Sendikal bir stratejinin ana esaslarına dair – II

127

(Aşağıdaki metin, 2008 Haziranı’nda kaleme alınmış toplam 15 tezden oluşan bir çalışmanın ikinci parçasıdır. Çalışmanın bütünü Alınteri sitesinin Arşiv Unutmaz sekmesinden okunabilir.  https://alinteri9.org/2020/06/14/sendikal-bir-stratejinin-ana-esaslarina-dair-i/))

9) Komünist öncü partinin sınıf içindeki sendikal örgütlenme faaliyeti, içeriğiyle olduğu kadar öncelikleri, temel yönelimleri, yöntem ve biçimleri ile de partinin asli işlevini oluşturan devrimi örgütleme misyonu ve sorumluluğundan kopuk olarak düşünülüp yürütülemez. Partinin sınıf içindeki sendikal çalışma ve faaliyetlerinin içeriği ve biçimleri yanında sektörel ve coğrafi öncelikleri ve hiyerarşisi de yine en başta bu temel misyon ışığında belirlenir. Bu yaklaşım, partinin sendikal alandaki çalışmalarını “herhangi bir sendikal faaliyet”ten ayırmakla kalmaz, tesadüflere ya da konjonktürel dalgalanmalara bağımlı kendiliğindenci bir sürükleniş olmaktan da çıkarır.

Sendikal alandaki faaliyetlere de bilinçli ve planlı bir karakter kazandırma yaklaşımı ışığında parti, genel çalışmanın öncelikli hedeflerini ve yüklenme noktalarını baştan belirleme perspektifi ışığında sektörel ve coğrafi açıdan önceliklerini de belirlemelidir. Bunlar, yani ‘sektörel öncelikler‘ ile ‘alansal-coğrafi‘ önceliklerin belirlenmesi, sendikal faaliyet ve örgütlenme çabalarını tesadüflere, konjonktürel etki ve savruluşlara ya da keyfi tercihlere bağlı kendiliğindenci bir sürükleniş olmaktan çıkaracak ciddi bir örgütlenme stratejisinin ruhunu oluştururlar, ki örgütlenme stratejisinin kendisi de militan devrimci bir pratik, teorik çözümleme ve somut taktik politikalarla birlikte daha üst bir bütünlük olarak dönemsel bir sendikal stratejinin “olmazsa olmazları”nı oluştururlar.

Bunların herbiri sırasında fakat özellikle de sektörel ve alansal-coğrafi önceliklerin belirlenmesi sırasında da tayin edici ölçülerin başında, sınıfın genel olarak burjuvazi ve onun devleti üzerindeki baskı ve yaptırım gücünün imkan ve potansiyel olarak yükseklik derecesi gelir. Ayrıca bu sadece sendikal faaliyet ve eylemlerin başarısı ile de sınırlı düşünülmemelidir. Bu konularda, sendikal mücadelenin başarısı ve yaptırım gücü yanında devrimci bir durumda burjuvazinin sınıf olarak köşeye sıkıştırılıp sistemin felç edilebilmesi imkanlarının derecesi yönüyle de değerlendirmeyi içeren bir belirleme yapılmalıdır. Bu ölçü ışığında hareket edilip edilmemesi, sosyal devrimci bir sınıf sendikacılığı çizgisi ve anlayışı ile örtük ya da açık herhangi bir sendikalizm arasındaki özsel farklılıklardan birini oluşturur.

Bu temel ölçütün yanında kapitalist ekonominin 1980 sonrası geçirdiği değişime bağlı olarak sektörlerin genel ekonomi içerisindeki payı ve ağırlığındaki değişmeler, gelişmelerin yönü ve yeni trendler, içerdikleri işçi yoğunluğu, sektörün ve işçi yapısının diğer özellikleri bağlamında öncüleşme potansiyelleri vb. gibi belli başlı diğer faktörleri de hesaba katarak bir sıralama yapılacak olursa eğer, devrimci sınıf sendikacılığı çizgisinde bir faaliyetin, sınıf hareketinin bundan sonraki seyrini ve bütününü de etkilemeyi amaçlayarak bugün gücünü ve çalışmalarını yoğunlaştırması gereken öncelikli sektörleri şu şekilde sıralayabiliriz: 

a) enerji, b) bilişim-iletişim- telekomünikasyon, c) kara-hava-deniz nakliyatı ve ulaşım, d) finans ve bankacılık, e) otomotiv ve yan sanayi odaklı olarak metal, f) petro kimya, g) tekstil-konfeksiyon, h) gıda i) sağlık, k) eğitim ve l) turizm…

