HDP – Kobanê Davası

57

Av. Kazım Bayraktar

İlk kez Hitler Almanyası’nda ve Mussolini İtalyası’nda ortaya çıkan klasik faşizmin yargılama tarzını “ırkçı ideoloji-lidere bağlılık- faşist yasa” ilişkisi belirliyordu. Bu ilişkide demokrasi, özgürlük, insan hakları, yargı bağımsızlığı gibi tüm mevzuattan temizlenmiş kavramların sözel olarak dahi yeri yoktu. Nazi iktidarı yıkıldıktan sonra Nazi dönemi yargıçlarını yargılayan mahkeme heyeti “suikastçının hançeri yargıcın cüppesi altına gizlenmiştir” derken yanılıyordu. Hançer yargıcın elindeydi. Kapitalist sermaye birikimi temelinde mayalanan sermaye-silah-kanun-yargı ilişkisi çıplaktı, yasalara ve kurallara asgari bir bağlılık vardı. Bu nedenle yargı kararları öngörülebiliyordu.

Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının yol açtığı demokratik ve sosyalist devrimlerle birlikte birçok ülkede klasik faşist iktidarların yıkılmasından ya da geriletilmesinden sonra kapitalist-emperyalist dünya –iktisadi ve siyasal merkezileşmesini yeniden yapılandırırken-  klasik-liberal demokrasiye neo-liberal biçim vererek faşizmi yeni koşullara uyarlamak, esnek ve değişken yeni biçimler vermek zorunda kaldı. Demokrasi, insan hakları, yargı bağımsızlığı vb. yeniden “keşfedildi.” Hançer yargıcın elinden alındı cüppesi altına gizlendi. Yargı klasik faşizmdeki öngörülebilir özelliğini yitirdi. O hançerin kime ne zaman saplanacağı belirsizleşti. Yasa ve kuralların kime nasıl uygulanacağı ya da uygulanmayacağı iktidar odaklarının -sadece Türkiye gibi ülkelerin değil, AB devletlerinin de- değişebilen siyasi-iktisadi çıkar hesaplarına göre belirlenir oldu. Bunun en yeni örneği; Avrupa Konseyinin, AİHM’nin Demirtaş ve Kavala kararlarını uygulamayan Türkiye’yi –Avrupa Konseyinin bir tür Anayasası olan AİHS’nin açık hükümlerine rağmen- Konseyden atma kararını 2 yıldır hâlâ vermemesidir. 

Bugün yaşadığımız faşizm biçimi ve yargılama tarzı, klasik olanın daha çürümüş ve çirkefleşmiş biçimine tekabül ediyor.

Siyasal davalarda ileri sürülen suçlamalar ve dosya belgeleri, davanın siyasal konjonktür ile bağlantıları dikkate alınarak takip edildiğinde “yargıcın cüppesi altında gizlenmiş hançeri” tutan el apaçık görünür. HDP şahsında Kürt halkını hedef alan o el Kobanê davasında defalarca görüldü ve o elin sahipleri isim isim defalarca heyetin ve savcının yüzüne vuruldu.

HDP-Kobanê davası, ilk soruşturmanın başlatılmasından itibaren siyasal süreçteki gelişmelere göre iktidar tarafından sürekli ayar çekilen, zaman zaman iktidar odakları arasındaki çelişkilerin dahi yansıdığı bir davadır. Görünürde bağımsızlığı “Anayasal güvence” altında altında olan yargının pratikte iktidar tarafından silah olarak kullanılabildiğini gösteren prototiplerden biridir. Clausewitz’in meşhur tanımından esinlenerek ifade edersek, Kobanê davası Kürt halkına karşı gelenekselleşmiş faşist siyasetin mahkeme salonunda devamıdır. Dolaysıyla hem tarihsel hem de konjonktürel bağlamı vardır. 

Tarihselliği Kürt halkının yaşadığı yeryüzü parçasının pazar ve sermaye kaynaklarının Türk burjuvazisinin mülkiyet ve denetimi altında tutulmasıyla ilişkilidir. Konjonktürel bağlamında ise iki siyasal gelişme öne çıkar: Birincisi hem iktisadi kriz hem de iktidardaki güç odakları arasındaki siyasi paylaşım krizi derinleşir ve AKP’nin kitle desteği düşerken, batıdan da destek almaya başlayan HDP’nin  2015 yılı 7 Haziranında yapılan parlamento seçimlerinde yüzde 13,1 oranında oy alıp 80 milletvekili kazanarak yükselişe geçmesidir. İkincisi, Suriye’de içsavaşa dönüşen  emperyalist paylaşım kavgasını fırsata dönüştüren Kürt halkının diğer ezilen toplum kesimleriyle birlikte özerklik ilan etmesidir. 

