
/Aşağıdaki metin, 2008 Haziranı’nda kaleme alınmış toplam 15 tezden oluşan bir çalışmanın son parçasıdır. Çalışmanın bütünü Alınteri sitesinin Arşiv Unutmaz sekmesinden okunabilir. https://alinteri9.org/2020/06/14/sendikal-bir-stratejinin-ana-esaslarina-dair-i/)
14)İşçilerin sınıf olarak çıkarları dünyanın her yerinde ortaktır. Bu ortaklık, onların üretim süreci içindeki konumlarından kaynaklanır. Diğer emekçi sınıf ve tabakalarla birlikte tüm değerlerin yaratıcısı olan bu sınıf, dünyanın hiçbir yerinde üretim araçlarının mülkiyetine sahip değildir ve yaşamını ancak işgücünü kapitalistlere satarak sürdürebilir. İş bulduğu sürece yaşayabilir ve yine dünyanın her yerinde ancak emeği sermayeyi büyüttüğü sürece iş bulabilir. Dolayısıyla, burjuvazinin egemenliği sürdüğü müddetçe yani kapitalizm koşullarında proletaryanın kaderi her yerde aynıdır. Dünyanın her yerinde onun payına iş bulabildiği sürece kendi emeğinin ürünlerine dahi yabancılaştığı bir sömürü, sömürülemediği durumlarda ise işsizlik, açlık ve sefalet düşer. Dünyanın değişik ülkelerindeki işçilerin aldıkları ücret ve sahip oldukları sendikal-siyasal haklar konusunda aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, onları sınıf olarak birleştiren bu ortak temel özellik değişmez. “Proletaryanın vatanı yoktur” sözü öncelikle ve esas olarak işte bu ortaklığı dile getirir.
a)İşçilerin toplumsal konum olarak aynı durumda olmalarından kaynaklanan temel çıkar ve kader ortaklığı, dünyanın bütün ülkelerinde aynı koşullara sahip oldukları anlamına gelmez. Kapitalizmin gelişme düzeyi ile işçi sınıfı hareketinin tarihsel geçmişi ve gelişmişlik düzeyindeki farklılıklar başta olmak üzere bir dizi etkenin sonucu olarak farklı ülkelerin işçileri, hatta aynı ülkedeki işçilerin farklı kesimleri arasında yaşama ve çalışma koşulları bakımından yer yer uçurumlaşan farklılıklar vardır. Sınıfın güçlerini birleştirmesini engelleyen bu farklılıklar sistem tarafından yaratılmıştır ve sermayenin egemenliğinin sürebilmesi için burjuvazi tarafından sürekli bir biçimde canlı tutulup kışkırtılır. Bunlar içerisinde ulusal, bölgesel, dinsel ya da cinsel farklılıklar temelinde yaratılan önyargılar ve düşmanlıklar sınıfın güçlerini en fazla ve en derinlemesine bölüp parçalayan etkenler durumundadır. İşçi sınıfı, ücretli kölelik düzeni tarafından mahkûm edildiği sefil konumdan kurtulabilmek için kendisini önce bu burjuva düşünce ve önyargıların tutsaklığından kurtarmak zorundadır. Sınıf düşmanlarına karşı birleştirmesi gereken gücünü, sırf farklı bir ulustan, farklı bir cinsten, farklı bir dinden, kendisinden farklı düşüncelere ya da nispeten farklı maddi koşullara sahip olduğu gerekçesiyle kendi sınıf kardeşlerine yönelten bir sınıf sadece ezilmeyi hak etmiş olmakla kalmaz; kendi kendisini korkunç bir ahlâki ve moral düşkünlüğe de mahkum etmiş olur.