Bu öncelikli sektörler sıralaması elbette, a) faaliyetin salt bu sektörlerle sınırlanması anlamına gelmez ve asla da böyle yorumlanmamalıdır, b) bu sektörlerle bir biçimde bağlantılı (örneğin tersane gibi) ya da bunların dışında kalan (özellikle de hızlı gelişen bir sektör olarak hizmet sektörü, onun içinde de toptan ve perakende ticaret ile özel güvenlik gibi) öteki sektör ve alt dalların “önemsiz” oldukları şeklinde anlaşılmamalıdır. Karşımıza çıkacak elverişli fırsatları tereddütsüzce değerlendirmenin yanında bugün tersane örneğinde olduğu gibi hem tek başına içerdiği potansiyeller ve işçi yoğunluğu hem de coğrafi konumu-çevreleyen sektörler-toplumsal ilişkiler ağı vb. nedeniyle öne çıkan sektörler ve alanlar elbette boş bırakılıp ihmal edilemezler.

Öte yandan bu sektörler içindeki çalışmalar sırasında da, örneğin inşaat, tekstil-konfeksiyon ile gıda (ve burada bugün için öncelikli sektörler içinde anılmayan tarım, atık kağıt, vb.) sektörlerinde daha belirgin bir özellik olarak karşımıza çıkanKürt işçi dinamiği‘ -dolayısıyla sınıf kardeşliği bilinci ve ruhunun yanında ulusal sorunun sınıfsal bir perspektifle ele alınması imkan ve potansiyellerinin varlığı- gibi hayati özgünlükler de özel bir önemle üzerinde durulup dikkate alınmalıdır.

10) Türkiye kapitalizminin 1980 sonrası yaptığı sıçrama, üretimin örgütlenmesi, sanayinin yapısı, sektörel dağılım ve önceliklerdeki farklılaşmalar vd. nedeniyle meydana gelen değişiklikler içerisinde sınıf hareketinin örgütlenmesi ve bundan sonraki gelişim seyri üzerinde de tayin edici etkileri olacak şu 3 nokta özellikle dikkate alınmalıdır: 

a) Kapitalizmin dikine (daha büyük çaplı sermaye temerküzü) olduğu kadar enine (yatay) gelişmesinde de sıçrama, bunun sadece iç pazarın derinleşmesi ve dışa açılma ile sınırlı kalmayıp taşrada eskiden tarımsal üretimle sınırlı bir ekonomik faaliyetin yürütüldüğü kendi içine kapalı birçok kentin şimdi artık dünyaya da açılan sanayi üsleri haline gelmiş olması, 

b) Türkiye kapitalizminin ‘kalbi ve beyni‘ olan İstanbul‘un bir ucu Trakya’da Kırklareli-Tekirdağ‘a öbür ucu Kocaeli-Adapazarı‘na dayanan ve Türkiye’nin toplam nüfusunun neredeyse dörtte birinin yaşadığı dev bir megapole dönüşmesi, 

c) Geleneksel büyük üretim bir taraftan parçalanırken öbür yandan aynı ya da farklı dallarda üretim yapan KOBİ’lerin bir araya toplaştığı tek bir büyük fabrika” özelliğine sahip organize sanayi bölgelerinin (OSB) sayısındaki artış…

Sınıf hareketi üzerinde etkili olma iddiasını taşıyan devrimci bir sendikal strateji ve faaliyet, bu gerçekliklerin üzerinden atlayamaz. Bunun tam tersine, iyi düşünülmüş uzun vadeli bir örgütlenme stratejisinin temel unsurlarından biri olarak alansal-coğrafi önceliklerini ancak bunları dikkate aldığı taktirde doğru ve isabetli bir biçimde belirleyebilir.

Sektörel önceliklerin belirlenmesi sırasında olduğu gibi coğrafi-alansal önceliklerin belirlenmesi sırasında da Türkiye’deki toplumsal mücadele ve proletarya devriminin olası gelişme seyrini merkeze koyan bir yaklaşımla hareket edildiği taktirde, proleter devrimci bir sınıf sendikacılığı hareketi, burjuvaziyi soluksuz bırakabileceği sektörler başta olmak üzere büyük işçi kitlelerini barındıran sanayi bölgeleri ve havzalarında güçlü bir biçimde örgütlenip buraları “kaleleri haline getirme” çabası ve yönelimi içinde olmak zorundadır. 