Suriye’de işgal ve içsavaş devam ederken, başta Suudi Arabistan olmak üzere aralarında Türkiye’nin bulunduğu bazı devletler ve Körfez ülkelerinin bazı sermaye grupları tarafından el altından desteklenen IŞİD adlı İslamcı faşist örgüt Suriye ordusunu yenilgiye uğratarak İdlip ve çevresini, KDP’nin savaşmadan teslim ettiği Musul’u ele geçirmişti. 2014 yılı ortalarında başta Ezidiler olmak üzere farklı etnik ve inanç kesimlerine yönelik katliamlar yaparak ilerleyen IŞİD son olarak Kobanê’ye yönelmiş, yeni bir Kürt katliamına hazırlanıyordu. 

Başta BM olmak üzere çok sayıda devlet ve kitle örgütleri tarafından IŞİD’in durdurulması için çağrılar yanında sokak eylemleri yapılıyordu. Bu çağrıların önde gelen muhatabı “Kobanê düştü düşecek” diye sevinen Erdoğan’ın temsil ettiği AKP iktidarıydı. Onun IŞİD’le işbirliği biliniyor, katliamı frenlemesi isteniyordu. Kobanê’ye destek eylemleri yer yer devam ederken HDP MYK da 6 Ekim günü toplanarak durumu değerlendirdi demokratik protesto için halkları sokağa eyleme çağıran bir tweet attı. Birçok kentte olaysız gösteriler yapılırken bazı Kürt kentlerinde HÜDA-PAR/Hizbullah sahaya sürüldü, polis gerçek mermi kullanarak gösterilere müdahale etti, çatışmalar yaşandı, 26’sı HDP’li olmak üzere 46 kişi öldü, yüzlerce insan yaralandı. IŞİD’in de eylemleri provoke ettiği 10 Ekim Katliamı dava dosyasına gelen ifade tutanaklarında ortaya çıktı.

Kobanê direndi, IŞİD püskürtüldü. AKP iktidarının hesapları bozuldu, Erdoğan’ın sevinci kursağında kaldı. Bu hayal kırıklığı intikam arzusuna dönüştü. Kürt özgürlük hareketi Rojava’da yeni bir ivme kazanarak özerkliğini tahkim etmeye devam ederken Türkiye’de tüm egemen sınıf odaklarının tarihsel Kürt korkuları depreşiyordu. 

Kobanê eylemleri bahane edilerek HDP milletvekilleri ve MYK üyeleri hakkında iki ayrı soruşturma dosyası açılarak rezerve edildi. AKP’nin dönemsel siyasi hesapları nedeniyle her iki dosyada da uzun süre hiçbir bir işlem yapılmadı. Bu sırada Kürt sorununun “çözüm süreci” hâlâ yürürlükteydi. 

Kürt özgürlük mücadelesinin hem Suriye’de hem Türkiye’de kazandığı siyasal mevziler AKP/Erdoğan’ın çözüm oyalamasını gerçeklikle yüz yüze getirince çözüm masası Erdoğan’ın 22 Mart 2015 günü yaptığı açıklamayla devrildi.

7 Haziran-1 Kasım seçim süreçleri ve 15 Temmuz 2016 darbeleşmesiyle geçen iki yıldan sonra yedekteki iki soruşturma dosyasından biri –milletvekilleri hakkındaki dosya– raftan indirildi. İlerde AİHM Büyük Dairesinin Demirtaş 2 nolu kararının gerekçesinden yer alacak olan deyimle “adli taciz” süreci başlatıldı. 

Demirtaş ve Yüksekdağ hakkında “halkı suç işlemeye tahrik”ten yargılanmaları için dokunulmazlıklarının kaldırılması istemiyle 21 Şubat 2016’da fezlekeler hazırlandı. Diğer HDP milletvekilleri hakkında düzenlenen fezlekelerle birlikte TBMM’ye gönderildi. Tüm düzen partilerinin ittifakıyla 20 Mayıs 2016 günlü TBMM toplantısında aralarında Demirtaş ve Yüksekdağ’ın da olduğu 40 HDP milletvekilinin dokunulmazlıkları -Anayasa ihlal edilerek- “geçmişe etkili olmak üzere” kaldırıldı. Kılıçdaroğlu’nun “Anayasaya aykırı ama dokunulmazlıkları kaldıracağız” şeklindeki açıklaması siyasi bir aymazlığı değil, tarihsel korkunun boyutlarını yansıtıyordu.

4 Kasım 2016’da HDP’li 16 milletvekili gözaltına alındı. Demirtaş ve Yüksekdağ aynı gün, diğerleri devam eden süreçte tutuklandılar. Soruşturma aşamasında birleştirilen dosyalar daha sonra ayrılarak her milletvekili için ayrı dava açıldı. Diğer MYK üyeleri hakkında açılan dosyada ise 2014 ekiminden 2018 yılı haziran ayına kadar 4 yıl boyunca 7 kez savcı değişikliği yapıldı ve soruşturma işlemleri açısından birkaç yazışma dışında kayda değer bir gelişme olmadı. Sadece milletvekili olmayan MYK üyeleri hakkında çağrı yazıları gönderildi ve bir kısmının ifadesi alındı. 

