Eylül Gökçin
Türkiye’de 1980’lerden itibaren toplum için yaşamsal hizmetleri barındıran eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi alanlarda ki hizmetler dizginsiz bir biçimde hızla özelleştirilmiştir. Bunlar arasında hayati öneme sahip olan kamu hizmeti ise şimdilerde yaygın bir biçimde “sağlık sektörü” olarak anılan sağlık sistemidir. Dolayısıyla sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, nitelikli sağlık hizmetlerine ulaşım açısından bakıldığında toplumsal eşitsizliğin derinleşmesine neden olmuştur. Sağlık alanında gittikçe daha da derinleşen bu eşitsizlik ise kelimenin tam manasıyla kamusal olması gereken sağlık hizmetlerinin sürekli kâra odaklanan bir sektöre dönüşmesine yol açmıştır.
Sağlık hizmetlerinin ve başta belirttiğimiz diğer kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesinin altında yatan asıl nedeni görmek için ise bundan 44 yıl önce yayımlanan 24 Ocak Kararlarını hatırlatmak oldukça yerinde olacaktır. Dönemin başbakanlık müsteşarı olan DPT müsteşarlığını da vekaleten yürüten, çifte müsteşar veya koltuksuz bakan olarak anılan Turgut Özal’ın mimarlığını yaptığı 24 Ocak Kararları Demirel hükümeti tarafından hayata geçirilecektir. Birincil hedefi sermayenin içine düştüğü ekonomik krizi çözmek olan bu kararlar; hedefe ulaşmak için kamusal hizmetlerin hemen hepsini paralı olarak sunmayı yani kamusal olan her şeyi sermayeye peşkeş çekmeyi, emekçilerin ücretlerini düşürmeyi, özelleştirmeleri ve ithalata bağımlılığı arttırmayı kısacası sömürü çarkını olabildiğince genişletmeyi amaç edinmiştir.
Tüm bu uygulamalar ise Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “Burjuvalar ve Proleterler” bölümündeki şu sözlerinin haklılığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. “Burjuvazi yönetimi ele geçirdiği her yerde … İnsanoğlunu doğal efendilerine bağlı kılan çapraşık feodal bağları acımasızca kesip atmış, insanla insan arasında katıksız “nakit ödeme”den başka bir bağ bırakmamıştır. … İnsanoğlunun kişisel değerini değişim değerine dönüştürmüş ve onca kazanılmış geri alınmaz özgürlüğün yerine o tek vicdansız özgürlüğü serbest ticareti geçirmiştir. Sözün kısası, dinsel ve siyasal aldatmacaların peçesi altına gizlenen sömürünün yerine, çırılçıplak, utanmasız, dolaysız, acımasız sömürüyü geçirmiştir.”
12 Eylül askeri- faşist darbesiyle uygulamaya konulan 24 Ocak Kararlarının sağlık sistemine yansıyan uygulamaları ise yedinci ve sekizinci beş yıllık kalkınma planlarıyla birbiri ardınca gelen hükümetler tarafından hayata geçirilmiştir. Geldiğimiz süreçte ise bu uygulamaların taşeronluğunu AKP Hükümeti üstlenecek, bir Dünya Bankası projesi ve sağlık sistemindeki kâr odaklı dönüşümün ete kemiğe bürünmüş hali olan Sağlıkta Dönüşüm Projesi adı altında hayata geçirecektir.
Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın uygulamaya konulduğu andan günümüze kadar gelen süreçte ise sermayenin lehine olan bir dizi uygulama hayata geçirilmiş ve böylece özel hastanelerin sayısı hızla artmış, sigorta kurumları arasındaki eşitsizliğin giderilmesi vaadiyle Emekli Sandığı, Bağ- Kur, SSK (Sosyal Sigortalar Kurumu) 2006’da SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) çatısı altında birleştirilmiş, ancak SGK hizmet üretmek yerine özel hastanelere kaynak aktaran ve onlardan hizmet satın alan bir piyasa elemanına dönüşmüştür. Yine bu süreç içerisinde kamuya ait hastanelere, eczanelere ve bazı fabrikalara Sağlık Bakanlığı’na devredilme yalanıyla el konulmuş ve bunların bir kısmı özel sektöre satılmıştır. Birinci basamak sağlık hizmetlerini yürütmek için aile hekimliği kurulmuş, prim temelli sağlık sigortası sistemi hayata geçirilmiştir. Tüm bu dönüşüm içerisinde Sağlık Bakanlığı’nın rolünün evrildiği yönü soracak olursak; görevi halka eşit, erişilebilir, parasız sağlık hizmeti sunmak olan bakanlık artık bir sektöre dönüşen sağlık piyasasını özel sektörün ihtiyaçlarına göre denetleyen ve gözeten bir kuruma dönüşmüştür.