Bu bir keyif, fantezi ya da tercih sorunu değil devrimci bir zorunluluktur. Öte yandan bu çaba ve yönelim, alanların somut özgünlüklerini de dikkate alan ayrıntılandırılmış özel taktik planlar temelinde inatçı bir sürekliliğe sahip olmak zorundadır. Sınıfın örgütlenmesinin nesnel avantajları kadar dezavantajlarındaki artışın yanı sıra burjuvazinin sahip olduğu üstünlük ve imkanlar hesaba katılacak olursa sonuca gitmenin kolay olmayacağı açıktır. Dolayısıyla buralara, asgari 3-5 yıllık planlar dahilinde -daha ötesi de düşünülerek- süreklilik arzeden sistemli bir biçimde yüklenilmelidir.

Coğrafi-alansal önceliklerin belirlenmesi söz konusu olduğunda İstanbul ve çevresinin tayin edici önemi daha işin başında kendiliğinden ortaya çıkar. Zaten sınırlı olan güçlerin daha fazla dağıtılmayıp özellikle de tayin edici noktalarda sonuç alıcı bir biçimde toplanması (güç yoğunlaştırma) prensibi ışığında hareket edildiğinde, bizim mevcut durumumuzda “İstanbul ve çevresi” denildiği zaman, Avrupa yakasında İkitelli-Hadımköy arası ve Çerkezköy-Çorlu hattı ile konfeksiyon-çorap işçilerinin yoğunlaştığı bölgeler ilk ağızdaki yüklenme noktaları olarak öne çıkarlar. Anadolu yakasında ise İMES-Sarıgazi bölgesi, tersane odaklı olarak Kartal-Tuzla çevresi ile Gebze merkezli olarak Dilovası-Dil İskelesi-Tütünçiftlik-İzmit hattı öncelik kazanırlar.

İstanbul ve çevresi” tabii ki buralardan ibaret değildir. Daha çok kendi durumumuzu hesaba katarak burada saydıklarımıza Çorapçılar Sitesi, Gazi-Küçükköy civarı, Maslak-Kağıthane-Kemerburgaz hattı ya da Ümraniye-Beykoz hattı gibi başka bazı bölgeler ya da tek tek bazı fabrika ve işyerleri de eklenebilir. Fakat bugünkü durumumuzdan hareketle “en geniş haliyle bile” sayabileceklerimizin “İstanbul ve çevresi” içindeki sınırlılığı -ne acıdır ki- değişmez.

Kaldı ki, fiziken -ve en vahimi de ufuk olarak- en fazla İstanbul’la sınırlı bir çalışmanın proletarya öncülüğünde bir sosyal devrimi örgütleme iddiası açısından yetersizliği ortadadır. Ancak İstanbul’da “ol(a)mayan”, kendini önce o megapolde güçlü bir biçimde hissettirmeyen devrimci bir sendikal ve siyasal çalışmanın “taşra” üzerinde fazla bir etkisi ve hükmünün olamayacağı da görülmelidir. Bunlar bir gerçeğin iki yüzüdür ve bugünkü durumumuz, güçlerimiz ve olanaklarımızla birlikte düşündüğümüzde bu yaman çelişkinin üstesinden gelebilmek için şöyle bir alansal-coğrafi öncelikler sıralaması yapmak görece daha uygun görünmektedir: 

a) Sektörel ve alansal olarak yukarıdaki öncelikler sıralaması temelinde İstanbul’da derinleşmek, 

b) Faaliyetin İstanbul’a sıkışmış -onun içinde de belli alanlarla sınırlı- darlıktan olabildiğince hızlı kurtarılabilmesi için bugün dahi hem belli güçlere ve ilişkilere hem de tarihsel bir birikime sahip olduğumuz sanayi bölgelerindeki çalışmanın daha ciddi ve örgütlü hale getirilmesine dayalı bir “ikinci halka” inşası (Adana-Mersin eksenli Çukurova, İzmir ve Muğla eksenli olarak Manisa-Denizli-Aydın‘ı içermeyi hedefleyen bir Ege açılımı, Bursa, Ankara…) 

c) Şimdilik daha çok görüş alanımız içine alarak fırsat kollayacağımız “üçüncü halka” olarak Trakya, Eskişehir-Bozhüyük, Çanakkale-Bandırma hatları ile Kürt dinamiğiyle de birleşik olarak Gaziantep, Malatya, Maraş, Diyarbakır, Urfa ve Van açılımları…

