Vahşetin Döngüsü
Poyraz Soysal
“Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete, kapısını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”
Ölüm dünyamıza iniyor. Birden değil ağır ağır. İnorganik bedenimiz olan doğaya saplanan her hançer, ölüm olarak geri dönüyor. Ağaçlar dozer darbelerine direnerek düşüyor toprağa cansız.
Toprak siyanüre beleniyor. Devasa radyasyonlu su birikintileri okyanuslara salınıyor. Emperyalist-kapitalist barbarlık, dünyayı gerçek anlamda bir yok oluşa sürüklüyor. Doğa her koşulda kendini yenilemeye çalışırken, böylesine bir saldırıya direnme gücü her an azalıyor. Artık toz fırtınaları, asit yağmurları, buzul erimeleri ve kuraklık hükmünü yürütüyor.
Kapitalizmle derdi olmayan, yani sorunun kökenini hedef almayan bir iklim aktivizmi böylesi bir saldırıya barikat olamıyor. Ne yazık ki sınıf mücadelesiyle ekoloji mücadelesi arasında güçlü bağlar kuramayan bizler de olamıyoruz şimdilik. Doğa neoliberal yağmanın dizginsiz hamleleri altında eziliyor ve kapitalist barbarlık kaynakları hızla yok ederken, o kaynakların paylaşımı için de yeni saldırı hazırlıkları yapıyor. Su savaşları yeni dönemin tehlikelerinden mesela. Engels “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”nde bu süreci irdeleyerek bugün yaşadıklarımızın kökenini özetlemiştir adeta.
“Hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı meydana getiren de gene emektir. … doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler’deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı.
Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki hiçbir zaman başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.”
Bu yıkım elbette bizi direkt ve dolaylı olarak etkiliyor. Biz bu etkinin iş cinayetleri ile bağı üzerine düşünelim biraz.
Doğa Katliamı İşçi Katliamından Bağımsız Değildir
Neoliberal barbarlığın en belirgin özelliklerindendir doğanın ve emeğin dizginsiz sömürüsü. Hele Türkiye gibi faşizmin dizginsiz zoru altında en azgın biçimiyle kendini gösterir. Birkaç örnekle genişletelim: Coğrafyanın ortasında adeta ölüm kusmaya hazır bir makine gibi inşa edilen Akkuyu Nükleer Santrali proje aşamasından itibaren haklı bir muhalefetle karşılandı. Bulunduğu konum itibarıyla rüzgâr enerjisinin değerlendirilebileceği bir bölgeye nükleer santral yapmak cinayete davetiye çıkarmaktı. Hele bu insan canının sudan ucuz olduğu bir ülkede, sicili hiç iyi olmayan bir Rus firması tarafından yapılıyorsa. Her şeye kadir Erdoğan, şahsı olarak “Tüp gaz da tehlikeli, bunun tehlikesi de onun kadar” gibi “dahice” ve her zamanki tehdit diliyle tartışmaları susturmak istedi. Halka inat devam eden projede daha santral açılmadan kazalar yaşanmaya başladı.
Aynı zamanda bu tür doğa katliamı üzerinden şekillenen projelerin nasıl bir emek cehennemine dönüştüğünün önemli göstergelerinden birisi oldu. “İş kazası” adı altındaki ölümler ve hastalık yaratan koşullar nedeniyle sayısını bilemediğimiz kadar işçi katledildi. 2023 yılında sayısı belirsiz işçinin menenjitten yaşamını yitirdiğini hatırlayarak Akkuyu Nükleer Santrali’nin nasıl bir katliam merkezine dönüştüğünü görebiliriz.