Böylelikle neoliberal politikalar doğrultusunda “dönüştürülen” sağlık hizmetleri aşama aşama özel sektör mantığıyla yapılandırılmış, bu doğrultuda da Taylorcü ekonomi modelinden yola çıkılarak, sağlıkta maksimum verimi elde edebilmek için doktorlara performans sistemi getirilmiştir. Doktorlara dayatılan performans sistemi ise tabiri caizse ne kadar çok hasta o kadar çok para anlamına gelmektedir. Performans sistemi ile ilgili yapılan bir araştırmada “Sağlıkta dönüşümle birlikte gelen performans sistemi doktor pratiğini nasıl etkiledi?” sorusuna Ankara’da bir devlet hastanesinde çalışan asistan bir doktor oldukça dikkat çekici şu yanıtı vermiştir. “Genel olarak performans sisteminden hiçbir hekimin memnun olduğunu düşünmüyorum. Hekimler olarak yarış atına çevrilmiş durumdayız. Hastayı tedavi etmeye yönelmek yerine daha ne kadar çok hasta bakacağımızı düşünmek zorunda kalıyoruz. Yani Avrupa’da ve daha dünyanın birçok yerinde hastaya bakım için verilmesi gereken süre en az 20 dakika iken, biz de yasal olarak 10 dakika olarak geçse de uygulamada 5 dakika ancak belki. Ben 5 dakikada hastanın yüzüne dahi bakmadan hızlı hızlı şikayetlerini dinleyip tanı koymak durumundayım.”
En başta tıp meslek etiğine aykırı olan performans uygulaması, sağlık sisteminde birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Son yıllarda çokça tartışılan profesyonel mesleklerin proleterleşmesi yoluyla doktorlar adeta üretim bandının bir parçası haline getirilmiş, dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle dizayn edilen sağlık sisteminde doktor işçiye, hastalar ise müşteriye dönüşmüştür. İşte tam da bu noktada yine Marx ve Engels’in şu tespitlerini hatırlamak yerinde olacaktır: “Burjuvazi, bugüne kadar el üstünde tutulan ve önlerinde yerlere kadar eğilinen mesleklerin tüm saygınlığını çekip almış; hekimi de, avukatı da, rahibi de, şairi de, bilim adamını da kendi ücretli emekçisi yapıp çıkmıştır.”
Doktorun işçiye, hastaların müşteriye dönüştüğü bu sömürü çarkında ise sistemin yapısal sorunu olan randevu bulamama, tedavi olamama ve hastaya yeterli sürenin ayrıl(a)maması gibi sorunların kaynağı olarak sağlık emekçileri görülmüş ve her zamanki gibi sisteme yöneltilmesi gereken öfke sağlık emekçilerine yöneltilmiştir. 2022 yılında sağlıkta 249 şiddet olayı yaşanmışken 2023 yılında bu sayı 457’ye yükselmiştir.
Sağlıkta dönüşümün en önemli ayağı ise Şehir Hastanelerinin hayata geçirilmesidir. Bilindiği üzere SDP bir Dünya Bankası projesidir. Dünya Bankası’nın ekonomi politikalarının başat ölçütleri ise kamu yararına yapılan harcamaların kısılması, ücretlerin aşağı çekilmesi ve kamu kaynaklarının küresel sermayeye açılması olarak özetlenebilir. Şehir Hastanelerinin işletilmesi de bu politikalara göre dizayn edilmiştir. Bu sistemin asıl adı ise Kamu-Özel Ortaklığı olarak anılmaktadır. KÖO ise özelleştirmedeki yap-kirala-devret modeline denk düşmektedir. Adı ortaklık da olsa bu işletme modeli hiçbir şekilde kamu yararı gözetmemekle birlikte bütün kamu kaynaklarını özel şirketlere, müteahhitlere ve bankalara aktarmayı hedeflemektedir. Bu “ortaklıkta” devlet on binlerce dönümlük arazileri bedelsiz olarak özel şirketlere tahsis etmiş ve yüklenici firmalar hastane binalarını inşa, tüm tıbbi cihazların temini ve yan hizmetleri üstlenmişler; bunun karşılığında ise devlet milyonlarca dolarlık kira ödemekle kalmayıp birde yıllık hasta garantisi vermiş kısacası bu şirketlerin istenilen hasta kotasına ulaşmamaları durumunda zararları hazine tarafından karşılanmaktadır. 22 yıllık AKP döneminde devlet hastanesi sayısı yalnızca yüzde 23, yatak sayısı yüzde 46 artarken özel hastane sayısı yüzde 111, yatak sayısı ise yüzde 185 arttı. Sağlığı sömürü konusu haline getiren Şehir Hastaneleri’ne sadece 2017-2022 yılları arasında akıtılan parayla 78 bin 644 yataklı tam 196 devlet hastanesi yapılabilirdi.