Çözüm taktiğinden çark eden, faşist siyasal merkezileşmede daha hızlı bir ilerleme sağlamak için 2017 nisanında yapılan Anayasa referandumunu MHP’nin desteğiyle kazanan, 24 Haziran 2018 seçimlerine Cumhur İttifakı kurarak giren Erdoğan 2018’den itibaren başta emniyet, istihbarat ve yargı olmak üzere devlet kurumlarını MHP ile paylaşmaya başlıyordu.

Soruşturma Sürecinde İktidar Ortaklarının Hesap-Çıkar çatışması

26 Ekim 2018’de Ankara TEM’den soruşturma savcısına bir yazı gönderildi. Yazıda yargıya adeta talimat veriliyor, özetle Yüksekdağ ve Demirtaş’ın 6-8 Ekim gösterilerinde meydana gelen tüm ölüm, yaralanma ve maddi zararlardan dolayı yargılanmaları gerektiği, HDP’nin bu olayların arkasında olduğu ve kapatılması gerektiği vurgulanıyordu. Bu yazı MHP’nin soruşturmaya ve açılacak davaya kendi siyasi hesapları doğrultusunda müdahalesinin başlangıcıydı.

MHP içindeki kanlı hesaplaşmada öldürülen eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayetinin soruşturmasında görevlendirilmesiyle başlayan krizde de adı geçecek olan savcı Ahmet Altun, 2018 yılı haziranında Kobanê olaylarının soruşturma savcısı olarak atandı.

Ahmet Altun’un görevlendirilmesiyle birlikte Kobanê soruşturmasının seyri değişti ve iki yönde ilerlemeye başladı. Birincisi HDP/MYK üyelerini ve milletvekillerini Kobanê olaylarının doğrudan faili durumuna getirerek en ağır cezalara mahkum ettirmek ve aynı zamandan HDP’yi kapatma davasında kullanılmak üzere malzeme toplamaktı. İkincisi ise gerektiğinde AKP’ye karşı koz olarak kullanılmak üzere çözüm sürecinde olup bitenlerin HDP’lileri suçlama görüntüsü altında soruşturma kapsamına alınmasıydı. 

Savcı Ahmet Altun soruşturmayı genişleterek 19 Temmuz 2018 tarihinde, HDP MYK üyesi olmadıkları gibi soruşturma dosyasında “şüpheli” sıfatları da olmayan Hatip Dicle, Selma Irmak, Sırrı Süreyya Önder, Ayla Akat Ata, Demir Çelik, Aysel Tuğluk, Gültan Kışanak, Ahmet Türk, Sebahat Tuncel, Emine Ayna, Kamuran Yüksek ve Ertuğrul Kürkçü gibi  isimlerin bulunduğu tarihsiz ve imzasız bir liste gönderdi ilgili emniyet birimlerine. Listede isimleri bulunan kişilerin PKK ile bağlantılarına dair tüm araştırmaların yapılmasını, açık adreslerinin, GSM telefon hatlarının ve HTS kayıtlarının tespitini talep etti. Yeni bir olay, bilgi ve belge söz konusu olmadığı halde kim tarafından, nerede ve nasıl hazırlandığı bilinmeyen bir liste üzerinden araştırma başlatılması, soruşturmanın MHP’nin siyasi hedefi doğrultusunda genişletildiğini gösteriyordu.

Tam bu sırada Ahmet Altun 25 Temmuz 2018 tarihinde yayınlanan HSK kararnamesi ile İzmir Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğine atanıverdi. Siyasal açıdan kritik bir görev verilmişken farklı bir göreve ataması yapılan savcının Ankara Adliyesi’ndeki savcılık odası boşaltılmıştı. Ancak dosyada yapılan yazışmalara bakıldığında savcının 25 Aralık 2018 tarihinde emniyete tekrar yazı yazarak bazı bilgileri istediği görülüyordu. Atama sebebiyle odası boşaltılan Savcı Ahmet Altun’a Ankara Adliyesi’nde başsavcı vekillerinin bulunduğu katta geçici bir oda tahsis edildiği soruşturmanın ilerleyen aşamalarında anlaşıldı. Atamaya rağmen soruşturma dosyasından elini çekmemişti. Kısa süre sonra tekrar Ankara’ya tayin edilerek yeniden bu soruşturmayla görevlendirildi.

Yargı içinde kamuoyuna çok yansımayan sessiz bir itiş-kakış yaşanıyordu. AKP’nin iktidarı MHP ile paylaşmasıyla başlayan bu kavga, o günlerde siyasi arenaya yansımasa da bugün tanık olduğumuz Ayhan Bora Kaplan ve Sinan Ateş soruşturmalarında patlayan krizin başlangıcıydı. 

