Tarihin Benzer Dönemecinde Hortlayan Aynı Sosyal Şovenizm

Mürüvet Küçük
Kürt özgürlük mücadelesi 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde aşiretsel-feodal zemini aşarak hem Kürdistan’ın tüm parçalarında öncekilerle kıyaslanmayacak ölçüde karşılıklı etkileşim içine girmiş hem de bölge ölçeğinde fiili bir bütünlük kazanmaya yaklaşmıştır. Kürdistan ve Kürt gerçekliğinin parçalanmışlığından kaynaklanan handikapları nispeten kolay aşma olanağını beraberinde getiren bu elverişli nesnel zemine karşın tarihte defalarca tanık olunan tartışma ve tutumlar tekrar edilmeye başladı.
Yine bir emperyalist paylaşım savaşının öngünlerindeyiz; yeni bir dünya savaşı ve ekolojik yıkım gibi büyük risklerle olduğu kadar umulmadık devrimci sıçrama olanaklarıyla da karşı karşıyayız. Yaşanan tartışmalar pek çok yönüyle I. Paylaşım Savaşı öncesi halklar hapishanesi olarak bilinen Çarlık Rusya’sını anımsatıyor insana.
O dönemde gerçekleşen burjuva demokratik devrimler, sadece merkezi devletlerin yapı ve işleyişinde değil ilhak ettikleri uluslar nezdinde de ciddi farklılıklar yaratır. Nasıl ki Osmanlı’da Meşrutiyet dönemi Balkan halkları, Ermeniler ve Kürtlerde ulusal uyanışa canlılık kazandırmışsa Rusya’da 1905 devrimi de aynı şekilde ezilen uluslar cephesinde çok hararetli tartışmaları, dalgalanmalar ve yer yer isyanları gündeme getirir. Duma’da federal otonomistler, Ukrayna Hareketi, Müslüman Hareketi gibi Rus-olmayan ve bağımsızlıkçılıktan federalizme kadar çeşitli ölçülerde milliyetçi tezlere sahip örgütler var olma olanağını bulmuştu.
O dönem Çarlık rejiminin kitlelerin baskısıyla bir çeşit parlamenter monarşiye geçmek zorunda kalmasının sağladığı özgürlük ortamı bir taraftan buna yol açarken ezilen uluslara karşı derin köklere sahip ırkçı-gerici saldırıların sökün etmesi de gecikmez. Gerek Lenin gerekse Stalin’in ulusal sorunu özel bir gündem konusu haline getirmeleri de (her ne kadar daha 1903 yılında parti programına koyacak kadar yakından ilgilenilse de) esas olarak bu ortamda gelişir. O kesitte, hem ezilen uluslara yönelik bu gerici dalgaya karşı komünistlerin tutumunu netleştirmek hem de ezilen ulusları ya da azınlıkları temsil eden siyasi güçlerin işçi sınıfını milliyetçi temelde bölüp düşmanlaştıran ulusal-kültürel özerklik gibi son derece gerici tezlerine yönelik bir tutum alırlar.
Dönemin belli başlı tartışmaları Polonya, Avusturya-Macaristan, Ukrayna, Finlandiya konularında ve Yahudilerin siyasi temsilcisi olduklarını iddia eden Bund’çularla yaşanır.