Tam da bu noktada, yani mevcut durumumuz nedeniyle İstanbul içinde bile sınırlı bazı alanlara sıkışıp kalmış bir çalışmanın boğucu darlığından olabilecek en hızlı biçimde çıkabilmenin imkan ve potansiyellerini güçlü bir biçimde içermesinin yanında kapitalist neoliberal yapılanmanın proletaryanın saflarına ittiği yeni bir kesim olarak eğitim emekçileri (sözleşmeli personel) dinamiğinin önemi gözönüne getirilmelidir. Proletarya ordusunun yeni bileşenleri arasında yer alan bu dinamik, hem sistemle yaşadıkları çelişkinin keskinliği nedeniyle devrimcileşme potansiyellerinin yüksekliği hem de bütün Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyasına yayılan genişliği ile sırf sınıf hareketinin ayağa kalkışı açısından değil siyasal öncünün hızla güçlenip derinlik kazanması açısından da müthiş olanaklar içermektedir. Dolayısıyla buna uygun bir bilinç ve ciddiyetle ele alınıp yüklenilmesi gereken ’stratejik öncelikler’ arasında görülmelidir.

11) Devrimci anlamda işlevsel bir sendikal stratejinin açık ve net yanıtlar içermesi gereken temel bileşenlerinden birini de örgütlenme sorununa yaklaşımı oluşturur. Fakat işin bu yönü üzerinde, örneğin eylem biçimleri ya da talep ve sloganların formülasyonu üzerinde durulduğu kadar durulmaz. Sorunun basitçe bir “biçim” sorunu, şekilsiz kitle ilişkilerine bir form kazandırılması sorunu olarak görülmesinin bu ihmalkârlıktaki payı büyüktür. Ayrıca ortada zaten nasıl olsa “bilinen” bazı biçimler vardır. Dolayısıyla sorun basitçe “bunların uygulanması” sorunu olarak görülür. Bu noktada da o uygulamanın ‘nasıl‘ gerçekleştiği ve bunun çalışmanın kaderi açısından tayin edici önemi gözden kaçırılır. Ama tam da bu düşüncelerin boy verdiği noktada, “parti baştan kaybedilmiş” olunur.

Çünkü sendikal faaliyet ve mücadeleler sırasında sınıfa önerilen örgütsel biçimler sorunu, birincisi, faaliyetin nasıl bir anlayışla, hangi kapsam ve sınırlar içinde ele alınıp yürütüldüğünün somut bir göstergesi olmakla kalmaz; buna bağlı olarak onun etkinliğinin ve ne ölçüde kalıcı devrimci sonuçlar üretebileceğinin sınırlarını da tayin edici bir özelliğe sahiptir. Bundan ötürü bu konu, her şeyden önce ideolojik bir karakter ve önem taşır. 

Devrimci bir sendikal faaliyet, ancak karakterine uygun devrimci militan biçimler altında yürütülebilir ya da mevcut biçimleri bu ruh ve içerikle kullanır; ekonomist ya da sendikalist bir kafa ise, kendi meşrebine ve amaçlarının sınırlılığına uygun biçimleri tercih ederek onlara saplanıp kalır ya da en militan biçimlerin bile içini boşaltarak onları kendine benzetir. Bunların elde edeceği sonuçlar da her şeyden önce nitelik ve kalıcılık açısından haliyle çok farklıdır.

Basit bir “biçim” sorunu olarak görülmemesi gereken örgütsel biçimler ve onların nasıl kullanıldığı sorunu, ikinci olarak, belirli bir tarihsel kesitte öncünün kendi sorumlulukları ile sınıfa ve kitlelere bakış açısının, daha teorik bir dille ifade edecek olursak öncü-kitle diyalektiğinin o tarihsel kesitte somut olarak nasıl kurulduğunun göstergesi niteliğindedir. O bu yönüyle de ideolojik bir karakter ve öneme sahiptir. 