Ahmet Altun yeniden Ankara adliyesinde göreve başladıktan sonra HDP’nin eş başkanları, milletvekilleri ve MYK üyeleri hakkında delil toplama çabasına girdi. Yandaş basının da üzerinde tepinip durduğu suçlamalar büyüktü ama soruşturma dosyaları bomboştu. 26 Aralık 2018 tarihinde Ankara TEM Şube Müdürlüğü’ne müzekkere yazarak 6-8 Ekim olayları kapsamında haklarında şüpheli olarak işlem yapılıp daha sonra itirafçı olarak ifade veren kişilerin açık kimlik ve adres bilgileri ile ifade örneklerinin gönderilmesi talimatı verdi. Yine 27 Aralık 2018 tarihinde “dağıtımlıdır” başlığı ile tüm il ve ilçe savcılıklarına “6-8 Ekim olayları kapsamında ilinizde ve tüm mülakatlarınızda gerçekleşen terör olaylarında tespit edilen şahısların ve etkin pişmanlıktan faydalananların bilgilerinin tespitini ve teminini” istedi. Yazışmalardan da anlaşılacağı üzere soruşturmanın başladığı 2014 yılından 2018 yılının Aralık ayına kadar dosyaya yasal siyasi faaliyetlerden başka hiçbir bilgi ve belge girmemişti. Bu nedenle savcı gizli, açık veya itirafçı tanık arayışına çıkıyor, benzeri görülmemiş biçimde konu ile ilgili tüm devlet kurumlarını yardıma çağırıyordu.

Savcının amacı HDP/MYK’nın tweeti ile olaylar arasında hukuki illiyet bağı uydurarak her birinin tüm (ölümler, yaralamalar, mala zararlar vs.) olaylardan ayrı ayrı asli fail gibi cezalandırılmalarını sağlamaktı. Senaryoyu tweet üzerinden kurguluyor, tweetin siyasi-yasal içeriği ile suç teşkil eden şiddet olaylarının maddi-hukuksal unsurları arasındaki niteliksel farklılık onu ilgilendirmiyordu. 

Bu sırada, tweet ile olaylar arasında illiyet bağı bulunduğu gerekçesiyle “halkı suç işlemeye tahrik” suçundan tutuklanan Demirtaş’ın avukatlarının yaptıkları başvuru 20 Kasım 2018 tarihinde AİHM 2. Dairesi tarafından karara bağlandı. AİHM kararında Demirtaş’ın gerekçesiz ve siyasi saiklerle tutuklandığını, Sözleşme’nin çok sayıda maddesinin ihlal edildiğini tespit ediyor ve 46. madde uyarınca serbest bırakılması gerektiğine işaret ediyordu. Savcının senaryosu hukuken çökmüştü.

Aynı gün Erdoğan “AİHM’nin verdiği karar bizi bağlamaz, karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” dedi. Ardından Adalet Bakanı Abdülhamit Gül “Nihai kararı Türk mahkemeleri verir” dedi.  AİHM kararlarının bağlayıcılığını tanımlayan Anayasanın 90. maddesiyle, yargının bağımsızlığını tanımlayan 138. maddesi faşizmin ayakları altına alındı.  

“Karşı hamle” satranç oyununda çok kullanılan bir deyimdir. İktidarın satranç tahtasında İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi duruyor ve Demirtaş’a daha önce verilen 4 yıl 8 aylık hapis cezasının dosyası incelenmek üzere bu Daire’de sıra bekliyordu. İktidardan bir el tahtaya uzandı 2. Daire’yi eline alıp bir “karşı hamle” yaptı. Daire, dosyanın incelenme sırasını beklemeden 7 Aralık 2018 tarihinde cezayı onaylayıverdi. Tutukluluğun yanına hükümlülük eklenerek AİHM’nin tahliyeye dair kararı boşa çıkarıldı.  Adı “tak-şak-paşa”ya çıkmış eski Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş’in meşhur deyimiyle iktidarın “tak” dediğini yargı “şak” diye yapıyordu. 

AİHM 2. Dairesi tarafından mahkum edilen Hükümet karara itiraz etti. Demirtaş başvurusu AİHM Büyük Dairesine gitti. Büyük Daire 18 Eylül 2019 tarihinde Strazburg’da duruşma yapmaya karar verdi. Duruşma günü yaklaşırken iktidarın eli 2 Eylül 2019 günü bir kez daha satranç tahtasına uzandı. Demirtaş’ın halkı Kobanê olaylarına tahrik suçlamasıyla tutuklu yargılandığı ve AİHM başvurusuna konu olan davaya bakan Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ni aldı ve bir “karşı hamle” daha yaptı. Mahkeme Demirtaş’ın tahliyesine karar verdi. “AİHM kararları bizi bağlamaz” diyen Hükümetin avukatları bu kararı aldılar, 18 Eylül günü AİHM Büyük Dairesi önüne çıktılar ve özetle: “AİHM 2. Dairesi’nin kararına uyulmuş, başvurucu tahliye edilmiş, ihlal giderilmiştir. Ancak başka suçtan hükümlü olarak cezaevinde bulunmaktadır. Dolayısıyla başvuru konusuz kalmıştır.” dediler. Usul elverseydi AİHM Başkanı “müvekkiliniz kararlarımızın kendilerini bağlamayacağını ilan etti, ‘karşı hamle’ dedi, sizin burada ne işiniz var” diyerek hükumet avukatlarını duruşmada rezil edebilirdi. Gereğini vereceği kararda düşünecekti. 

