İstanbul Finans Merkezi şantiyesi deneyimi: Dayanışma, fiili ve meşru mücadele – III
Yunus Özgür
Aynı sektörde örgütlenmeye çalışan iki sendikanın yaklaşık iki yıldır Finans Merkezi Şantiyelerinde ortak mücadele yürütmesi başlı başına bir kazanım olarak sınıf mücadelesi hazinesine yazıldı.
Finans Merkezi şantiyesinde verilen mücadele sonucu somut kazanımları da bir köşeye yazmak gerek. Fakat iki sendika olarak en başlara yazmamız gereken kazanım, inşaat işçileri içerisinde bir mücadele ve hak alma kültürünü yaratmanın ilk adımlarını atmamız oldu. Her iki sendikanın da havza şantiyelerinde hem işçiler hem de patronlar nezdinde meşruluğu tartışma götürmez bir gerçeklik haline gelmişti. Kimi taşeronlarla sözlü olarak gerçekleştirilen fiili sözleşmeler, sorun yaşayan işçilerin patronlarına “sendikayı çağırırım” demesinin ardından çözülen sorunlar ve yaşanan birçok sorunun artık patronlarla gerçekleştirilen masa başı toplantılarıyla çözülüyor olması kuşkusuz süreç içerisinde şantiyelerde verilen zorlu ve ısrarlı bir mücadelenin sonuçlarıydı.
Finans Merkezi şantiyelerinde yarattığımız böylesi bir meşruluk ve tüm kazanımlara rağmen yaşanan sorunlar, hak gaspları ve kötü çalışma koşulları istenilen düzeyde ortadan kaldırılamamıştı. Aynı şantiyede hatta aynı taşeron firmada çözdüğümüz aynı sorunu farklı zaman aralıklarıyla defalarca üst üste çözmek zorunda kalıyorduk. Örneğin, aynı şantiyede çözdüğümüz yemek veya tahtakurulu koğuş sorunu 2-3 ay sonra tekrar karşımıza çözülmesi gereken sorunlar olarak çıkıyordu.
Bunun en temel nedeni, örgütlenmeye çalıştığımız sektörün doğasından kaynaklanıyordu. Diğer taraftan İFM şantiyeler havzasının büyüklüğü, taşeron sisteminin örümcek ağı gibi tüm şantiyeleri sarmalayarak işçileri parçalaması ve işçi sirkülasyonunun inanılmaz hızla akışkanlık göstermesiydi. Buradaki sorun, tek başına yap-boz tahtası gibi aynı sorunları ısrarla tekrar tekrar çözme meselesi değildi. Zaten bu, çalışmanın ilk dönemi açısından kaçınılmazdı ve yapılması gerekiyordu.
Karşılaştığımız sorunları tekrar tekrar ısrarla çözmemiz her iki sendikayı da işçiler gözünde güvenilir ve meşru bir zemine oturtmuştu. Fakat havzadaki çalışmayı bir üst aşamaya sıçratma gerekliliği de artık kafalarımızda netleşmeye başlamıştı. Tüm şantiyeleri tek bir şantiye olarak görmek ve tüm patronları da tek bir patron olarak görerek karşılarına dikilmek. Öyleyse bunun tek bir çözümü vardı: İFM şantiyeler havzasında farklı şantiyelerde, farklı taşeronlarda çalışan tüm işçileri ortak talepler etrafında birleştirmek ve patronların karşısına bu taleplerle çıkmak.
Havzada, bütün patronları masaya oturtacağımız, temel talepler çerçevesinde fiili denebilecek bir TİS imzalama noktasında çalışmayı bir üst noktaya sıçratma kararı vererek harekete geçtik. Bunu başarabilmenin yolu, belirlenen talepler çerçevesinde tüm havzada işçilere çağrıda bulunarak iş durdurma olabilirdi. Bir anlamda fiili grev. Tek tek çözülen ve tekrar tekrar karşımıza çıkan hak gasplarını ve talepleri kalıcı ve daha kapsamlı kazanımlarla ileriye taşımanın bir aracı olarak gördük grev kararını.