Ezilen ulusların ya da azınlıkların kurtuluşu adına bu kesimlerden getirilen kaba milliyetçi tezler, işçi sınıfı hareketinde gelişen grevleri kırmayı vazedecek kadar ileri gider. Ulusal kültürel özerklik gibi toprağa dayanmayan oldukça soyut ve milliyetçi temele dayanan bir projeyi savunan bu güçlere karşı komünistler, ezilen ulusların ayrılma da dahil kendi kaderini tayin hakkını net ve açık bir dille savunurlar. Ezen ulusun komünistlerinin toprağı fetişleştiren yaklaşımlarını reddedip her ulustan işçi ve emekçilerin gerçekten kaynaşıp dost olmalarının, enternasyonal bir eksende buluşabilmelerinin en sağlıklı yolunun ayrılmayı da içeren kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından geçtiğinin propagandasını yaparlar. Komünistler, o dönemin koşulları içinde en sağlıklı projenin ezilen ulusların yoğunlaştığı yerlere bölgesel özerklik tanınması olduğunu belirtirler. Tümden ayrılma kararlarını da gerici bile olsa tanıyıp onlara karşı sınıf mücadelesi yürütmekten vazgeçmeyeceklerini ilan ederler. Soyut olduğu kadar işçileri bölecek ulusal kültürel özerkliğin tüm sakıncalarını ayrıntılarıyla anlatırlar.
Ulusal-kültürel özerklik savunucuları iş kritikleştiğinde sosyal şovenizme sürüklenirken (Ukrayna tartışmalarında bu net olarak açığa çıkar) tarihsel gericilik birikiminin en uç temsilcileri olan Kara Yüzler gibi örgütlülükler de ezilen uluslara, Yahudilere yönelik fiziki saldırılara girişirler.
Kısaca Kara Yüzler denilen bu hareketin en karakteristik özelliği ırkçı-şoven olmasıdır. Rus olmayanların siyasete ve toplumsal hayata katılmamasını savunurlar. Önderleri “İnanç, Çar ve Vatan” sloganını “Otokratik egemenlik, Ortodoks İnanç ve Rus Halkı” haline dönüştürüp Yahudileri en büyük düşman, Polonyalıları da en büyük yıkıcı tehdit ilan etmiştir.
Kara Yüzler’in zihniyetine göre devletin temeli coğrafi kapsayıcılığı değil Rus vatandaşlığıydı. Vatandaşlığın coğrafi-ulusal bir temeli olamazdı. Türkiye’nin resmi devlet ideolojisiyle birebir örtüşen bu ırkçı şoven yaklaşımı bugünlerde Erdoğan’ın danışmanı olarak boy gösteren Mehmet Uçum’un ağzından duyuyoruz: Kürtler Türk milletinin bir parçasıdır, vatandaş olarak tanınmaları kafidir, başka bir statü istemelerine gerek yoktur, çünkü bu devleti Türklerle birlikte savaşarak kurdular vs. vs. Yine tarihi boyunca Kürt varlığını inkar etmesiyle tanınan ama gelinen noktada birdenbire (!) “Kürtler vardır” demeye başlayan MHP gibi faşist bir parti de esasında aynı şeyi başka biçimde savunmaktadır. Bu ırkçı şoven zihniyet sahiplerinin -Kara Yüzler gibi terör eylemlerine şimdilik girişmeseler de- Kürtlerin statü taleplerinin gündeme geldiği ve Rojava parçasında somut bir gerçekliğe dönüştüğü anda nasıl bir yaklaşım kuşandıklarını izleyip görüyoruz.
Fakat ezen ulus milliyetçiliği ya da şovenizm bu en uç biçim ve yaklaşımlardan ibaret değildi. Bugün olduğu gibi… Lenin’e göre o zamana kadar yalnızca Kara Yüzler gibi Büyük Rus milliyetçiliğine has ulusal gericilik biliniyordu. Devrimden sonra özellikle Kadet’ler (liberaller) içinde ulusal-liberaller ortaya çıkmış, ayrıca Narodniklerin fikri temellerini attığı bir Büyük Rus köylü milliyetçiliği zuhur etmişti. Proleter demokrasi bunlarla mücadele etmek zorundaydı. Ezilen ulusların milliyetçiliğinin eşzamanlı uyanışı da Büyük Rus küçük burjuvazisi içinde ciddi bir milliyetçi yönelimi kışkırtacaktı.