b) Sınıfın saflarında sürekli farklılık ve bölünmeler üreten kapitalist sistem ve burjuvazinin egemenliği koşullarında “işçi” olmak kendiliğinden birleştirici bir öğe değildir. Ne ulusal ne de uluslararası düzeyde sınıfın bütün güçlerinin birleşik hareketini kendiliğinden sağlamaz. O sadece böyle bir birliğin gerçekleşebilmesi için nesnel bir zeminin varlığını gösterir. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin her düzeyde birliğinin sağlanması, bu yönde bilinçli ve iradi çabalarla elde edilebilecek bir sonuçtur. Öte yandan sınıfın saflarında sürekli yapay ayrım ve düşmanlıklar yaratan sistemin kendisi diğer taraftan bu birliğin kurulabilmesinin nesnel zeminini büyütüp güçlendirecek sonuçlar doğurmaktan da geri duramaz. Kendi mezar kazıcılarını kendi elleriyle yaratmaktan kaçınamayan bir sistem olarak kapitalizmin tarihsel açmazlarından biri de buradadır.
Bu tarihsel gerçeği, burjuvazinin 1980′lerden sonra dünya çapında zincirlerinden boşanan neoliberal saldırısının sonuçlarından da görebiliriz. Teknolojideki gelişmelerin de yardımıyla tek bir ürünün üretimini dahi farklı farklı ülkelere dağıtarak emek karşısında büyük bir hareket serbestisine kavuşan burjuvazi, bu sayede farklı uluslardan işçileri eskisinden çok daha kolay birbirlerine düşman edebilmektedir. Emperyalist ülkelerin işçileri göçmen işçileri, onlar kendilerinden daha “aşağı” gördükleri uluslardan işçileri, hepsi birden kendilerinden çok daha vahşi bir sömürü kırbacı altında üretime zorlanan Çinli işçi kardeşlerini vb. “baş düşman” olarak görmektedirler. Fakat aynı süreç, çalışma koşullarının ve sömürünün ağırlaşması, ücretlerin ve sosyal hakların budanması, işsizlik tehdidinin ve gelecek güvensizliğinin büyümesi başta olmak üzere dünyanın bütün işçilerini sefalette eşitlemektedir.
Üretimin dünya çapında daha ileri düzeylerde toplumsallaşıp uluslararasılaşması, ekonomik grevlerin başarısı için dahi daha ileri düzeyde bir enternasyonal dayanışma ve birlikte hareket zorunluluğunu dayatmaktadır. İletişim imkânlarının artışı, sermayeye kazandırdığı avantajlar kadar proletarya ve ezilen halkların da birbirleriyle ilişki kurmalarını kolaylaştıran bir işleve sahiptir. Azami kârlarını koruma ve büyütme hırsı içindeki emperyalist burjuvazinin kapitalist sömürüyü ve pazarı dünya çapına enine ve derinlemesine büyütme çabaları bir taraftan da dünya emek ordusunun saflarını büyütüp kalabalıklaştırmaktadır.
c) İşçi sınıfının dünya çapında enternasyonalist güç ve eylem birliğinin sağlanması sadece bir dilek ve temenni sorunu değil günümüz koşullarında yakıcı ve zorunlu bir ihtiyaçtır. Üretimin ve emeğin dünya çapında da toplumsallaşmasını beraberinde getiren yeni üretim süreçleri ve uluslararası yeni emperyalist işbölümü düzeni bu gerekliliği yakıcı ve zorunlu hale getiren etkenlerin başında gelir. Gözü azâmi kârdan başka bir şey görmeyen emperyalist kapitalist barbarlığın insanlığı ve doğayı karşı karşıya getirdiği tehlike ve tehditlerin büyüklüğü, bu zorunluluğu acil ve yaşamsal kılan temel etkenlerin ikincisidir. Ve nihayet sistem karşıtı her türlü dinamiği “terör tehdidi” olarak niteleyip bunlara karşı “önleyici vuruş” stratejileri geliştiren emperyalist saldırganlığın ulaştığı düzey, dünyanın dört bir yöresindeki ilerici güçler ve sınıf hareketinin güçlerini birleştirmelerini zorunlu hale getiren bir başka temel etkendir.
