Marksizm, sosyalizm ve “eko” sorunsalı

350

Yazan: Selçuk Ulu

Marksizm ve sosyalizm doğası gereği ekolojik bir bakış açısına sahiptir. Bundan dolayı “Eko-Marksizm”, “Eko-Sosyalizm” gibi kavramsallaştırmalar ile bu bilimsel görüşleri bir “eko” öneki rezerviyle anmak, buna ihtiyaç duymak aslında Marksizmin diyalektik-materyalist bakış açısının yeteri düzeyde kavranmadığını gösteriyor.

Kestirmeden söylemek gerekirse her Marxist aynı zamanda bir ekolojisttir, öyle olmak durumundadır. Fakat her ekolojist bir Marxist olmayabilir.

Marx ve Engels’in eserlerinde insanın doğa ile olan ilişkisine dair net alt çizmeler temelinde Marksizm, doğa ve çevre konusunda önemli düşünsel açılımlar içerir.

Bugünün dünyasından bakıldığında o alt çizmelerin yeterli olup olmadığı tartışılabilir. Fakat özü itibariyle bu alt çizmeler bize bir bakış açısı sunar. Marx, doğanın ürünü olan insanların doğayla üretken bir ilişki içinde olduğunu ve bu ilişkinin asıl olarak kapitalizmle alt-üst edildiğini ifade eder. Ekonomik alt yapının, insanların doğa ile etkileşiminin içeriğini belirlediğine işaret eder. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist dünyada özel mülkiyetin kendisini sınırsızca büyütme isteğinin, ekosistemin-doğanın giderek geri dönülmez biçimde yıkımını hızlandırdığı günümüzde Marksizmin çevre sorunlarına yönelik yaklaşımını daha geniş bir perspektiften ele almamız gerekiyor.

İnsanların doğayı yıkıma götürmesine yol açan şey nedir?

Diyalektik materyalizm, evreni ve insanın doğayla olan ilişkisini ele alırken sürekli değişim ve karşılıklı etkileşimi esas alır. Bu yaklaşım ekolojik bir bakış açısının temelini oluşturur. İnsanlar doğayı değiştirirken aynı zamanda doğa da insanları etkileyip değiştiren bir döngü içindedir. Burada insanların doğayı yıkıma uğratmasına yol açan şey onların doğal-insani ihtiyaçları değil, bu ihtiyaçların metalaştırılmasına yol açan mutlak sömürüye dayalı üretim ve dolaşım süreçlerinin yapısıdır.

Marx, kapitalizmde işçinin doğasını yani biyolojik varlığını sürdürebilmesi ve geçim araçları elde edebilmesi için emek gücünü satmak zorunda kaldığına işaret eder. Dolayısıyla sınıflı toplumda üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, başta insan olmak üzere bir bütün olarak doğa üzerinde egemenlik kurmuştur.

Marx Kapital’de yabancılaşma kuramını kapitalist üretimin eleştirel çözümlemesine uygulayarak yeni bir kavramsal çerçeveyle ayrıntılandırmıştır. Bir yandan “meta fetişizmi” kavramıyla, toplumsal iş bölümü ve değer yasası nedeniyle insanların üretim sürecinde kurdukları ilişkilerin ürünlerin kendi aralarında bir toplumsal ilişki gibi görünmesinin yol açtığı yanılsamaya, diğer  yandan insan-doğa ilişkisi bağlamında geliştirdiği metabolik alışveriş/metabolik yarılma kavramlarıyla kapitalist gelişmenin yarattığı ekolojik yıkıma işaret etmiştir.

Marx’ın erken dönem eserlerinden olan 1844  Elyazmaları’nda doğa için “insanın inorganik bedeni” metaforu, “insan merkezcilik” eleştirileriyle birleşik üzerinde en fazla tepinilen konudur. Oysa Marx burada insanın doğa ile diyalektik birliğine  vurgu yapar ve bu birliğin kopuşunu insanın doğadan yabancılaşması olarak tanımlar. Bu yaklaşım, araçsalcı ve basit düalist anlayışların ötesine geçen bir bakış açısının tezahürüdür.

John Bellamy Foster’in “Marx’ın ekolojisi” kitabında döne döne vurguladığı gibi Marx’ın olgunluk dönemi çalışmalarında geliştirdiği “doğanın evrensel metabolizması” kavramı insan-doğa ilişkisini açıklamada kuramsal bir araçtır. Bu kavram, insanın hem bağımsız hem de doğaya bağımlı varlığına işaret eden ve bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkiyi açıklamak için kullanılan iyi bir metafordur. Marx, emek ve üretim sürecini “toplumsal metabolizma” olarak tanımlamış ve insanların doğa ile kurduğu ilişkiyi bu kavramsallaştırmayla açıklarken, doğal süreçleri de “doğanın evrensel metabolizması” kavramıyla irdelemiştir.

Metabolizmanın toprak verimliliği üzerindeki etkileri ve kapitalist tarımın toprak besin maddelerini tüketmesi Marx’ın dikkat çektiği önemli bir konudur. Marx bu sorunu toplumsal metabolizmanın bozulması olarak tanımlar. Sürdürülebilir bir yaklaşımın ancak sosyalist bir toplumda üretim sürecinin insan ihtiyaçlarına ve doğal çevrenin sınırlarına uygun bir şekilde düzenlenmesiyle gerçekleşilebileceğinin zeminini sunar.