Lenin’e göre Rusya’nın demokratikleşmesi ne kadar yavaş olursa, çeşitli ulusların burjuvazileri arasındaki ulusal zulüm ve çekişmeler o kadar kalıcı, acımasız ve sert olacaktı. Nitekim Rus milliyetçi çevreleri özellikle Ukrayna ayrılıkçılığına karşı teyakkuz halindeydi. Onlara göre federalizm ve Ukrayna’nın özerkliği peşindeki Ukrayna hareketi Rusya’nın bütünlüğüne karşı büyük bir tehdit oluşturuyordu. Bu “özerklik umudu” Rusya’nın Avusturya ve Almanya ile gelecekteki savaşındaki müstakbel yenilgisini hazırlamaktaydı. Bu yolla özerk bir Polonya ve özerk bir Ukrayna kurulacaktı. Bu ise Rus imparatorluğunun sonuydu.
Bugün bir dünya savaşının arifesinde Kürtlerin kazandığı konum üzerinden sürdürülen tartışmalara ne kadar benziyor.
Lenin bu savunulara, federalizmin neden Amerika Birleşik Devletleri’ni veya İsviçre’yi tehdit etmediği sorusuyla karşılık verir. Bu kesimlerin kendi savunularıyla da çelişkiye düşen yaklaşımlarını ayrıntılarıyla teşhir eder. Sayısız örnekle, mesela Ukrayna’ya verilecek özerkliğin işçi sınıfının kaynaşması açısından yaratacağı doğal sonuçları anlatır; kapitalist üretimin bunun nesnel zeminin hazırladığını, bu iç içe geçmenin doğal bir kaynaşmanın yaşanacağını belirtir. Bu milliyetçiliğin toprak sahiplerinin ve burjuvazinin “doğal halklara” zulmederek işçi sınıfını bölme ve yozlaştırma çabası olduğunun altını çizer.
Lenin için önemli olan işçi sınıfının enternasyonal temelde bir aradalığını pekiştirmek, birleşik hareketini örgütlemekti. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını da esas olarak farklı uluslara mensup proleterler arasındaki önyargıları yıkmak, daha ileri bir kardeşleşme yaşamalarını sağlamak için istiyordu.
1913 yılında yayınlanan RSDİP’in Ulusal Programı Üzerine başlıklı makalesine, partisi açısından ulusal programın neden bu kadar gündem olduğuna dair o dönemin politik atmosferine işaret ederek başlar ve devamla Stalin’in kaleme aldığı makalede konunun etraflıca işlendiğini ama kendisinin Stolipin gericiliğinin sansür ortamında legal basında ele alınamayan boyutlarına işaret edeceğini belirtir. 1899’da Avusturya’da gerçekleşen Brünn Kongresi’nde ulusal kültürel özerklik konusunda sergilenen oportünist tutumu bilinçli olarak çizgileştiren ama 1903’te parti programına konulan ulusların isterlerse ayrılmak dahil kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesini (9’uncu madde) ısrarla görmezden gelen, son noktada bu tutumlarıyla sosyal şovenizme ve milliyetçiliğin yedeğine düşen partililerden Semkovski şahsında bu eğilimle polemiğe girişir.
Semkovski kırk dereden su getirerek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmayı çürütmeye çalışır, ulusal kültürel özerkliği savunur ve bunu da Brünn Kongresi’ndeki karara dayandırır. Özet olarak, Polonya’daki işçi sınıfı birlikten yana olduğu halde eğer burjuvaları ayrılıktan yana tutum alır ve yapılacak bir referandumda ayrılıktan yana tutum çoğunluğu sağlarsa Rus ve Polonya’daki komünistler sırf parti programının 9’uncu maddesini ilkesel olarak savunmak adına Polonyalı burjuva milliyetçilerle aynı noktada buluşup ayrılığa evet mi diyecekler diye sorar.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkını tiye alan bu sorusunu Lenin, gerçek demokrasi koşullarının işçi sınıfı demokrasisinde somutlaştığını, genel bir demokrasiden bahsetmediğini belirtip referandumun merkezi parlamentoda değil demokratik bir ortamda yerel parlamentoda yapılacağını dolayısıyla Semkovski’nin sapla samanı birbirine karıştırdığını belirterek yanıt verir.