Her ülkenin işçi sınıfı ve emekçileri, en başta elbette kendi burjuvazisi ve egemen sınıflarıyla hesaplaşmak zorundadır. Fakat bu, enternasyonalist dayanışma ve güç birliklerinin önemini ve zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Tam tersine, işçi sınıfı ve ezilen emekçi halkların ulusal ve sosyal kurtuluş yönünde az çok anlamlı bir adım atabilmeleri ve kazanımlarını koruyabilmeleri dünyanın diğer yörelerindeki sınıf kardeşlerinin eylemli desteğine bugün çok daha fazla ihtiyaç duymaktadır. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” sloganı, bundan ötürü bugün her zamankinden çok daha güncel bir sorumluluğu ve zorunluluğu ifade eder.
d) 1980 ve ‘90′lı yılların ilk yarısına damgasını vuran “beyaz yıllar”dan farklı olarak bugün dünyada başka rüzgârlar da esmeye başlamıştır. Latin Amerika, ABD emperyalizminin pervasızca at oynattığı bir “arka bahçe” olmaktan artık çıkmaktadır. Avrupa proletaryası, 100 yıl önce kazandığı haklarını dahi elinden almaya çalışan neoliberal gözü dönmüşlüğe karşı grev, gösteri ve işgal gibi geleneksel savaş silâhlarını yeniden kuşanmaya başlamıştır. Ortadoğu, Güneydoğu Asya, yıllardır kan revan içinde bırakılan Afrika “uyanmaktadır”.
Bugün için özellikle ABD emperyalizmine ve neoliberal saldırganlığa karşı daha çok halkçı reformlar ve sosyal iyileştirme talepleri temelinde gelişen bu dinamikler henüz yeterince güçlenmiş, derinlik kazanmış, öte yandan birbirleriyle kesişip buluşabilmiş değillerdir. Fakat birbirleri için moral güç ve esin kaynağı olmalarının yanında emperyalizmin Irak’a saldırısı sürecinde olduğu gibi kimi durumlarda ivedi bir amaç için tek bir hedef ve slogan altında giderek daha fazla bir araya gelmektedirler. Avrupa proletaryasının “Bolkestein direktifleri” olarak adlandırılan neoliberal sömürü azgınlığına verdiği ortak cevap giderek güçlenen bu birlikte hareket eğiliminin bir başka çarpıcı örneğidir.
İşçi sınıfı ve emekçi halkların enternasyonal dayanışma ve birlikte hareket örneklerini çoğaltmaya çalışmanın yanında bunu daha kalıcı ve örgütlü hale getirebilmenin yolları daha fazla zorlanmalıdır. Bu noktada, örgütsel biçim ve yöntemlerden de önce yol gösterici ilkesel yaklaşım ve perspektifler önemlidir. Devrimci enternasyonalist bir birliktelik her şeyden önce eylemli bir birliktelik olmak, eylem zemininde yükselmek, tarihsel hedef ve amaçları konusunda net olmak zorundadır. Burjuvazi ve emperyalizmin saldırılarına karşı pratikte sergilenecek ortak savaşım ve yapılacak uluslararası eylem birlikleri, işçi sınıfı ve emekçi insanlığın kurtuluşu için gerekli olanın adamakıllı kavranmasını daha açık hale getirecektir.
“Başka bir dünya mümkün” sloganı gün geçtikçe daha fazla taraftar bulup büyüyen bir arayışın ifadesidir. Proletarya ve onun devrimci öncüleri için bu “başka dünya”nın adı sosyalizmdir ve proletaryanın enternasyonalist mücadele birliği bu temel üzerinde kurulup yükseldiği taktirde kalıcı, güçlü ve sonuç alıcı olabilir.
15) Devrimci sınıf sendikacılığı hareketi, iddiası ve hedeflerinin doğası gereği militan bir çizgide örgütlenmek zorundadır. Bu zorunluluk en başta emek-sermaye çelişkisinin doğasından kaynaklanır. Gözünü azami kâr hırsı bürümüş bir sınıf olarak burjuvazinin, hareket kabiliyetini sınırlayıp kendisini taviz vermeye zorlayan sınıfın örgütlenmesini ve eylemlerini elinden geldiğince engelleyip yenilgiye uğratmak için yapamayacağı şey yoktur. Sınıfın bilinçsiz kesimlerini korkutup sindirmek, örgütlenip harekete geçmelerine meydan vermemek, grev, direniş ve gösterilere kalkıştıkları zaman yenilgiye uğratmak için her türlü alçaklığa başvurur.