Büyük Daire duruşmasından 2 gün sonra 20 Eylül günü Demirtaş’ın avukatları İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurarak, Demirtaş’ı cezaevinde tutmak için onaylanmış 4 yıl 8 ay hapis cezasından Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılama kapsamında tutuklu olarak geçirdiği sürenin mahsup edilmesinitalep ettiler. Mahsup zorunluydu ve Demirtaş’a yine tahliye yolu görünmüştü.

Aynı gün Saraydaki el bu kez satranç tahtasındaki Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’na uzandı ve bir “karşı hamle” daha yaptı: Ankara CBS’nın MYK üyeleri hakkındaki soruşturması kapsamında Demirtaş ve Yüksekdağ çok sayıda öldürme, yaralama, maddi zarar verme suçları isnat edilerek 20 Eylül 2019 tarihinde tutuklamaya sevk edildiler ve aynı gün her iki Eşbaşkan -aynı olaylardan farklı gerekçeler üretilerek- ikinci kez tutuklandılar. Böylece hem Demirtaş’ın tahliyesini ikinci kez engellerken aynı zamanda AİHM’nin Demirtaş ve diğerlerinin tahliyeleri yönünde muhtemel kararlarını önceden boşa çıkardıklarını düşündüler.

AİHM Büyük Dairesi yapılan hileleri gördü ve TC. Hükumetinin “karşı hamle”lerini gerek Demirtaş gerekse Yüksekdağ ve diğerleri başvurularının gerekçeli kararlarında –Erdoğan’ın AİHM kararlarına karşı yaptığı açıklamaları alıntılarayak-  hukuk diliyle rezil etti; “gizli siyasi amacı” da teşhir etti. 

Adliyede Linç Hazırlığı

Linç birden fazla kişinin suçlu saydıkları kişi veya topluluklara yönelik yargısız cezalandırma yöntemidir. Adını Amerikalı çiftçi Charle Lynch’ten (1736-1796) alır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında İngilizlerden yana olanları yargısız cezalandırmasıyla ün salarak yargıç olmuştur. Bir linççiyi yargıca dönüştüren tarihsel koşulların kapitalizmin atağa kalktığı yüzyıla denk gelmesi tesadüf değildir. Bu yargıcın soyadının evrensel bir kavrama dönüşmesiyse tarihin bir cilvesi olsa gerek. Sınıflı toplum-özel mülkiyet sistemlerinde cezalandırmanın yargılı-yargısız biçimleri aynı kavşakta buluşurlar. 

İktidar ortaklarının HDP’ye yönelik saldırıları siyasal arenada linçe dönüşürken, linçin yargılı biçimi de Ankara Adliyesinde organize ediliyordu. Kobanê eylemlerinde ülke çapında ne kadar ölen (26 HDP’li dahil), yaralanan, maddi zarar gören gerçek ya da tüzel, özel ya da kamusal şahıs varsa soruşturmaya şikayetçi, açılacak davaya katılan-taraf sıfatıyla dahil edilmeleri için hummalı bir çalışma başlatıldı. MHP’nin Kürt halkına karşı gözüdönmüş düşmanlığı soruşturmaya da aynen yansıyor, 6-8 Ekim sürecindeki siyasi eylemlerle ilişkisi olmayan adli vakalar dahi soruşturmaya sokuşturuluyor, HDP hırsızlık gibi adli olayları dahi içine alacak şekilde kriminalize edilmek isteniyordu. 

Başta  AKP, MHP olmak üzere BBP, HÜDAPAR  CHP gibi düzen partileri; İçişleri, Dışişleri, Sağlık, Aile ve Sosyal Güvenlik, Gençlik ve Spor, Kalkınma, Adalet, Tarım ve Orman, Milli Savunma Bakanlıkları; CTE, Diyanet İşleri Başkanlığı, EGM, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT, TEDAŞ, TMO, TCDD, SGK, PTT ve  diğer bazı kamusal genel müdürlükler;  çok sayıda belediye valilik, kaymakamlık ve muhtarlıklar; bankalar, şirketler, dernekler ve özel şahıslar olaylardan zarar gördükleri gerekçesiyle müşteki sıfatıyla soruşturmaya dahil olmaya çağrıldılar. Özel şahısların hemen hiçbiri hatta bazı polisler dahi şikayetçi olmadıklarını ifade ettiler. Olaylarla yargılanan HDP’liler arasında illiyet bağı görmüyorlardı. Savcılığın çağrıları ulaşsın veya ulaşmasın, ifadelerinde şikayetçi olsunlar veya olmasınlar büyük çoğunluğu iddianameye müşteki sıfatıyla iradeleri dışında taraf olarak yazıldılar. Savcı duruşmalarda psikolojik baskı kurarak F. Gülen Cemaati üyelerine yaptıkları gibi HDP’lileri de duruşma salonunda ezmek ve siyaseten linç etmek istiyordu. Amacına ulaşamadı, resmi kurum avukatları dışında davayı müdahil sıfatıyla takip eden kimse çıkmadı. Sadece duruşmaların birinde dışardan getirtilen ne idüğü belirsiz MHP’li 10-15 faşist çakal polis korumasında koridorlarda birkaç slogan attılar ve defolup gittiler. 