Bu minvalde dönen polemikte Lenin ulusların kendi kaderini tayin hakkının ne anlama geldiği, hangi koşullarda nasıl uygulanacağı, ortaya çıkacak sonuçlar karşısında komünistlerin alacağı tutumları vs. kapsayan uzun açıklamalarda bulunur. Oportünistlerin ezilen ulus burjuva milliyetçiliğine karşı çıkma kisvesi altında esasında ezen ulus milliyetçiliğine sürüklendiklerini, ayrılma hakkının savunulmasının ne ayrılığa karşı ajitasyon ve propagandayı ne de burjuva milliyetçiliğinin teşhirini dışarıda bıraktığını ifade ettikten sonra “Fakat ayrılma hakkının reddi, kesinlikle ve su götürmez bir şekilde en gerici Büyük-Rus milliyetçiliğinin oyununa gelinmesidir” diye vurgular.
Lenin, bu çarpıtmalara, Plehanov’un henüz sosyal şoven olmadan önce 1903’teki parti programına ilişkin kaleme aldığı yazının ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili bölümündeki cümlelerle yanıt verir:
“Burjuva demokratlar için teorik düzeyde bile zorunlu olmayan bu talep, sosyal demokratlar olarak bizim için zorunludur. Eğer bu talebi unutursak, ya da Büyük-Rusya kökenli yurttaşlarımızın ulusal önyargıları üzerinde etkide bulunmak endişesiyle ileri sürmekten korkarsak, dünya sosyal demokratlarının savaş sloganı, ‘Bütün ülkelerin işçileri, birleşin’ sloganı, dudaklarımızda utanç verici bir yalan olur.” (V. İ. Lenin – J. Stalin, Marksiszm ve Ulusal Sorun, Evrensel Yayınları, sf. 119)
Bugün Kürdistan’ın dört parçasında PKK çizgisinde örgütlenmiş ve halk içinde azımsanmayacak bir politik etki yaratmış Kürtler, bulundukları ülkelerde ayrılıktan yana olmadıklarını belirtiyorlar. Talepleri, bölgesel özerklik temelinde demokratik bir çözüm. Kürt milliyetçiliğinin en geri biçimi olan Barzanici çizginin savunucuları ise Türkiye ve emperyalist güçlerle olan ilişkileri ortadayken federasyondan, ayrı bir ulus devlet kurmaktan bahsedip duruyorlar. Hatta PKK çizgisini bölgesel özerklik dediği için mahkûm edecek radikal söylemler kullanıyorlar. Gerici Kürt milliyetçi kesimleri Türkiye’yle kurdukları ilişkiler üzerinden kabul görüp biatçı halleriyle olur alırken, bölgesel özerklikten bahsedenler düşman olarak kodlanıp tarihsel gericiliğin önüne atılabiliyor. Bu noktada ölçütün ne olduğu açıktır ve bu da ideolojik-siyasi-ahlaki-kültürel bir bütünlük oluşturacak şekilde sistemin dümenine girip girmemekle doğrudan ilişkilidir. Girenler en radikal şeyleri savunsalar da bir önemi yoktur, ama direnenler nesnel gerçekliği dikkate alarak gelecek projeksiyonu oluşturdukları halde asla kabul edilemezler!
İktidarın yaklaşımı anlaşılır bir yaklaşımdır. Tarihsel devamlılığı olan Kürt korkusu, Kürtlerin herhangi bir parçada statü elde etme olasılığına karşı da düşmanlık biçiminde dile gelmektedir. Bu korkular aynı zamanda Kürt bölgelerinin yutulması hayalleriyle iç içe geçiyor, o ezeli Misak-ı Milli düşleriyle… Rojava özgülünde yaşananları görüyoruz. Kürt sorununun kazandığı bölgesel karakter ve bunun dört parça açısından da iç sorun olmaktan çıkıp iç ve dış sorun haline gelmiş olması ilhakçı ulus devletlerin tümünün kabusu olmaya devam ederken Suriye’deki gelişmeler yaşandı. O kadar gözü dönmüş bir düşmanlık ve korku ki bu, çapulcu cihatçı sürülerine milyarlar akıtıldı, eğitilip donatıldılar.
