ilişkisine dönüşür. İnsanal öz doğal özden ayrılırken bu durum, meta ilişkileri geliştikçe birey-birey, birey-toplum ve dolayısıyla kadın-erkek ilişkisine de yansır; kadın erkeğin, erkek kadının doğal özünden ayrılır. Özel mülkiyet sistemleştikçe tüm insanal ilişkiler yabancılaşmaya, dolayısıyla komünal düzen ve ilişkiler sarsılmaya, bozulmaya başlar.

“İnsanın nesnel belirtisi, üreticisine yabancılaşan ve sonunda onu egemenliği altına alan bir nesne durumuna dönüşür. Aynı zamanda, kendi yarattığı şeyin bağımsız ve gitgide düşman bir varlık kazandığını gören insan, ürünü ne kadar zenginleşirse o kadar yoksullaşır ve kendi kendine yabancılaşmış olarak, sonunda kendi yaratmış bulunduğu nesneler dünyasının tutsağı olur. Onu, toplumsal, yani insanal davranışına dek, bu nesneler yönetir.”4

Nesnelerin yönetimi altına giren insanın doğal insanal özgürlüğü iki şekilde sona erer: 1-İnsan efendisi olduğu nesnel koşulların üretici eklentisine (köle, serf, işçi) dönüşürken özgürlük üreteni terk eder 2- Nesnel koşulları ele geçirerek iradesi bencil özel çıkarlarına zincirlenen mülk (köle, toprak, sermaye) sahibinin iktisadi gücü oranında, siyasal-toplumsal-kültürel etkinlik ve hükmetme gücüne/serbestisine dönüşerek sadece özel mülkiyetle var olabilen bir anlam kazanır. 

Özgürlüğün, onu kendi üretim faaliyetinde elde eden gerçek sahibine “ihaneti” kapitalizm çağında klasik liberal felsefenin özgürlüğü özel mülkiyetle özdeşleştiren, mülkiyet hakkını kutsayan siyasal diskurunda tam olarak doğrulanır. İnsan için ürettiğin kadar değil sahibi olduğun özel mülkün kadar özgürsün, varsın, itibar sahibisin.  Anonim iki sözle ifade edersek: “kaç paralık adam”san, “paran kadar konuş”abilirsin”.

Klasik liberal felsefenin iktisadi-siyasal pratikleşmesi 20. yüzyılın son çeyreğinde neoliberal biçim alarak doruğuna ulaştığında Irak’ı en gelişmiş kitle imha silahlarıyla “özgürleştirmekte” olan ABD Başkanı Bush: “Özgürlük, Tanrı’nın bu dünyadaki her insana armağanıdır. Özgürlüğün yayılmasına yardım etmek, dünyadaki en büyük güç olarak bizim yükümlülüğümüzdür” diyor; emperyalist işgal güçlerinin Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Başkanı Paul Bremer gökyüzünden gelen  “Tanrı armağanı”nı yeryüzüne müjdeliyordu: “…kamu teşebbüslerinin tamamen özelleştirilmesi, yabancı şirketlere Irak işletmelerinde tam mülkiyet hakkı verilmesi, yabancıların kârlarının ülke dışına eksiksiz transferi [ … ] Irak bankalarının yabancı denetime açılması, yabancı şirketlere yerlilerle eşit muamele ve [ .. . ] hemen hemen bütün ticari engellerin ortadan kaldırılması …”5 Bir elinde silah diğerinde sermaye, kaynaklarına ve pazarına el koyulan Irak mülkiyetten “özgürleştirilirken”, özel mülkiyetin gerçek tarihsel karakteri bir kez daha kanlı bir biçimde doğrulanıyordu: “Özel mülkiyet mülkiyete saldırarak var olur” (F. Engels). Dolayısıyla özgürlüğün liberal felsefedeki anlamı esaretle özdeşleşir.