Bu konuda en büyük yardımcısı burjuva devlettir. Onun zor ve baskı araçları yanında ideolojik aygıtlarıdır. Bunların yetersiz kalacağını, erken yıpranacağını ya da ters tepeceğini düşündüğü durumlarda parayla tutulmuş tetikçileri, mafya ya da sivil faşist hareket gibi çeteleri devreye soktuğu bilinen bir gerçektir. Hem dünya hem de Türkiye işçi sınıfı hareketinin tarihi bu kirli ilişkinin örnekleriyle doludur. Dolayısıyla militan bir sınıf sendikacılığı hareketi, sermayeyle savaşımı sırasında sadece grev, gösteri, direniş süreçlerinde eylemlerin güvenliğini sağlamayla sınırlı düşünmeyip sendikal (ve siyasal) örgütlenme süreçleri sırasında da sermaye cephesinden gelebilecek bu tür saldırılara karşı kafaca, ruhça ve pratik olarak hazırlıklı olmayı stratejik bir görev olarak ele alıp buna uygun bir yönelim içinde olmak zorundadır.
Geçmiş tarihsel örnekler de bir yana, dünya burjuvazisinin kendine güveni ve pervasızlığının sıçrama yaptığı neoliberal dönemde Kolombiya başta olmak üzere Latin Amerika ülkeleri, Filipinler, Hindistan ve Bangladeş gibi ucuz emek cehennemlerine dönmüş ülkelerdeki sendika örgütçüleri ve öncü işçilerin burjuvazinin kiralık katilleri ve paramiliter çeteler tarafından sistematik olarak saldırıya uğrayıp öldürülmeleri bu konuda uyarıcıdır. Türkiye’deki sınıf hareketinin mevcut geriliğinden ötürü bu ülkelerdeki benzer yoğunluk ve süreklilikte bir şiddet politikasıyla karşılaşma olasılığının şimdilik düşük olması hem sınıfın geniş kesimleri ve kamuoyunun nasıl sonuçlanacağına dikkat kesileceği eylemler sırasında bu tür saldırılarla karşılaşmayacağımız anlamına gelmez hem de sınıf savaşımının bu cephesinde de hazırlığın yumurta kapıya dayanmadan başlaması zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.
Kaldı ki sınıfın burjuvazi ve beslemeleriyle dişe diş bir mücadeleye hazırlanması, onun bu temelde eğitilip örgütlenmesi sorunu salt sendikal mücadele düzleminin sınırları içinde karşılaşılabilecek tehlike ve olasılıklarla sınırlı düşünülmemelidir. İşçi sınıfının mücadelesinden salt ücret artışı, sosyal haklar ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini anlayan ekonomizm ve ücret sendikacılığından farklı olarak proletaryanın devrimci sınıf sendikacılığı anlayışı, sendikal mücadeleyi örgütleyip yürütürken bile proletaryanın nihai amacı olan ücretli kölelik düzenini ortadan kaldırma tarihsel amacını gözden kaçırmaz. Sendikal örgütlenme ve mücadeleyi, sınıfın geniş kesimlerini bu tarihsel hedef doğrultusunda sarsıp uyarmanın, eğitip harekete geçirmenin başlangıç aşaması olarak görür. Bu aşamalandırma elbette sendikal örgütlenme ve mücadele ile proletaryanın siyasal örgütlenmesi ve mücadelesi arasında bir basamaklandırma ilişkisi ya da geçirimsiz sınırlar olduğu anlamına gelmez. İki düzlem arasındaki farkları, özellikle sendikal alanın doğası ve işlevinden kaynaklanan özelliklerini gözden kaçırmadan sendikal mücadeleyi hem talepler ve içerik yönünden hem kullanılan biçim ve yöntemler bakımından siyasal mücadele düzlemine sıçratma perspektifiyle hareket eder. Sınıfın militan bir ruh ve anlayışla örgütlenmesi konusunu da bu perspektifle ele alır.