Kürt sorunu bahsinde sadece Türkiye değil bu korku ve reflekslere sahip olan. Diğer üç parçadaki ulus devletler de Kürtlerin herhangi bir parçada güç olmalarını, statü kazanmalarını aynı tepkiyle karşılarlar. Tarihte İran-Türkiye, Irak-Türkiye ya da İran-Irak arasındaki düşmanlıkların mevzu Kürtler ve kazanımları olunca nasıl bir ittifaka dönüştüğüne dair örnekler az değil.
Gelinen noktada emperyalistlerin de tarihsel Kürt sorunu karşısındaki tutumu değişmemiştir. Kürtlerin konumu onlar açısından bölgesel çıkarları temelinde ilhakçı devletlerle işbirliği ya da karşı koz olmaya devam etmektedir. Rojava’da son 14 yılda olup bitenler bu konuda yeterince fikir vermektedir.
IŞİD’e karşı mücadele eden Kürtlerin kıyımını dünyanın tüm egemen devletleri seyretti ilk önce. Sonra dünya halkları Kobanê direnişine sahip çıkıp IŞİD’in beli de kırılınca ABD o noktada devreye girmek zorunda kaldı. IŞİD yenildikten sonra da Kürtlerin statüsünü siyasal olarak tanımama tutumunu sürdürdü, ama onlarla çerçevesi belirli bir askeri ilişkiye girdi. Tıpkı Sevr’de İngiliz ve Fransızların yaptığı gibi statüyü tanımayarak istediği gibi manevra yapabileceği bir pozisyonda durmayı tercih etti. Böylece hem Türkiye’yle köprüleri atmamayı esas aldı hem de ucunu açık bırakarak Rojava’daki özerk yönetim üzerinde sürekli kullanacağı bir konum kazanmaya çalıştı.
Nitekim Türk devletinin Rojava’ya yönelik üç operasyonunu da kendi çıkarlarına dokunacak noktaya varıncaya kadar seyretti. ABD emperyalizminin Güney’deki Kürt yönetimi konusundaki tutumu da böyle değil miydi? Kerkük referandumunda kendi çıkarlarını merkeze koyup Kürtlere sırtını döndü, çünkü ne Türkiye ne de merkezi Irak yönetimiyle ilişkilerini bozmak istedi. Kürt coğrafyasının böyle parçalı halde kalması ve ezen ulus devletlere karşı bir kart olarak tutmak işine daha fazla geliyor çünkü. Dahası Rojava’da oluşturulan demokratik halkçı yönetim biçimi, bunun üretim ilişkilerine de belirli boyutlarıyla taşınması, bu açıdan bir model oluşturması da hepsinin ideolojik olarak düşmanlıkta ortaklaştıkları bir nokta.
Kısacası, Kürt sorununun gerek birbirleriyle sınırı olan devletler arasında hem bir koz hem de birleşilecek ortak düşman olması, Kürtlerin herhangi bir parçada elde ettikleri statünün aslında ne emperyalistlerce ne de diğer parçalardaki ulus devletlerce istendiği, ezen ulus devletlerinin kendi topraklarında kalan Kürdistan parçasının bu kazanımdan esinlenmesinden korktuğu, emperyalistlerin de bölgedeki çıkar savaşlarında bu sorunu kullanmak için sürekli el altında tutmayı tercih ettikleri açıktır.