Hilkat Garibesi Bir İddia: “Birlikte fail iken tahrik ederek azmettirdiler”!?

Kobanê iddianamesi hazırlanmadan önce Cumhurbaşkanı’nın açıklamasından görev çıkaran MHP’li Savcı Altun, AİHM kararıyla çöken senaryosuna “delil” aramayı sürdürdü. Önce delilsiz tutuklanan Demirtaş ve Yüksekdağ için sonradan birkaç itirafçı gizli/açık tanık buldu ve tutuklatma hedefini tüm MYK üyelerine ve MYK üyesi olmayan eski milletvekillerine doğru genişletti.  4 yıl önce savcılığın çağrısı üzerine ifade vermiş olan 20 MYK üyesini aynı soruşturma nedeniyle 24 Eylül 2020 günü operasyon düzenleterek gözaltına aldırdı. 17 MYK üyesi ve başka davadan zaten tutuklu olan 3 eski milletvekili bu soruşturma nedeniyle tutuklandılar.

Milletvekilleri ve MYK üyeleri hakkında ayrı ayrı yürütülen soruşturma dosyaları birleştirildi ve 108 kişi hakkında 3530 sayfalık iddianame düzenlenerek Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açıldı. Yargı eliyle HDP’ye kumpas kurmak için, IŞİD’e karşı eylem çağrısı yapan bir tweeti araç olarak kullanmak hem siyaseten hem hukuken büyük bir talihsizlikti. Bu tercihi belirleyen etkenlerden biri iktidarın Kobanê yenilgisinden duyduğu kuyruk acısıydı. Ancak soruşturmacıların siyasi amaca hukuksal kılıf hazırlarken bir hukuk öğrencisi kadar hukuk nosyonuna sahip olmadıkları gibi akıl nosyonlarının da zayıf olduğu anlaşılıyordu.

HDP/MYK üyelerinin şiddet eylemleri üzerinde PKK ile birlikte hakimiyet kurdukları ve sonuca ulaştıkları varsayılarak TCK’nun 37/1 maddesi kapsamında birlikte fail oldukları mütalaa edilirken azmettirme ve tahrik neyin nesiydi? Oysa hem Yargıtay içtihalarına hem de tahrik suçunun düzenlendiği TCK’nun 214. maddesinin gerekçesine göre, bir olayda azmettirme söz konusuysa tahrikten söz edilemezdi.

Sadece bu davaya bakmak üzere özel bir heyet oluşturularak davanın başında önce doğal yargıç ilkesi ihlal edildi. Yargılananları bir kısmının iddianameye karşı savunmaları alındıktan sonra Heyet Başkanı Bahtiyar Çolak duruşmalarda görünmez oldu. Yerine vekaleten atanan üye yargıç, Başkanın “rahatsızlığı nedeniyle bir süre duruşmalara çıkmayacağını” söylüyordu. Olayın gerçek yüzü bir süre sonra basına yansıdı: Başkan “Atadedeler” adlı bir örgüt soruşturması nedeniyle gözaltına alınmış ve hakkında tedbir kararı verilmişti. Kobanê davası görevinden HSK tarafından alındığını, daha sonra hakimlikten istifa edip avukatlığa “terfi” ettiğini öğrendik. 

Yargılama boyunca Mahkeme heyeti iki kişinin daha tahliyesine karar verdi. Diğer tutuklulukların devamına karar verirken, avukatların AİHM Büyük Dairenin kararlarını gerekçe göstererek sundukları tahliye taleplerine yanıt olarak “AİHM’nin incelemesine girmeyen deliller”in bulunduğunu ileri sürüyordu. Söz konusu deliller Savcı Ahmet Altun’un tedarik ettiği, başka davalarda sanık olan itirafçı-gizli-açık tanık ifadelerinden başka bir şey değildi. Olayların içinde yer almadıkları gibi failleriyle de hiçbir somut ilişkileri olmayan bu itirafçı sanık-tanıkların bazılarına olaylara HDP/MYK tweetinin sebep olduğuna dair yorumlar yaptırılmıştı. Ancak mızrak çuvala sığmıyordu. Yargılama aşamasında senaryo tadil edildi.