İlk özel mülkiyet sistemi olan kölelik insanlığa karşı ilk “suç”, ilk insanlık dışı durum, emeğin insandan ayrılmasının, emek ile insanın ayrı ayrı özel mülk nesnelerine dönüştürülmesinin, insanın doğa ile örgensel ilişkisinin kesilmesinin, sonuç olarak insanal özün yitirilmesinin en yalın ilk biçimini; insanın ortaçağın sülale devletlerinin, beylik ve prensliklerin ortak özel malı olan toprağa zincirlendiği feodal mülkiyet ikincisini; özel mülkiyetin tam bireyselleştiği, insanı ve tüm diğer canlılarıyla birlikte doğayı tarihte eşi benzeri görülmemiş biçimde yok ederek varlık sürdürebilen kapitalizm ise bu yitirilişin doruğunu ve tarihsel sonunu temsil eder.

Bilincin Üretici Güçlere ve Toplumsal Duruma Müdahale Zorunluluğu, İnsanal Özün Yeniden Kazanılması 

Marksizmin işaret ettiği “üç an”ın eşitsiz gelişme yasasının özel mülkiyeti en son sermaye biçimiyle tarihsel doruğuna ulaştırdığı, kapitalist üretim tarzının üretici gücü yıkıcı güce dönüştürerek onun engeli haline getirdiği, yeni bir tarihsel altüst oluşun kendini dayattığı bir tarihsel süreçteyiz. Bilinci peşinden sürükleyen üretici gücün biçimlendirdiği önceki özel mülkiyet sistemlerinden farklı olarak bilinçli müdahaleyle üretici gücün gelişmesinin önü açılarak insan için üretime koşulması zorunluluğunun kavranmasını (bilince çıkarılmasını) sağlayacak nesnel koşullar olgunlaşmış durumdadır. Kavranması insanlığın varlık-yokluk sorunudur.

Komünal çağda insanal öz burjuva idealist felsefede kurgulanan bencil-bireyin özel mülkiyete dayanan “bireysel hak” alanlarında değil ayrımsız ve ayrıcalıksız her bireyde nesnelleşiyordu. Nesnelleşme tüm toplumun ortak özüydü. Marx, insan için üretimde nesnelleşen insanal özün ve birey-birey birey-toplum ilişkilerinin geleceğin komünist toplumunda nasıl bir biçim alabileceğine dair materyalist felsefi soyutlamayı bundan 180 yıl önce şu cümlelerle yapıyordu:

İnsan olarak ürettiğimizi varsayalım: bizden her biri, kendi üretiminde hem kendi kendisi çift nedenle doğrulanmış ve hem de başkasını doğrulamış olurdu. Ben, 1- kendi üretimimde kendi bireyselliğimi, onun tikelliğini nesnelleştirmiş, ve böylece, kendi etkinliğim sırasında bireysel bir dirimsel belirme’nin zevkini çıkarmış olduğum kadar, nesneyi seyrederken, kişiliğimin nesnel, duyular aracıyla algılanabilir ve bunun sonucu her türlü kuşkunun üstünde bir güç olduğunu; 2- benim ürünümden senin yararlanma ya da kullanımında, hem kendi çalışmamda insanal bir gereksinmeyi karşılamış ve insan özünü nesnelleştirmiş, öyleyse bir başka insanal varlığın gereksinmelerine uygun düşen nesneyi sağlamış: 3- hem senin için, seninle tür arasında orta terim olmuş, öyleyse senin tarafından senin öz varlığının bir tümleci ve senin zorunlu bir parçan olarak bilinip duyulmuş; öyleyse senin düşüncende olduğu kadar sevginde de doğrulanmış olduğumu bilmenin; 4- hem de kendi yaşamımın bireysel belirtisini yaratmış, böylece bireysel etkinliğimde, gerçek özümü, insanal özümü, toplumsal özümü, doğrudan doğruya doğrulamış ve gerçekleştirmiş olma bilincinin zevkini çıkarırdım.”6