Hepimizin yakından hatırladığı bir diğer örnek “Köle Değiliz” isyanının mayalandığı 3. Havalimanı rezaleti. Halkın ve ekoloji aktivistlerinin itirazına, Gezi’nin rüzgarıyla yükselen muhalefete rağmen İstanbul’un ciğerleri olan Kuzey Ormanlarını katlederek başladılar işe. Yıllar süren emek cehennemi sonucunda yerleşim yerlerinden hayli uzak, pahalı, kullanışsız bir havalimanı inşa ettiler. Kuşların göç noktasına, İstanbul’un son can damarlarına ölümcül bir darbe indirdiler. Havaalanının inşaatı da bir o kadar kanlı oldu. İktidarın zor gücünü de arkalarına alarak inanılmaz bir vahşet içerisinde çalışmaya mahkûm ettiler işçileri. Kurtlu yemeklere, tahta kurularına mahkûm ettiler. Yüzlerce işçiyi katlettiler. Tüm zorbalıklarına rağmen işçilerin köle değiliz isyanı tarihe adını yazdırdı.
İsyan genele yayılmış olsa, ekolojik mücadeleden de destek alsa daha sonraki işçi ve doğa katliamlarına karşı daha caydırıcı bir harekete dönüşebilirdi. Bundan sonra yaşanacak işçi direnişleri ve ekoloji direnişlerinde bu bağı kurmayı zorlamak tarihsel zorunluluğumuz.
Türkiye ve dünyada doğa yıkımıyla emek cehenneminin birbirini tamamladığı çok örnek var. En son Erzincan İliç katliamı hepimizin hafızasında. Tüm itirazlara rağmen verilen maden izinleri Fırat’ın zehirlenmesine ve 9 işçinin aylarca siyanürlü toprağın altında kalmasına neden oldu. Hâlâ yeni yeni maden izinleri veriliyor. Tarım alanları yok edilenler, neoliberalizmin çarklarında işçileşenler mecburen bir sömürü cehenneminde buluyorlar kendilerini.
Soma bunun en belirgin örneklerinden. Tütün üreticiliği olanağı elinden alınanlar çareyi madenlere inmekte buldular. Hızla üretim ve geçinme olanakları daralan emekçi yığınlar, büyük şehirlerde ya da maden bölgelerinde çalışmakta buluyor çözümü. Bu süreç Marx’ın Kapital’deki şu sözünü hatırlatıyor.
“… büyük toprak mülkiyeti, tarımsal nüfusu sürekli olarak düşen bir asgariye indirir ve onun karşısında büyük kentlerde bir araya toplanan, sürekli olarak büyüyen bir sınai nüfus [mevcuttur]. Böylece yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alışveriş bütünlüğünde onarılmaz bir çatlağa neden olan koşulları yaratır. Bunun bir sonucu olarak, toprağın canlılığı boş yere harcanır ve bu israf, ticaretle, belli bir devletin sınırlarının çok ötesine taşınır”
Emperyalist kapitalist barbarlığın doğaya verdiği zarar bunlarla sınırlı değil elbette. Yarattığı yıkım tüm yaşamı tehdit ediyor. Artık bu gerçekliği o da inkâr edemiyor. Avrupa ve ABD uzay ajanslarının desteğiyle uydu verilerini inceleyen Imbie buzul erimelerinin 30 yılda 5 kat arttığını belirledi. Antarktika’da görülen buzul erimelerinin ve deniz seviyesi yükseltilerinin endişe verici boyutta olduğunu belirtiyor uzmanlar. Bunun içerdiği tehlike de hepimizin malûmu.
ABD kökenli Union Carbide tekelinin yetersiz teknolojiyle ABD’de kuramayacağı böcek ilacı fabrikasını kurduğu Hindistan’ın Bhopal eyaletinde 3 Aralık 1984 günü yaşanan Bhopal Felaketi hâlâ belleklerde. Doğru dürüst bakım da yapılmayan fabrikadan güya yanlışlıkla 40 ton zehirli gazın dışarı atılması sonucu 18 bin kişi öldü, 150 binden fazla insan sakat kaldı. Katliamın sorumlusu tekel doğaya saldığı zehirli gazın ne olduğunu “ticari sır” olduğu gerekçesiyle açıklamayı reddettiği için zehirlenen yaralılara zamanında tanı konulup etkili bir tedavi uygulanması da mümkün olmadı. Çevresel etkileri Çernobil’den bile daha ağır olan bu olaydan 20 yıl sonra bile Greenpeace’in yaptığı ölçümlerde bölgedeki toprakta normalin 6 milyon katı toksik madde bulundu.