Tweet Kandil’de Yazıldı, Takla Ata Ata HDP/MYK Toplantısına Geldi “İşaret Fişeği”ne Dönüşerek Olayları Başlattı

Tweetin içeriği ile olayların niteliği arasında illiyet bağı bulunmadığını akli melekeleri yerinde olan her insan görebilir. AİHM Büyük Dairesi tweeti gözlerine sokup “bak kral çıplak” dediğinde davanın ekseni daha başlarken kaydı. Mahkeme heyeti AİHM kararına karşı, “Cumhurbaşkanını bağlamayan AİHM kararı bizi de bağlamaz” diyerek klasik faşizm tipi bir tutum sergileyemezdi. İktidarın “gizli amacı” için “adli taciz” aracı olarak atanan Mahkeme heyeti “AİHM bizi bağlamaz” demek yerine “hukuksal” kılıf uydurmayı tercih etti.  Bir süre AİHM’nin incelemesine girmeyen gizli veya açık tanık ifadelerini bahane ederek tutukluluk devam kararları vermeyi sürdürdü. Ancak bu çökmüş senaryonun ileride AYM ya da AİHM önünde savunulması olanaksızdı. Soruşturma aşamasında ifadesi alınan bazı itirafçı gizli tanıklar kullanılarak yeni bir senaryo sahneye koyuldu.

Yeni senaryo: “Söz konusu tweetin HDP/MYK tarafından değil Kandil’de PKK tarafından yazılıp şifrelenip kurye vasıtasıyla HDP’nin Diyarbakır İl Başkanlığı binasına gönderildiği, bir KCK üyesinin bu tweeti alıp Ankara’ya geldiği ve Ankara’da 6 Ekim günü yapılan HDP/MYK toplantısına katılıp gündem yaptırarak yayınlattığı, tweetin aslında olayları başlatan bir işaret fişeği olarak HDP tarafından atıldığı” şeklinde özetlenebilir. Yargılama sonunda verilen savcılık mütalaasında –ilk senaryonun çöktüğünden söz edilmeden- şu itirafta bulunulacaktı: “HDP/MYK’sında açıkça şiddete yönelik çağrının olmasını beklemiyoruz. Zira HDP legal olarak bir siyasi parti olması nedeni ile açıkça bunu kullanması mümkün değildir.…” 

Yalancı Tanıklar Kahvesi ya da İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Deyimiyle “‘FETÖVARİ’ Gizli Tanık” Taktikleri

Cumhuriyetten önce İstanbul’da Sultanahmet Adliyesi’nin karşısında bir kahvehane vardır. Mahkemeye yakındır ve ayakçı takımından bazı uyanıklar burada oturur, yalancı şahit lazım oldukça kadı huzuruna çıkarlar. Zamanla kahvehane yalancı tanıklarla dolmaya başlayınca, kendilerine tanık lazım olan dava tarafları da bu kahvehaneye uğramaya başlarlar. Bu durumu kadılar da mübaşirler de bilirler. Kadı bir dava tarafına “şahidin var mı?” diye sorunca adam “dışarıda efendim, müsaade ederseniz hemen getiririm!” der ve o kahvehaneye koşup rastgele birini “yürü şahitliğe gidiyoruz!” diyerek mahkeme huzuruna çıkarır. 

Bugün o “yalancı tanıklar kahvehanesi” yok çünkü yerini gizli ya da açık itirafçı kullanışlı sanık-tanıklar aldı. Osmanlı döneminin yalancı tanıklarının çıkarı rüşvetti. Bugünkü itirafçı sanık-tanıkların çıkarı cezadan kurtulmaktır. Yargıtay kararlarında itirafçı-tanıklar için kullanılan deyimle “hukuki menfaat”tir. 

AKP-MHP ittifakı içinde paylaşım krizi inişli çıkışlı devam ederken mafya reisi A. Bora Kaplan soruşturmasında ortaklar arasında bazı polis yöneticilerinin tutuklanmalarına doğru giden bir tepişme daha yaşandı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya: “Bu mücadelemizi kimler engellemeye çalışıyorsa, kimler FETÖVARİ gizli tanık taktikleriyle kendi karanlık düzenlerinin hakim olmasını istiyorsa onların o düzenlerini de başlarına yıkıyoruz, yıkmaya da devam edeceğiz.” diye gürlediğinde “secaat arzederken sirkatin söylüyordu.” Temsil ettiği AKP iktidar odağının ve ortağının sirkatiyse “FETÖ”ye rahmet okutacak boyutlardaydı.

Soruşturma aşamasında ifadeleri alınan ABC123, A53, Mahir kod adlı itirafçı-sanıklar yargılama aşamasında yeni senaryoyu sahnelemek üzere gizli-tanık olarak Mahkemeye servis edildiler. Oyun ilk sahnesi gizli tanık ABC123 tarafından, 09.02.2022 tarihinde tarafların yokluğunda haricen yapılan gizli bir duruşmada Mahkeme heyetine sergilendi. 

