Dünyanın Gidişini Nasıl Okuyoruz?

H. Selim Açan
“Sermaye, […] pratikte insan soyunun yaklaşmakta olan çöküşü ve sonunda kuruyup gitmesi ihtimalini en fazla dünyanın güneşin içine düşmesi ihtimalini ettiği kadar dert eder. Her borsa dolandırıcılığında herkes çöküşün er ya da geç geleceğini bilir ama herkes de altın yağmurunu yakalayıp elde ettiklerini güvenli bir yere istifledikten sonra borsanın komşusunun başına çökmesini umar. Benden sonra tufan -bu her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin düsturudur.” (Marx, Kapital)
Dünyanın gidişi sözcüğün tam anlamıyla freni patlamış bir kamyonu çağrıştırıyor. Yerleşik bütün dengeler, kurallar, alışkanlıklar alt üst olmuş durumda. Kaos ve belirsizliklerle karakterize olan bir evredeyiz.
Fakat belirsizlikler içinde belirginlik kazanan kimi çizgiler var ki en hafif tanımıyla ürkütücü. Bunlar içinde özellikle ikisi öne çıkıyor: Yeni bir dünya savaşı tehlikesinin burnumuzun ucuna kadar gelmiş olmasıyla iklim krizinin geri dönülemez sınırları birer birer geçerek derinleşmesi.
Bunların her biri insanlığın bugünü ve geleceği açısından fazlasıyla korkutucu gelişmeler. Bir de birlikte -iç içe- geliştiklerini göz önüne getirecek olursak, tarihsel olarak nasıl tayin edici bir eşikte bulunduğumuz gerçeğini daha net görebiliriz.
Bunlara eklenebilecek başka tehlikeler de var kuşkusuz. Irkçı faşist parti ve hareketlerin dünya çapında yükselişiyle çığlaşan göç olgusuna paralel tırmanan göçmen düşmanlığı bunlar içinde en fazla öne çıkanlar. Bir de genellikle gözden kaçırılanlar var: Ellerinde muazzam bir ekonomik, siyasi ve askeri güç bulunduran burjuvalarla onların temsilcisi siyasilerin sadece insanlıktan değil stratejik akıl ve öngörüden de yoksun çapsızlıklarıyla en umutsuz anlarda bile bir biçimde bir yerlerden uç veren çoban ateşlerinin kesintisizliğine rağmen Nazım’ın tanımıyla “büyük insanlık”ın dünyanın hali ve gidişine ilişkin kayıtsızlığı. Bunlar bir yönüyle ‘sonuç’ olarak görülüp değerlendirilebilecek faktörler belki ama bugünün gerçekliğini oluşturan bütünlük içinde tehlikeleri daha da büyütüp korkutucu hale getiren nedenler olarak iş görüyorlar.
Mevcut durumu ‘kapitalizmin tarihsel olduğu kadar fiziki sınırlarına da dayandığı varoluşsal bir kriz’, aynı anlama gelmek üzere ‘bir tükeniş momenti’ olarak yorumlayan görüşler oldukça yaygın. Bunlar bütünüyle haksız ve temelsiz görülemezler. Fakat soldaki yaygın kriz okumalarında kendini gösteren tek yanlı düz mantık bunlarda da karşımıza çıkar.
Kapitalizmin yapısı ve işleyişinden kaynaklanan devrevi sistemik krizler, solda genellikle sadece yıkıcı yön ve sonuçlarıyla görülür. Bunun doğrusal bir çizgide gelişerek sistemi felç edip soluksuz bırakacağı düşünülür. Bu tek yanlı ve mekanik kriz kavrayışını bazıları daha da ileri götürüp krizin kendiliğinden devrimi doğuracağı beklentisine kapılırlar.*
Çözümleme süreçlerinde düşülen iki stratejik hatadan kaynaklanır bu yanılgı. Bunlardan birincisi -ve tayin edici olanı- sistemin içine sürüklendiği krizi ve onu doğuran nedenleri görürken kapitalizmin ‘kendisini yenileme’ imkân ve potansiyellerinin gözden kaçırılmasıdır.
Marksizmin önderlerinin Komünist Manifesto’dan başlayarak dikkat çektikleri onun bu yeteneğinin atlanması kriz=devrim şeklinde özetleyebileceğimiz kendiliğinden devrim beklentilerine kaynaklık eder. Lenin’in, “Kendisini köşeye sıkıştıracak bir baskı olmadığı sürece burjuvazinin içinden çıkamayacağı hiçbir kriz yoktur” uyarısı unutulur**.