Paris Komünü, sosyalist devrim ve komünist toplum zorunluluğunun bilincine varılabileceğini gösteren ilk tarihsel işaretti. 1917 Ekim Devrimi, bilince çıkmakta olduğunu gösteren, insanal özün yeniden kazanılmasının yolunu aydınlatan ilk pratiktir. İnsan bilincinin tarih boyunca peşinden sürüklendiği üretime ve üretim ilişkilerine ilk kez bilinçli müdahalesinin pratiğidir. Katı feodal geleneklerin hüküm sürdüğü, sanayisi cılız geri bir tarım ülkesinde sermaye, serbest pazar ekonomisi ve kâr dürtüsü olmaksızın, dünyada ilk kez Sovyetlerde uygulanan beş yıllık (1928-33) sosyalist-iktisadi plan süreciyle başlayan 15 yıl içinde batının kapitalist-emperyalist ülkelerinin sanayisini birçok alanda katlayıp aşan sosyalist sanayi ve makinalaşmış kolektif tarım örgütlenmesinin tarihsel arka planında ülkenin dört bir yanında seferber olan çok uluslu gönüllü işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin, sınıf-erkek egemenliğine başkaldıran kadınların Çarlık Rusyası’ndan devralınan üretici güçlere ve üretim ilişkilerine bilinçli müdahalede bulunmalarının coşku ve heyecanı vardır. Sanayide ve tarımda üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelmiş, onu yıkıcı güçlere dönüştürmüş özel mülkiyet zincirlerinin parçalanmasının, insanın emeğine emeğin nesnel koşullarına yabancılaşmasından kurtuluşunun, emeği ve araçlarını (üretici güçleri) kendilerine ait hissetmelerinin, binyıllar sonra insanal özün yeniden canlanmasının coşkusudur:

“… Biz bu planın, yaşamak zorunda olan çiftçilerin gereksinmesinden, yaratmak isteyen işsiz gençliğin açlığından, keşfedilmemiş ve kullanılmadan öylece bırakılmış çayırlardan ve dağlardan, kendi zenginliklerinden yararlanmak arzusunda olan kamu mülkiyetinden nasıl doğduğunu gördük. Ve biz, yerel komünistlerin beyni ile Devlet Planlama Kurulu’nun milyonlarca insanın tutkusunu, ülkeyi sanayileştirmek ve onu dış güçlerden bağımsız kılmak için verdikleri savaşımı gördük.”7 

Tam da bu süreçte bir yanda Türkiye ve Nazi Almanyası gibi ülkelerde kanlı biçimde yok edilmeye çalışılan farklı ırk, ulus, inanç ve kültürden insanların malları egemen ulus burjuvazisine devredilmek üzere kanun ve silah zoruyla gaspedilir ve zorla çalıştırma yasaları uygulanırken; öte yanda başta Sovyetler Birliği olmak üzere diğer sosyalizm pratikleri (ilk tarihsel deneyimler olarak eksiklikler, zorluklar -ve ders çıkarılabilir- hataları nedeniyle daha sonra yenilgiye uğramış olsalar dahi) komünizm aşamasına geçildiğinde üretim ile mülk edinmenin aynı toplumsal öznede birleşebileceğini, insan için üretimin ve özel mülkiyetsiz bir dünyanın mümkün olduğunu, insanal özün yeniden kazanılabileceğini tarihsel olarak kanıtlıyorlardı.

1F. Engels, Anti-Dühring, Sol yay. sf. 290

2F. Engels, age, sf. 202

3K. Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, sf. 62, bba

4K. Marx 1844 El Yazmaları sf. 44-46, bba. Bottigelli’nin Sunuşunun dipnotunda açıklayarak gösterdiği kaynak: MEGA 1, c. III, s.536

5Aktaran David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Sel Yayıncılık, sf. 14

6Emille Bottigelli’nin Marx’ın 1844 El Yazmaları’na yazdığı Sunuş’unda, Sol Yay. sf. 56, bba

7Anna Strong, Stalin Dönemi, Onur Yay. sf. 36