Bu kapsamda, havzada yürüttüğümüz “Artık Yeter! Gasp Edilen Haklarımızı İstiyoruz!” kampanyamızda gündeme getirdiğimiz talepleri yeniden kaleme alıp tüm şantiyelerde dağıtmak üzere bildiri haline getirdik ve dağıtıma başladık. Havzada zaten yürüttüğümüz kampanya içerisinde yeni bir kampanya tarzında yürütüyorduk grev hazırlıklarını. Sabah/öğlen dağıtılan grev bildirileri, ajitasyon konuşmaları, asılan pankartlar, duvar yazılamaları ve koğuş ziyaretleri… Neredeyse tüm şantiyede işçiler tarafından duyulmuştu grev haberi. Sorun çözmek için patronlarla gerçekleştirdiğimiz toplantılarda dahi laf arasında grevin tarihini öğrenmek istiyordu patron temsilcileri.
Kendi kafamızda ortalama bir tarih olmasına rağmen grev tarihini iki nedenden dolayı açıklamıyorduk: Birincisi, güvenlik önlemiydi. Grev tarihinin günler öncesinden duyurulması demek, devlet cephesinden de hazırlıkların olacağı, polis yığınağının abartılarak işçilerin greve katılımını engelleyeceği ve tüm çabaların boşa gideceği endişesiydi. İkinci neden ise, grevin başarısız olması olasılığı. Planladığımız grevin başarısızlığı demek, uzun süredir İFM şantiyeler havzasında verdiğimiz mücadele kazanımlarının un ufak olmasa da ciddi anlamda güven erozyonuna uğrayacağı gerçekliğiydi. Havza şantiyelerinde verdiğimiz mücadelede hiç kaybetmeden, başarısızlığa uğramayan bir hat izlemiştik. Grevin başarısızlığı demek her şeyden çok işçi kitlesinde ciddi bir moral bozukluğu, sendikalara ve kendilerine güvensizlik doğurmanın yanında büyük patronlar ve taşeronlarda da özgüven artışına yol açabilir, hak gasplarının dozunu artırabilirlerdi. Sendikalara ve kendilerine güveni sarsılmış, morali bozulmuş bir kitleyle bu saldırıları göğüslemekte zorlanabilirdik.
Grev hazırlıkları ilerledikçe özellikle öncüleşme potansiyeli taşıyan işçiler “ne zaman greve çıkıyoruz” diye sormaya başladılar. Grev günü için kaba-taslak planımız hazırdı. Sabah işbaşı saatinde işçilerin işe giriş güzergâhları kapatılıp ajitasyonlarla toplanma başlatılacaktı. Temel olarak işçilerin yoğun giriş yaptıkları 4 güzergâhta davul zurnayla başlatılacaktı grev duyurusu. Bu noktada, içerde bulunan birçok işçiyle gece görüşmeler yapılıp sabah greve çıkılacaktı. Grev işareti ise sabah çalınan davul zurna olacaktı. Grev çalışmasında “grev ne zaman, nasıl haberimiz olacak” diye soran işçilere “sabah işe girişte davul zurna sesi duyduğunuzda grev başlayacak” diyorduk.
Grev günü güçlü bir birliktelik ve kitlesel bir duruş gösterebilecek miydik? İşçileri toplayabilecek miydik? Grev başarıya ulaşacak mıydı?.. Kararı almadan önce de sormuştuk bu soruları kendimize. Kaygılıydık, gücümüzün olduğu kadar zayıflıklarımızın da farkındaydık. Grev propagandası ilerledikçe işçilerin tepkilerini gözlüyorduk. Umut veren belirtiler de vardı, kaygılarımızı büyüten işaretler de. Bu bir yerde doğaldı. İrili-ufaklı her grev ve direniş sürecinde yaşadığımız bir gerilimdi bu. Ama bu kez durum farklıydı. İddiamızı büyütmüştük ama bu bir hayal kırıklığına da dönüşebilirdi. Planladığımız gibi sabah şantiye girişlerinde davul-zurnayı çaldırabilirdik. Belirli anlamda hatırı sayılır bir işçi kitlesini toparlayıp tüm kamuoyuna iyi bir görüntü de verebilirdik. Fakat greve çıkarttığımız bu işçi kitlesini kaç saat, kaç gün alanda tutabilirdik? Her iki sendika olarak kadro zayıflığımız, bol alkış ve destek açıklaması fakat dayanışmanın zayıflığı, en önemlisi grevde geçecek günlerde işçilerin hayati ihtiyaçlarını karşılayabilmemiz için gerekli maddi kaynaklarımızın zayıflığı kaygılarımızı büyüttü.