Yıkım ve yeniden yapılanmanın iç içeliği
Kapitalizmin bugün içinde debelendiği çok boyutlu-çok katmanlı krizini sadece doğurduğu yıkıcı sonuçlar ve tehlikeler yönünden okuyan kriz algıları ikinci olarak bu sürecin aynı zamanda burjuvazinin yeni bir üretim/birikim modeli arayışını içerdiği gerçeğini gözden kaçırıyor. Bu sadece yeni bir üretim örgütlenmesi, uluslararası yeni bir işbölümü ve siyasal ilişkiler düzeninin kurulmasıyla sınırlı olmayıp yeni bir emek rejimi, yeni bir siyasal sistem, yeni hegemonya teknikleri vd. boyutlarını da içeren total bir yeniden yapılanma süreci, daha doğrusu nihai biçimini henüz almamış bir arayış hali. Bu anlamda bir geçiş dönemi. Zaten bu tarihsel evrenin belirsizlikler ve kaosla karakterize olması bunun sonucu.
Bu arayış tabii ki dünya burjuvazisinin keyfinden kaynaklanmıyor; 1970’lerin ortalarında patlak veren devrevi krizi ötelemenin yolu olarak 1980’lerin başında şekillenen neoliberal birikim modelinin dikişlerinin 2008 kriziyle atmasının dayattığı bir mecburiyet. Bu zorunluluğun tamamlayıcı ayağını, daha doğrusu ‘hızlandırıcı’ öğesini ise iletişim ve gözetleme teknolojileriyle yapay zeka, nano teknoloji ve uzay araştırmaları başta olmak üzere bilim ve teknolojideki sıçramalı gelişmeler oluşturuyor.
“Neoliberal modelin iflâsı anlaşılır bir neden de, bilim ve teknolojideki atılımlarla insanlığın ve evrenin bugün karşı karşıya olduğu tehlikeler arasında nasıl bir bağ var” sorusu akla gelebilir bu noktada. Bu bağın zihinlerde canlanabilmesi için kapitalizmin doğasına ve gelişim tarihine bakılmalıdır. Kapitalizmin tarihinde üretimin yeni bir biçimde örgütlenmesine yol açan bütün büyük sıçramalar tam da bugün karşı karşıya olduğumuz türden büyük yıkım ve acılar pahasına, dahası onlar sayesinde mümkün olabilmiştir.
Kapitalizmin krizleri insanlığın toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin, aynı anlama gelmek üzere bilimsel-teknolojik gelişmelerin de katkısıyla emek üretkenliğindeki artışın sonucudur. Ütopik sosyalizmin parlak beyinlerinden Fourier’in olağanüstü tanımıyla kapitalizmin krizleri “bolluktan kaynaklanır.” Tabii ki bu her durumda doğal ve kaçınılmaz bir sonuç değildir. Kapitalist sistemin karakteristik özelliğini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olması ve tamamen kâr amaçlı üretimin anarşik karakteri bu üretkenlik artışını kriz etkenine dönüştürür. Dolayısıyla sistemin devamı, daha önceden yaratıp geliştirdiği mevcut üretici güçlerin olağanüstü boyutlarda tahribini gerektirir. İşsizlik, açlık ve sefaletin akıl almaz boyutlar kazanması yanında yeni paylaşım savaşları, iç savaşlar, etnik temizlik ve soykırımlar bu tahribatın önde gelen araçlarıdır. Bu korkunç yıkım bir yandan da üretimin -tabii ki kapitalist temellerde- yeni bir biçimde yeni baştan örgütlendiği yeni bir emek rejimini, yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin kuruluşunu, buna uygun bir siyasal yapılanmayı, hegemonyanın yeni biçim ve araçlarını gerektirir (Son zamanlarda aktüellik kazanan “Jeopolitiğin tekrar öne çıkışı”, “sanayi stratejilerine dönüş” tartışmaları vb. bu bağlamda değerlendirilmeli). Bu yaratıcı yıkım diyalektiğini Engels, Anti Dühring’te sade bir dille şu açıklıkta sergiler:
“Kapitalist üretim biçimi mekanizmasının tümü, kendi yarattığı üretici güçlerin baskısı altında işlemez olur. Üretim biçimi, artık bütün bu üretim araçları yığınını sermaye durumuna dönüştüremez; bu araçlar işsiz kalır ve bu nedenle yedek sanayi ordusu da işsiz kalacaktır. Üretim araçları, geçim araçları, çalışmaya hazır işçiler, tüm üretim ve genel zenginlik öğeleri gereğinden çok durumdadır. Ama ‘bolluk, kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir’ (Fourier), çünkü üretim ve geçim araçlarının sermaye durumuna dönüşümünü engelleyen şey bu bolluğun ta kendisidir. Çünkü kapitalist toplumda üretim araçları, daha önce sermaye durumuna, insan emekgücünün sömürü aracı durumuna girmedikçe etkinliğe geçemezler.”