Gizli tanığın gizlice alınan ifadesi takip eden duruşma gününde uyap sistemine atılarak avukatlara bildirildi. İfadenin tweet ile ilgili kısımı 7 satırdan ibaretti:

“Kobanê olaylarında çatışmalar artınca örgüt seferberlik ilan edip bu yönde çağrılar yapmaya başladı. Türkiye içerisinde çeşitli notlar ve yazılar hazırlayıp gönderildi. HDP’nin 6 Ekim tarihinde tweetter üzerinden yaptığı açıklamayı da örgüt tarafından hazırlanarak HDP’ye küçük hafıza kartları kuryeler aracılığı ile Diyarbakır İl Binasına gönderildiğini biliyorum. Notların iletildiği kişilerde Kamuran Yüksek ile Yahya Figan’dır. Şifreleme programı aracılığıyla iletilir. Notlar sadece özel program yüklü iki bilgisayarda çözülebiliyor, başka bilgisayarlar bu notları çözemiyor. Bu bilgisayarlarda yalnızca Kamuran ve Yahya vardır.”

Gizli tanık tweetin PKK tarafından yazılıp HDP/MYK’na gönderildiğini beyan ediyordu ama Kandil’de kimin tarafından ne zaman nerede nasıl yazıldığı, hangi kurye tarafından ne şekilde HDP/MYK’na ulaştırıldığını, “biliyorum” dediği şeyler nereden bildiğini açıklamamış, mahkeme heyeti de somutlaştırmaya dönük hiçbir soru sormamıştı. Senaryoyu yazanların da Mahkeme heyetinin de tanığın beyanını somutlaştırma gereği duymadıkları anlaşılıyordu.

Savcılık “Pardon” Dedi,  Gizli Tanığı Açık Tanığa Dönüştürdü, Yeniden Servis Etti

Gizli tanık ABC123, gizli duruşmadan yaklaşık 3-4 ay sonra 25 Haziran 2022 tarihinde, bu davanın meşhur soruşturma savcısı Ahmet ALTUN ile TEM Şb. Md. görevli 239691 sicil nolu polis memuru tarafından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosunda sorguya alınarak Mahkemenin sözde güvencesi altında bulunan tanık deliline müdahale edildi. Önce gizlilik sıfatı kaldırıldı, tutanağa açık kimliği yazılarak fiilen açık tanığa dönüştürüldü ve Mahkemenin gizlilik kararı çöpe atıldı.  Gizli duruşmada verdiği 7 satırlık soyut ifade iki sayfaya genişletilerek zaman, mekan ve isimler uydurularak “somutlaştırıldı” ve Mahkemeye servis edilerek yeniden dinlenmesi talep edildi. Adı Merdan Rüştü Ovalıoğlu’ydu. Senaryonun tweetin Kandil’de yazılıp HDP/MYK’na ulaştırılmak üzere kurye aracıyla sınır kapısına götürülmesine dair kısmı için rol biçilen tek tanıktı.  İki sayfalık bu ifadesinde kod isimler havada uçuşuyordu. İfadenin denetlenebilir hiçbir yanı yoktu.

Mahkeme A53T61MCTS21SS92 ve Mahir kod adlı diğer gizli tanıkların ifadelerini 03 Temmuz 2022 günü –önceden belirlenen 5 Temmuz günlü açık duruşmadan iki gün önce- tarafların yokluğunda haricen yapılan gizli duruşmada aldı. Bu iki gizli tanığa tweetin HDP/MYK toplantısına katılan bir KCK görevlisi tarafından getirilmesi kısmında rol verilmişti.

Üç gizli tanık gizli duruşmalarda gizlice dinlenildikten sonra –Merdan Rüştü Ovalıoğlu kimliği açıklanarak diğer ikisi gizli tanık olarak-  açık duruşmalara Segbis yoluyla çıkarıldılar. Gizli tanıklar üzerinden hazırlanan ikinci senaryo savunma avukatlarının ve yargılananların sorularıyla paçavraya dönüştürüldü. Tanıklar mekan, zaman, şahıs üzerinden somutlaştırmaya yönelik sorular karşısında hem birbirleriyle çelişkiye düştüler hem de tam anlamıyla çuvalladılar. Örneğin senaryo yazarları gizli tanık “A53T61MCTS21SS92”yi MYK toplantısının HDP Genel Merkez binasında yapıldığı sanısıyla programlamışlardı. Oysa HDP o tarihte tanığın sözünü ettiği binada (bugünkü mekanıdır) ikamet etmiyordu. Toplantı Eğitim-Sen Genel Merkezinde yapılmıştı. Toplantıya katılanların HTS kayıtlarıyla da kanıtlanmıştı.

İkinci senaryonun da çökmesi üzerine Mahkeme, savunma avukatlarının soruşturmanın genişletilmesine dair son taleplerini reddederek davayı karar aşamasına getirdi. Oyun bitti perde indi, suikastçının satranç tahtasındaki eli yargıcın cüppesi altındaki hançere uzandı. 

Başta seçilmiş  milletvekilleri olmak üzere HDP/MYK üyelerine onlarca yıl ağır hapis cezaları yağdıran karar okunurken yargılananlar ve avukatları sloganlar eşliğinde duruşmayı terk ediyorlar, neoliberal faşizmin sandık demokrasisine klasik faşizmin hançeri saplanıyordu; seçimle kazanılmış belediyelerin kayyım darbeleriyle gasp edilmesinde olduğu gibi. Her iki saldırı aynı merkezden yönetiliyordu.