Bugün Rojava özgülünde yaşananlarla birleşik olarak Kürt özgürlük mücadelesinin Türkiye cephesinde tasfiyesini hedefleyen “süreç” tartışmaları karşısında “sol” hareketin yaşadığı yarılmaya sözü getirecek olursak… Bunlardan bazıları daha gizli bazıları daha açık biçimde sosyal şovenizmin borazanlığını yapmaktadır. Bunun için kimisi Rojava yönetimiyle ABD emperyalizmi arasındaki ilişkileri temel argüman olarak kullanıyor. Geçer akçe olan bu gerekçenin arkasına saklanarak kendi tarihsel görevlerini de öteleyip rahatlamış oluyorlar. TKP gibi daha açık konuşan kesimler ise “süreç” tartışmaları konusunda hızla açıkladıkları tutumlarıyla sınır bekçiliğine soyunuyor.
Bahçeli’nin DEM Parti’yle tokalaşmasıyla başlayan bu tartışmalardan görev çıkaran TKP, yaptığı açıklamada Kemalizm’in Kürt sorunu karşısındaki tutumunu tekrarlamanın ötesine geçmedi. Dahası özerklik, federalizm gibi tartışmaları toptan reddedip çubuğu sınırların korunmasına büktü. O açıklamada da yer verilen programatik görüşleri şöyle yinelendi:
“Partimizin 14. Kongre belgelerinde Kürt sorununun Türkiye’nin sınırlarının belirsizleştirilmesi, genişletilmesi, parçalanması ile ya da yerelleşme, özerkleşme, federasyon ve benzeri modellerle çözülemeyeceği vurgulanmış, bütün yurttaşların eşitlik ve kardeşlik içinde yaşayacağı sömürüden arındırılmış bir Türkiye’de hiçbir etnik kökenin bir ötekinden ayrıcalıklı ya da üstün olamayacağı belirtilmiş ve çözüme giden yol ayrıntılandırılmıştır”.
TKP’nin ulusal sorun tartışmalarının yoğunlaştığı bu günlerde özündeki sosyal şoven yaklaşımı açıkça ifade etmesi şaşırtıcı değil. Suriye cihatçı çetelerce işgal edilmişken Rojava’ya ilişkin haberlerinde ABD’ye özel vurgu yapan bir dili esas alması da. Ona, Lenin’in Marksizm’den beslenerek tezleştirdiği ve programatik bir ifade kazandırdığı ulusların kendi kaderini tayin hakkının komünistler açısından ilkesel bir yaklaşım olduğunu hatırlatmanın bir anlamı yok elbette. Ancak yarın kazara iktidara gelecek olsalar TKP gibilerinin Kürtlerin talepleri karşısında bugünkü rejimden farklı bir tutum almayacağını kestirmek zor değil. Bunlar bu sosyal şoven yaklaşımlarına bahane olarak Kürtlerin emperyalist güçlerle zorunlulukların basıncıyla kurdukları sınırlı askeri taktik ilişkiyi öne çıkaracak ve sosyalizm nutukları atacaklardır. Tarihte nasıl ki emperyalist ekonomistler “Uluslara kendi kaderlerini tayin hakkını tanırsak işçiler bölünür, milliyetçilik zincirinden boşalır” gerekçeleriyle bu hakkın karşısına dikilip bunu “tutarlı enternasyonalizm” olarak yutturmaya çalışmışlarsa, bugün Türk burjuva devletinin sınır bekçiliğine soyunan TKP gibiler onların bile gerisine düşüyorlar.
Lenin’in, Finlandiya ve Ukrayna’nın ayrılmasını, “yeni sınırlar değil, sınırların kalktığı ve işçilerin birleştiği bir dünya için bu yanlıştır” gerekçesiyle reddedenlere verdiği yanıt nettir: “Finlandiya ve Ukrayna’nın özgürlüğünü tanımayan her Rus sosyalisti bir şovenisttir. Ve hiçbir safsata ya da ‘yöntem’den dem vurma onu haklı çıkarmaya yetmeyecektir.” (V. İ. Lenin-J. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Yayınları, sf. 150)