Kapitalist sistemin insanlık dışı karakterini yansıtan bu döngüyü, Kapital başta olmak üzere bütün çözümlemelerinde etkileyici bir tarzda serimleyen Marx ise örneğin Grundrisse’de şunu söyler: “…Böylelikle üretici güçlerin ulaştığı en yüksek gelişme düzeyi ve eldeki zenginliğin ulaştığı en büyük boyutlar, sermayenin değerini yitirmesiyle, işçinin alçaltılması ve yaşam güçlerinin mutlak biçimde tüketilmesiyle üst üste düşecektir. Bu çelişkiler emeğin aniden durduğu ve sermayenin büyük kısmının tahrip edildiği patlamalara, çalkantılara, bunalımlara yol açar. Bu düzenli olarak tekrarlanan felaketler, her seferinde daha büyük çapta tekrarlanarak (sürer)”
Parçaların bütünle ilişkisini doğru kurma zorunluluğu
Dolayısıyla bugün karşımıza çıkan bütün ürkütücü -aynı zamanda tiksindirici- olgu ve süreçler (nükleer silahları kullanma tehditlerinin eşlik ettiği yeni bir dünya savaşı tehlikesinin büyümesi, ırkçı faşist hareketlerin yükselişi, Filistin’de aylardır süregelen ölçü-sınır tanımaz hayasız soykırım, göç olgusunun patlama yapması ve dünyanın kılını kıpırdatmadan seyrettiği göçmen katliamı vd.) bu bağlam içinde okunmalıdır. Bunlar krizden değil burjuvazinin krizden çıkış arayışlarından kaynaklanan sonuçlardır. Daha doğru bir anlatımla, iflasın eşiğine dayanmış kapitalist sistemin yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yeni bir birikim modeli arayışındaki emperyalist burjuvazinin aklından geçen yönelimlerin mevcut koşul ve dengelerin imkân verdiği sınırlar içinde uç verip denenen pilot uygulamaların tezahürleridir. Bunlardan hangilerinin, nasıl bir evrim geçirerek hangi ölçülerde baskın hale gelip nasıl bir sistemik bütünlük oluşturacakları önümüzdeki yıllarda dünya çapında yaşanacak irili-ufaklı sınıf çatışmaları tarafından belirlenecek.
Fakat emperyalist burjuvazinin nasıl bir düzen peşinde koştuğuna dair kimi temel çizgiler bugünün olgu ve gelişmeleri içinde giderek daha belirginlik kazanıyor. Bunların başında ise bugüne dek ölçüsüzce yağmalanan doğanın kaynaklarının sınırlarına dayanılması yanında teknolojinin bugün ulaştığı düzeye de güvenerek hem üretici hem de tüketici olarak işine yaramayacağını düşündüğü vasıfsız yığınları ‘taşımaya değmeyecek bir yük’, düpedüz ‘çöp’ olarak görmesi geliyor. Bu bağlamda ortaya çıkışından bu yana kapitalizme eşlik eden ve yoksulluğun nedeninin kapitalist sömürü, servet-yoksulluk kutuplaşması değil nüfusun hızlı artışı, dolayısıyla emekçilerin kendisi olduğunu iddia eden Malthusçuluğun ve sosyal Darwinizm’in güncel versiyonlarını oluşturan en pespaye ırkçı yaklaşım ve görüşlerin son 50-60 yılda tanık olmadığımız kadar popülerleşmesi dönemin ruhuna uygundur. Keza dönemin ruhunu temsil eden somut bir figür olarak Elon Musk’ın yatırım tercihlerinden siyasete, uluslararası krizlere müdahil olma biçimlerinden uzayı sömürgeleştirme yarışında sergilediği cevvaliyete kadar her alanda ve her konuda sergilediği küstah pervasızlık görmek isteyene çok şey anlatır.