Bu ilişkinin kuruluşu sırasında her iki ucu birbirlerinden kopartarak karşıtlaştıran iki ana sapmadan; kitleleri adeta “sürü” yerine koyarak tepeden bakan sol sektarizm, örgütsel biçimler konusunda da meseleye sadece “öncünün devrimci sorumlulukları” yönünden bakarak kafasına göre biçimler icat edip mevcutların kullanımı sırasında da dayatmacı‘ bir hat tutturur; bunun karşıtını -gerçekte ikiz kardeşini- oluşturan kuyrukçuluk” ise, işin sadece kitleler ve onların ruh halinin dikkate alınması yönüne odaklanır, daha çok da onların korku ve tereddütlerini kendisine baz alarak bu kez “öncü” konumunu, onun güncel ve tarihsel sorumluluklarını “unutur.” Bunların her ikisi de proleter devrimci sınıf sendikacılığı anlayışına “al birini, vur ötekine” denilecek ölçüde uzak tutum ve anlayışlardır.

Bu noktada işin ruhu/felsefesi/temel prensibi sorunu karşımıza çıkar. Somut biçim önerilerinden de önce -onların hem belirlenmesi hem de kullanımı sırasında da yol gösterici olması gereken- işin felsefesi/ruhu konusunda kafalar açık ve net olmalıdır. O zaman gerisi daha doğru ve daha kolay çözülür.

ML karakterde devrimci bir öncülük -ve tabii devrimci bir sınıf sendikacılığı- anlayışı açısından bu işin felsefesinin özellikle önemli 3 ana direği vardır:

a) örgütsel biçimler konusu, belirli bir tarihsel kesitte ulaşılmak istenen amaç ve hedefler sorunundan kopuk olarak ele alınıp değerlendirilemez. 

Biçimlere karakterini her şeyden önce onların hangi amaçlar doğrultusunda nasıl kullanıldıkları verir. Bu anlamda kendi başına “devrimci” ya da “oportünist” biçimler yoktur. Belirli biçimlerin devrimci ya da oportünist kullanımı ya da yine amaçlarla bağlantılı olarak belirli biçim tercihleri vardır. Dolayısıyla sorunu amaçlardan ve o amaçlara uygunluk/işlevsellik ölçütünden kopuk olarak ele alıp tartışmak, diğer her şey bir yana bir “biçim fetişizmi”nin varlığını gösterir. 

Örgütsel biçimler konusu statik değil dinamik bir karaktere sahiptir; mücadelenin koşullarında, güç dengelerinde, özellikle sınıfın ruh halinde, sınıf hareketinin temposunda vd. meydana gelecek değişikliklere bağlı olarak geçerliliği olan biçimler, hatta aynı biçimlerin kullanım değeri, etkisi, ağırlığı, yaptırım gücü dönemden döneme, bazen veya bazılarınınki aynı dönem içerisinde bile değişebilir; komünist öncü bundan ötürü de kendi önerdiği biçimler dahil kendisini biçimlerin tutsağı haline getirmez; biçimlerin rolünü (önemini) reddetmemekle birlikte devrimciliği biçimlerde aramaz, faaliyetlerinin belirli bazı biçimlerin içine sıkışıp kalmasına da meydan vermez; o bu konuda güncel ve tarihsel amaçlarını merkeze koyarak bütün biçimleri bunlara uygunluk/devrimci işlevsellik ölçütü ışığında değerlendirir ve kullanır; ve yine bu ölçütten hareketle sınıfın geniş kitlelerinin örgütlenmesine, harekete geçmesine ve militanlaşmasına hizmet edecek bütün biçimleri ustalıkla kullanabilen bir yetkinliğe ulaşmayı esas alır,

b) Sorun amaçlar ve amaçlara uygunluk anlamında işlevsellik ölçütü ışığında ele alındığında karşımıza başka bazı yeni boyutlar çıkar. Bunların çoğu yine ulaşılmak istenilen amaçtan kaynaklanan sonuçlardır ve bu bağlantı içinde bazıları “olmazsa olmaz” özelliğini taşırlar. 