Fakat “Söz ağzımızdan çıktı bir kez, grev yapacağız dedik, artık geri dönmek olmaz, başaramadılar dedirtmeyiz” bağlamında bakmadık grev çalışmasına. Grev kararını almadan önce gerçekleştirdiğimiz tartışma sürecinde en başa şunu yazmıştık: “Grev kararı ile bir zar atıyoruz, tüm çabalarımıza rağmen sektörün dezavantajlarını da göz önüne alırsak başarısız da olabiliriz. Fakat işçilerde hangi taşeronda olursak olalım sorunları çözmenin yolunun kitlesel olarak üretimden gelen güç olduğu bilincini yaratmanın ilk adımlarını atmış olacağız bu çalışmayla.”
Sonuçta davul-zurna çaldırmadık. Tüm hazırlıklarımıza rağmen grev ateşini yakmadık. Bizim için esas olan kendi dar çıkarlarımız olmayıp kimin ne söylediği değil, bizim için esas olan sınıfın çıkarlarıydı ve grev meselesine de bu cepheden baktık. Eğer ki grevi başlatsaydık hatırı sayılır bir işçi kitlesi toplamamız, bu bağlamda kamuoyunda “dediler ve yaptılar” algısını yaratmamız hiçte zor değildi. Fakat grevi ileriye taşımamız ve kazanımlarla sonuçlandırmamız bu koşullarda imkânsız diyemesek de oldukça zordu.
Bunu grev kararını alırken de öngörebilirdik. Bu açıdan bir değerlendirme hatası yaptığımız açıktı. İki yoldaş sendika olarak şantiyede o güne dek yürüttüğümüz çalışma ve örgütlediğimiz eylemlerde aldığımız başarılı sonuçların coşkusuna kapıldık sanırım biraz. Tabii Finans şantiyesi gibi 30 binin üzerinde işçinin çalıştığı bir alanda sınıfın hareketini bir üst düzeye sıçratma arzusu ve bilinciyle hareket etmemizin de büyük payı vardı bu kararı almamızda. Sürekli aynı çizgide, aynı tür eylemleri tekrarlamakla sınıf hareketini büyütüp sıçratamayacağımızı biliyorduk.
Sınıf mücadelesinde atılan hiçbir taş kuşkusuz boşa gitmez, grev kararını her ne pahasına olursa olsun hayata geçirme ısrarımızı sürdürdüğümüz taktirde somut hiçbir kazanımı olmasa dahi kendi içerisinde anlamlı bir yer tutacağının farkındaydık. Fakat ilk elde işçilerin hafızasında “toplanıp grev yaptık da ne oldu” izlenimi doğurarak umutsuz bir ruh hali yaratacaktı. Bizler için asıl önemli olan işçilerin mücadele haznesinde gelecek açısından olumlu etki bırakıp bırakmamaktı.
Bugünden geriye doğru baktığımızda bu cephede başardıklarımızın farkındayız. Kötü çalışma koşullarına, hak gasplarına karşı düne kadar ceketini alıp başka şantiyeye giden işçilerin şimdi bu koşullara karşı yavaş yavaş iş bıraktığını ve bunun adına da grev dedikleri gerçeği önümüzde durmakta. İFM şantiyeler havzasında işçilerin bu tarz eylemliliklerinin sayısının artmasında havzada yürüttüğümüz faaliyetin bir parçası olarak grev çalışmasının da payının olduğunu düşünmekteyiz. İFM’de grev ateşini yakamadık ama hatırı sayılır bir işçi kitlesine sorunları çözmenin yolunun üretimden gelen güç olduğunu gösterdik.
Evet, kardeş sendikamız DİSK Dev/Yapı-İş ile birlikte İFM şantiyeler havzasında yaklaşık iki yıldır çok anlamlı ve değerli bir birliktelik sergiledik, rekabetten ve grupçuluktan uzak ortak bir mücadele hattı çizdik ve omuz omuza emek harcadık. Eksiklerimiz, zayıflıklarımız, hatalarımız da oldu kuşkusuz, ama onlardan da öğrenerek ilerledik. İnşaat işçileri içinde bir mücadele kültürü yarattık, var olanı bir adım dahi olsa ileriye taşıdık. Aynı sektörde örgütlenmeye çalışan iki sendika olarak bize devrimci sınıf sendikacılığı anlayışımız ve sınıfın çıkarları yol gösterdi. Türkiye sol hareketinde dahi örneği çok az olan birleşik-ortak mücadele inşaatına birer tuğla koyduk. Arkasını büyüterek getirmekte de kararlıyız!
SON