İnsanlığın geleceğinin hangi yönde, nasıl şekilleneceğine dair tayin edici çatışmaların henüz yaşanmadığı bir geçiş dönemi içinde oluşumuz, sosyalist devrimci güçler olarak üzerimizdeki ölü toprağını atmak için önümüzde daha vakit olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, kafamızı nereye-hangi konu ve alana çevirsek karşımıza çıkan belirtiler ‘kendimize gelmekte’ ne kadar geç kaldığımızı gösteriyor. Kaldı ki ‘o büyük gün’, bitirici tek bir hamle şeklinde yaşanmayacak. O çatışma çoktan başladı ve sınıf düşmanlarımızın sahip oldukları üstünlük ve avantajlar dışında bize kıyasla ne kadar yol aldıkları da ortada.
Bugün karşılaştığımız olgu ve süreçlerle sistemdeki tıkanıklığa sermaye lehine çözüm arayışları arasındaki bağlantının görülmesi tam da bu açıdan yani savaşa karşı mücadelenin, iklim krizine karşı mücadelenin, ırkçı faşist hareketlerin yükselişine karşı mücadelenin, Filistin’deki soykırıma karşı mücadelenin, göçmen krizini ele alış ve göçmen kırımına karşı mücadelenin, iklim krizinin derinleşmesine karşı mücadelenin, doğayı koruma mücadelesinin vd. hangi temelde nasıl ele alınıp örgütlenmesi açısından tayin edici bir öneme sahip. Bu bağlantının berrak bir bilinçle kuruluşu, dönemin ve onun ağırlaştırarak karşımıza çıkardığı sorun ve tehlikelerin kavranışı noktasında Marx’ın Kapital’de “sadece gözle görülebilen durumlarla ilgilenen, olaylar ve olgular karşısında ‘neden’ sorusunu sorarak rahatlarını kaçırmak yerine ‘nasıl’ sorusuna cevaplar arayarak oyalanmakla” eleştirdiği burjuva iktisatçılar ve idealist ideologların konumuna düşmemek açısından önem taşıyor.
Bu elbette büyüyen savaş tehlikesine karşı mücadelenin, ırkçılık ve faşizmin dünya çapındaki yükselişine karşı genel ve tek tek mevzi savaşların, derinleşen iklim krizine karşı mücadelenin, doğanın korunması için mücadelenin, göçmen düşmanlığı ve katliamına karşı mücadelenin vd. önemsiz ya da tali oldukları anlamına gelmiyor. Tam tersine, onların her birinde harcanan emek ve çabaların kendi alanlarıyla sınırlı kalmaktan kaynaklanan boşluk ve zaaflarını gidermeyi sağlayacak bir perspektif genişliği kazandırmakla kalmıyor, “kesişimsellik” ve benzeri türden teğet ilişkilerle tatmin olmak yerine hedef ve nihai amaç ortaklığı temelinde birbirlerini çok daha güçlü tamamlayıp bütünleyecek sinerjik bir ilişkinin zeminini bize sunuyor.
—-
*Bu tek yanlı, tek yanlılığı ölçüsünde de mekanik kriz kavrayışı 1970’lerin ikinci yarısında sadece Türkiye devrimci hareketi içinde değil dünya çapında baskın ve belirleyiciydi. Üstelik o dönem görünürdeki olgu ve belirtiler 1973’ten itibaren belirginlik kazanan o zamanki krizin devrimlerle noktalanacağı algısını besleyip güçlendirecek özellikteydi. 1960’ların sonlarından itibaren durgunluğa giren kapitalist ekonomilerin temel enerji kaynağını oluşturan petrol ambargosunun ivmelendirip hızlandırdığı ekonomik kriz yanında Batılı emperyalist kapitalist sistemin hegemonik gücü ABD’nin ve doların saltanatı ve prestiji belirgin bir sarsıntı geçirmekteydi. Vietnam Devrimi emperyalizme çok yönlü ciddi bir darbe indirmişti. Güneydoğu Asya, Latin Amerika ve Afrika yangın yeriydi. ‘68’in kendisi çoktan sönümlenmiş olmakla birlikte ’68 ruhu Avrupa’da hâlâ canlıydı. Gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkeler sık aralarla patlak veren grev ve genel grev dalgalarına, militan emekçi kitle gösterilerine sahne oluyordu. Döneme dair yapılan tahlillerde nesnel koşulların bütün elverişliliğine karşın öznel faktörün zayıflığına her ne kadar dikkat çekiliyorsa da sürecin devrimlerle noktalanacağı öngörüsü ve beklentisi güçlüydü. Ne var ki tarih tam tersi yönde seyretti. Bütün o tahlil ve öngörüleri boşa çıkaracak şekilde 1980’lerin başından itibaren neoliberalizmin atağına ve hegemonyasına tanık olduk.