Örneğin kitle örgütlenmesinin biçimleri, diğer bütün özelliklerinden de önce önerildikleri koşullarda geniş kitleler tarafından da benimsenmeye müsait bir yapıda olmalıdırlar. Kitlelerin örgütlenmesi söz konusu ise bu iş ‘dayatmalarla‘ olmaz, zamanı gelmemiş, uygulanma koşulları olmayan ya da yeterince olgunlaşmamış biçim önerileri ortaya atıp bunlarda ısrar etmekle “devrimci” olunmaz. Kaldı ki hangi iddialarda bulunulursa bulunulsun bu kafayla kitlelerin örgütlenmesinde yol alınamaz. 

Fakat öbür taraftan parti -ve onun çizgisinde yürütülen bir sendikal çalışma-, kendisini sadece kitleler tarafından kolayca benimsenebilecek geri ve yetersiz biçimlerle de sınırlandıramaz, “kitlelerden kopmama” bahanesiyle uygulanabilir devrimci biçimlerin uygulanmasından bile ısrarla uzak duran sağcı bir kuyrukçulukla da hareket edemez. Çünkü ‘öncü‘ konumunun, sınıfı ve sınıf hareketini hem bilinç hem örgütlülük düzeyi hem de mücadele kapasitesi yönlerinden mevcut konumundan alıp militan bir sosyalizm savaşçılığı doğrultusunda ileriye doğru çekmek diye de bir yükümlülüğü vardır. Devrimci sınıf sendikacılığı çizgisindeki bir sendikal faaliyeti herhangi bir sendikalizm ve ekonomizmden ayıran niteliksel farkların başında da bu gelir ve bu misyon ne sendikal bilinç ve biçimlerin sınırlılıkları içinde kalınarak yerine getirilebilir ne de “önce sendikal bir bilinç ve form kazandıralım, gerisi sonra gelir” şeklinde aşamalandırılabilir. 

Onun için, devrimci sınıf sendikacılığı çizgisinde tutarlı bir sendikal faaliyet, hiçbir aşamada ve hiçbir konuda “kitlelerin örgütlenmesi” ile “öncü sorumluluklarını” birbirlerinden kopartıp birbirlerinin karşısına diken bir tekyanlılıkla hareket etmez. Böylesine mekanik -ve yüzeysel- karşıtlaştırmalar öncü-kitle ilişkisinin diyalektik karakterine olduğu kadar Leninist bir sosyal devrimciliğin öncülük kavrayışına da aykırıdır.

Doğası gereği ‘dikey‘ bir karakter taşıyan partinin örgütlenmesinden (siyasi örgütlenme) farklı olarak sendikal hareketin örgütlenmesi – amaç ve işlev farklılığı nedeniyle- öncelikle ‘yatay‘ bir perspektifle ele alınmalıdır; yani o da iknayı esas almakla birlikte gerektiğinde zorlayıcı-disipliner bir yöne de sahip olan parti örgütlenmesi ve işleyişinden farklı olarak sendikal hareketin örgütlenmesi sırasında sınıfın yaratıcı gücünü ve yeteneklerini harekete geçirip geliştirmenin önünü açacak taban inisiyatifine dayalı biçimlerin ve mekanizmaların işletilmesi esas ve önceliklidir. 

Bu her şeyden önce sendikal örgütlenme ve mücadelenin doğasından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü bu süreçler aynı zamanda sınıfa kendini taşıyarak belirgin bir sınıf kimliği kazandırmayı amaçlayan süreçlerdir, dolayısıyla kullanılacak örgütsel biçimler (ve eylem biçimleri) de bu amaca hizmet edici bir özellik taşımak zorundadırlar. 

Taban inisiyatifinin esas alınması yönelimi, üçüncü olarak, neoliberal yapısal dönüşüm süreçlerinin iç parçalanma ve rekabet unsurlarını çoğaltıp daha katmanlı hale getirdiği işçi sınıfının iç bölünmelerini minimize edici özelliği nedeniyle de tercih edilip önemsenmek zorundadır.

Yalnız taban inisiyatifinin esas alınması, öncünün kendi konumunu ve rolünü unutarak kitleler içinde eridiği bir şekilsizleşmeye ve kuyrukçuluğa da dönüşmemelidir. Bu özellikle de sendikal faaliyetler alanında önemsenmesi gereken ciddi tehlikelerden biridir. Günümüzde olduğu gibi sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin zaten çok gerilediği, sınıf hareketinin en alt düzeylerde seyrettiği, öncünün sınıfla bağ kurmakta zorlandığı, bu arada bizzat öncünün saflarında da sınıfa yabancılığın ve sınıf çalışmasında deneyimsizliğin had safhada olduğu durumlarda (ve alanlarda) kolaylıkla taraftar bulur.