Şehir Hastaneleri açısından belirtilmesi gereken en önemli nokta ise dizginsiz sömürünün en başat alanlarından biri olan taşeron sisteminin kamusal alanda en yaygın şekilde uygulandığı yerlerden biri olmasıdır. Şehir Hastanelerinde tıbbi hizmetlere yardımcı nitelikte olan sterilizasyon, laboratuvar, tıbbi görüntüleme, rehabilitasyon, atık yönetim hizmetleri, temizlik hizmetleri, bilgi ve veri işleme, personel ve sekreterlik hizmetleri, teknik destek, otelcilik hizmetleri, otopark ve kafeterya işletmeleri gibi devasa boyutlara ulaşan tüm bu hizmetler özel şirketlerin bünyesinde kurulan taşeron şirketlere verilmiş ve böylece sınırsız ve kuralsız bir taşeronlaştırma süreci yaşanmıştır. Bu süreçte ise başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere kamu kurum ve kuruluşları başı çekmiş dolayısıyla özel sektör de bu alanda kamuyu izlemiştir. Böylece taşeronlaştırma hem bir özelleştirme yöntemi olarak hem de işçi ücretlerini düşürmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. Fakat taşeronlaştırma işçilerin sadece ücretlerine ve haklarına mal olmamış, yaşamlarına da mal olmuştur. Şehir Hastaneleri henüz hizmete açılmadan önce devasa büyüklükte birer inşaat alanıyken dahi işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından kırmızı alarm veren en riskli alanlardandır. Neredeyse her Şehir Hastanesi inşaatında işçi sağlığı ve iş güvenliği koşullarının ihlal edilmesi nedeniyle iş cinayetleri yaşanmıştır.
Şehir Hastaneleri açısından bir başka bir problem ise bu alanların devasa mimari tasarımları ve adları Şehir Hastanesi olmasına rağmen ironik bir biçimde bu hastanelerin şehirlerden kilometrelerce uzakta inşa edilmesidir. Bu nedenle burada birinci mesele hastanın sağlık hizmetine erişimi meselesidir. Kısacası Ankara’da şehir merkezinden Bilkent Şehir Hastanesine gitmek isteyen bir hastanın katetmesi gereken yol 15 km’yi bulmaktadır. Üstelik bu yolu hasta hasta katetmek zorundadır. Yaklaşık 21 dakikada hastaneye ulaşan hastanın, hastane içindeki trafiği aşması ve ilgili polikliniğe ulaşması da hayli zaman almaktadır. Bu engelli koşuyu başarıyla tamamlandıktan sonra ise aynı sorun hastane koridorlarında da yaşanmaktadır. Bu kadar devasa bir kapalı alanda hastanın bir yerden bir yere gitmesi hayli zordur. Üstelik aynı durum doktorlar ve sağlık personeli içinde geçerlidir. Şehir Hastaneleri modeli Türkiye özelinde ve dünya genelinde incelendiğinde görülüyor ki kazanan taraf her zaman yüklenici firmalar kaybeden ise sağlık emekçileri olmuştur. Dolayısıyla bu proje vasıtasıyla kamu kaynakları devlet eliyle özel şirketlere aktarılmıştır.
Özetle neoliberal sağlık politikaları en temel insan hakkı olarak tanımlanan “sağlık hizmeti alma hakkı”nı yalnızca parası olanın yararlanabileceği bir hizmet şekline dönüştürmekle kalmamış hayata geçirilen performans sistemi, geçici görevlendirme, aile hekimliği, muayene sürelerinin kısalığı, koruyucu sağlık hizmetlerinin geri plana itilmesi ve Genel Sağlık Sigortası prim ödemeleri gibi bir çok uygulamayla sağlık sistemi hem hizmet alan hastalar hem de hizmet veren sağlık emekçileri için adeta bir girdaba dönüşmüştür. Dört bir koldan çökmekte olan sağlık sistemine bakıldığında asıl sorun sağlığın metalaştırılması sorunudur. Dolayısıyla insanı değil parayı odağına koyan bu sistem değişmedikçe o meşhur sözü kendimize hatırlatıp duracağız.:“Ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm!”