Japonya’nın 2011 yılında doğaya onarılmaz zarar veren Fukişima nükleer santralinin radyasyonlu suları okyanusa dökülmeye başladı. Japon burjuvazisi denizleri zehirlemek en tabii hakkıymış gibi, bu işlemin hiçbir zararı olmayacağı yalanlarıyla süreci devam ettirdi.
İngiltere’de Reading Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmada, dünyanın ısısı arttıkça uçakların daha çok türbülansa girdiğini kaydetti. Geçtiğimiz Mayıs ayında Londra Singapur seferini yapan Singapur Havayolları uçağının aniden türbülansa girmesi sonucu bir yolcu öldü, 20 yolcu ve uçak personeli ağır yaralandı. Yıllardır izlenen rotada yaşanan bu tür ani türbülans olaylarının son aylarda artması üzerine havayolu şirketi uçuş güzergâhını değiştirmek zorunda kaldı. Uzmanlar ilerleyen dönemlerde iklim değişikliklerinin daha çok türbülansa yol açacağını belirtiyor.
Ayrıca aşırı ısınma her iş kolunda emekçilerin yaşamını etkiliyor. Burjuvazinin kâr hırsıyla, çarkları dönsün diye öldürücü sıcaklarda çalışma dayatması tıpkı pandemi dönemindeki gibi emekçilerin hayatını riske atıyor. Geçmişte belli iş kollarını etkileyen sıcaklar, dünya ısısının artmasıyla birlikte daha fazla işkolunu etkilemeye başladı. Yine kapitalizmin yarattığı ekoloji tahribatının yarattığı ani hava değişimleri emekçilerin hayatını tehlikeye atıyor. Ani ve aşırı yağışlar nedeniyle başta moto kuryeler ve deniz işçileri olmak üzere bir çok emekçi ölümle burun buruna ekmeğini kazanmaya çalışıyor.
Kurtuluş Yok Tek Başına
Marx insanın doğaya yabancılaşmasını “Metabolik yarılma” olarak niteler. Canlı, nesnel varlıklar olan insanlar ancak doğanın geri kalanıyla metabolik bir ilişki içinde var olabilir. O nedenle bu süreci sınıf mücadelesinin etkin bir parçası olarak, kendi özgünlüklerini de koruyarak ilerletmeliyiz. Haziran İsyanı’nın en önemli nedenlerinden birisi olan doğaya sahip çıkma bilinci İkizköy’den Akbelen’e, Cerattepe’den Kazdağları’na büyüyerek sürdü. Sermayenin zor aygıtı olan jandarmanın dipçiğine, şirket organı gibi çalışan mahkemelerin saçma sapan gerekçelerle yağdırdığı cezalara rağmen her yaştan insan direndi.
Tıpkı üretimin dünyaya yayılmasının küresel grevleri olanaklı kıldığı gibi yerel doğa direnişlerinin de enternasyonal destek bulmasının koşulları var. Hem doğanın katledilmesine, hem de doğa tahribatı sonucunda ölümcülleşen iklim koşullarında zorla çalıştırmaya karşı grev ve boykot seçeneklerini örerek yaygınlaştırmalıyız. 68’lerde yeterli yetersiz dünyada bazı örnekleri görüldüğü gibi, yaratılan işçi komitelerinin ekolojik mücadeleye de soluk verecek biçimde şekillendirilmesi önemli. Emek ile doğa mücadelesinin birleşmesi, kapitalizmin mezarını kazmayı hızlandıracaktır.
21. Yüzyıl mücadelesinin zorunluluğudur bu. Ölümün dünyamıza inmesine bu sayede engel olabiliriz.