Burada sorunun özünü, “kitle çalışması” olarak yürütülmesi gereken sendikal faaliyetler sırasında bu kez “partili kimliğin unutulmasıoluşturur. Bu “unutma” kendini değişik biçimlerde gösterir ve sadece bireyler, birimler ya da alanlar düzeyinde ortaya çıkmakla kalmaz, sınıf çalışmasının genel örülüşü ve yürütülüşü sırasında genelleşmiş bir sorun olarak parti çapında da kendisini gösterebilir.

Sendikal faaliyetler sırasında komünist öncü konumunun unutulmasının -”partili kimliğin unutulması” bunu anlatır- en yaygın görünen biçimlerinin başında ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasına duvar çekilmesi gelir. Devrimci bir tarzda kurulması gereken bir bütünlüğü daha işin başında parçalayan bu ekonomist-sendikalist yaklaşım, ortaya çıkışıyla birlikte faaliyetin diğer yönlerinde de bundan kaynaklanan ya da oralardan başlayıp buraya doğru evrilen başka türev sonuçlar üretmeye başlar. 

Örneğin talep ve hedeflerini sınırlandırır, kullandığı örgütlenme ve eylem biçimlerini sınırlandırır, örgütlenme ve eylem biçimleri sorununda ‘dikine gelişmeyi‘ sağlayacak biçimlere yabancılaşır, mesela partinin sınıf içindeki örgütlenmesinin asıl yapıtaşını oluşturan fabrika hücrelerinin örgütlenmesi sorununu kendi dışında görmeye başlar ya da belirgin bir risk taşıyan militan eylem biçimlerine ısrarla uzak durur. 

Sendikalizmin bir başka tezahür biçimi özerklik eğilimleridir. Bu da kendisini, alanın koşulları ve özgünlükleri” gerekçesiyle faaliyetleri sırasında parti çizgisini, politika ve taktiklerini fazla hesaba katmayan fiili ya da açık bir “siyasal özerklik” eğilimleri biçiminde gösterebileceği gibi, partinin uyarılarını, karar ve direktiflerini dahi kaale almama “hakkını” kendinde görmeye başlayan bir “federalizm-örgütsel özerklik” eğilimi biçimine bürünmüş olarak da gösterebilir. Dünya ve Türkiye sınıf hareketinin tarihinde bunların örnekleri çoktur.

Bu tehlikelerin önü ne genel formüllere dayalı öğütlerle ne de mekanik bazı sınır çekmelerle alınabilir. Öte yandan kitle kuyrukçusu bir sendikalizme savrulma tehlikesi var diye kitlelerin inisiyatifini geliştirmeyi esas alan biçim ve yöntemlerde ısrardan da vazgeçilemez. 

Her iki yöndeki sapmalardan da sakınabilmenin en başta gelen güvencesi (panzehiri) öncünün saflarında -en başta da sendikal alan çalışmaları içindeki güçlerin kafasında- sorunun ML temelde doğru ve bütünsel kavranışına dayalı bir bilinç açıklığının sağlanmasıdır. Bunu sağlamak en başta bir ‘önderlik sorumluluğu‘dur. En üstten başlayarak önderlik konumundaki organlar, öncü-kitle diyalektiğinin diğer bütün yönlerinden de önce bu can alıcı yönü konusunda partiye, özellikle de sınıf çalışması içindeki güçlere her somut tarihsel evrede hem genel hem de özelleşmiş alan politikaları şeklinde somut bir hat çizmek ve bu temelde eğitici olmanın yanında yönlendirici ve denetleyici bir önderlik yapmak zorundadırlar. 

Dikkat edilirse bu bir yerde de çalışmanın bütünlüklü ve tarihsel bir perspektiften ölçütlendirilmesi anlamına gelir ki, bu anlayış ve ölçütlerin “eğiticilerin eğitilmesi” kapsamında çok yönlü ve sistematik bir eğitim yoluyla örgüt güçleri tarafından da özümsenmesi sağlanabildiği ölçüde, ortaya çıkabilecek sapma tehlikelerine karşı sadece “yukardan müdahalelere” bağımlı olmayan güçlü bir oto kontrol sistemi ve iç denetim mekanizmaları yaratılmış olunur. (sürecek)