**Bu arada bir parantez açalım: Kapitalizmin üretici güçleri geliştirip üretim örgütlenmesi ve yöntemlerini değiştirerek devrevi krizlerinin üstesinden bir biçimde gelme -daha doğrusu onu öteleme- yeteneğinin tek yanlı abartılması bu kez Marksist kriz kavrayışına ilkinden de uzak bir oportünizme savrulmaya yol açar. Krizi devrim yönünde derinleştirme çabasını da beraberinde getiren ilkinde yine de devrimci bir ruh ve niyet vardır. Kapitalizmin toplumsal üretici güçleri geliştirip yeni bir üretim örgütlenmesine geçiş yeteneğinin tek yanlı yüceltilmesi ise burjuvazinin ve sistemin gücünü abartmaya yol açar, bu bağlamda sadece teslimiyetçilik üretir. Bu savruluşun tarihteki ilk ünlü örneği Bernstein’dır. Kapitalizmin yükseliş döneminde onun ilk büyük devrevi krizlerini (1857 ve 1873 krizi) aşmakla kalmayıp bilim ve teknikteki baş döndürücü atılımlar sayesinde kaydettiği sıçramadan hareketle – bu arada burjuvazinin 1848 Devrimleri’ni ve 1871 Paris Komünü’nü yenilgiye uğratmayı başarmış olmasına da bakarak- “Hani, krizler kapitalizmin yıkılışına zemin hazırlayacaktı. Ne oldu?..” sorusunu ortaya atıp Marksizm’in kapitalizm tahlillerinin geçersizliğini ilân eden ilk revizyonist odur.
Kapitalizmin gelişim sürecinde sistemin iç dinamiklerinin ürünü olarak ortaya çıkan yeni olguları onun karakteri ve işleyişinden kopararak ele alan tek yanlı yaklaşımların tarihteki ünlü temsilcilerinden biri de Kautsky’dir. O da emperyalizm aşamasına geçiş sürecinde ortaya çıkan tröst türü tekel biçimlerinden hareketle bunun sermaye içi rekabeti düzenleyici bir rol oynayarak üretim anarşisini ve savaşları önleyebileceğini iddia eden ‘ultra emperyalizm’ teorisini ortaya atar.
Ortaya atıldıklarında “Yeni olgu ve süreçlerin etkileyici çözümlemeleri” olarak görülüp taraftar bulabilen bu oportünist teorilerin hayat tarafından sahipleriyle birlikte nasıl süpürülüp çöpe atıldıkları malumdur.
İşin ilginci, onların yanılgıları ve akıbeti herkes için aynı ölçüde ders olmaz. İlerici barutunu kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelişiyle birlikte tüketmiş olan sermayenin asalak karakterinin zirve yaptığı emperyalizm aşamasında doğayı hayasızca yağmalamakla kalmayıp insanlığı da çürüten neoliberalizmi dahi ‘insanlığın toplumsal üretici güçlerini geliştirme’ yönünden okuyup onu “sanayi devrimine eşdeğer hatta onu da aşan bir devrim” olarak yorumlayan neo Bernsteincılar 2000’li yıllarda da karşımıza çıkabilmiştir. Neoliberal dönemin teknolojik atılımları ve yeni üretim örgütlenmesi sayesinde “kapitalizmin en az 40-50 yıl sürecek bir istikrar dönemine girdiğini” ileri sürebilen bu neo Bernsteincıların kapitalizmin yeteneklerine ve burjuvazinin ele geçirdiği avantajlarına imanı o denli güçlüdür ki, 2008 krizini dahi “kedidir kedi” aldırmazlığıyla karşıladıkları unutulmamıştır.