Kapital’de gelişkin bir ekolojik farkındalık mevcuttur

Dolayısıyla Marx Kapital’de, sanılanın aksine gelişkin bir ekolojik farkındalık sergiler. Daha Kapital’in ilk cildinde büyük ölçekli kapitalist tarımın toprağı yok ettiğini, İngiliz tarlalarının gıda arzı paniği nedeniyle Peru’dan ithal edilen doğal kuş gübreleriyle durmaksızın ilaçlanmak zorunda kaldığını anlatmıştır. Marx’ın yaşadığı dönem, kimi yazarlarca “İkinci Tarım Devrimi” olarak adlandırılan ve gübre sanayinin büyümesi ve toprak kimyasında kaydedilen gelişmelerle karakterize olan bir dönemdir. Marx, Alman kimyacı Justus von Liebig’in 1840’lardan itibaren kaleme aldığı toprak verimliliği, organik dönüşüm ve sürdürülebilirlik konusundaki çalışmalarını referans alır. Kapital’in 1. Cild’inde Liebig’in erdemlerinden birinin de doğal bilimin bakış açısından modern tarımın yıkıcı tarafını göstermiş olması olduğunu söyler, Kapital’in bütününde toprağın kapitalist sömürüsünün ve doğanın yıkımının sistemli bir eleştirisini yapar.

Marx, Kapital’in 3. cildinde de, “Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu” başlıklı bölümde Liebig’e göndermeyle kapitalist gelişmenin bir yandan sürekli büyüyen ve büyük kentlerde toplanan bir sınai nüfus yaratırken, kapitalist büyük toprak mülkiyetinin tarımsal nüfusu sürekli olarak gerileterek asgariye indirdiğini ve bu durumun “yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alışveriş bütünlüğünde onarılmaz bir çatlağa neden olan koşulları yarattığını”, bunun sonucu olarak toprağın canlılığının boşa harcandığını ve bu israfın ticaretle belli bir devletin sınırlarının çok ötesine taşındığını vurgular.

Marx bu durumu açıklarken şunları ifade eder: “Geniş-ölçekli sanayi ve geniş-ölçekli makineli tarım birlikte çalışırlar. Başlangıçta birincisi esas olarak emek-gücünü, dolayısıyla insanların doğal gücünü harabeye çevirdiği ve yok ettiği halde, ikincisinin daha dolaysız bir biçimde toprağın doğal canlılığını tüketmesi gerçeği ile birbirlerinden ayırt ediliyorlarsa, gelişmenin daha ileri döneminde kırlardaki sınai sistemin de işçileri zayıflatması ve sanayi ve ticaretin, kendi paylarına, tarıma, toprağı tüketmek için araçlar sağlamasında el ele verirler.” (Kapital, Cilt 3., Sol Yayınları. sf. 713-714).

Dolayısıyla kapitalizmde doğa-çevre sorunları günümüz dünyasının en acil ve önemli meselelerinden birini oluşturuyor. Bu sorunlar, doğanın tahribatı, kaynakların tüketilmesi, iklim krizi gibi etkenlerle birlikte insanlığın sürdürülebilir geleceği için yakın bir tehdit  haline gelmiş durumda. Dünya yeni bir büyük yok oluşun eşiğinde. Tüm sahte “çevrecilik”, “yeşil mutabakat” açılımlarına karşın bu yok oluş asıl olarak  insan eliyle gerçekleştiriliyor. Öyle ki, Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre bugün küresel ortalama sıcaklıklar sanayi öncesi döneme göre 1,1°C daha yüksek. Kritik eşik 1,5°C (2100’e kadar). Yaşam, gezegen ve tüm canlılar için kritik olan bu eşiği geçmemek için 2050 yılına kadar küresel çapta emisyonların net sıfır seviyesine inmesi gerekiyor. Bir baştan bir başa -Amazonlardan, Akbelen’e- sermaye birikiminin bir aracı olarak doğanın yağmasının hız kesmeden sürdüğü koşullarda bu ne mümkün?

Sovyet sosyalizmi deneyimi ve ekoloji

Oysa Sosyalizm ile birlikte üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve üretimin toplumun ihtiyaçlarına yönelik kullanılması, kaynakların daha etkin ve sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesine olanak sağlar. Fakat yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin sicili bu konuda ileri örneklerin yaratılmasının yanında pek parlak olmayan örneklerle de doludur.

Sovyetler Birliği’nin kuruluş aşamasında iç savaşlar ve ardından ‘Büyük Anayurt Savaşı’ gibi zorlu koşullara rağmen, doğayı koruma amacıyla alınan kararlar ve uygulamalar önemliydi. Bu çalışmalar, geniş topraklara ve çok sayıda cumhuriyete sahip bir ülkenin çevresel hassasiyetini yansıtmaktaydı.

Bugün ekolojik meselelerin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemde, özellikle 1920’lerin Sovyetler Birliği’ndeki doğa-çevre tartışmaları ve uygulamaları tarihsel bağlam içinde incelenmeyi hak eden zengin bir konudur.

  1.  yüzyılın başlarına damgasını vuran Sovyet bilim insanları, özellikle coğrafya ve biyoloji alanlarındaki çalışmalarıyla iklim değişikliği konusunda öncü ve değerli katkılarda bulundular. Bu dönemde ortaya koydukları önemli çalışmalar, günümüzde dahi bilim dünyasında saygıyla anılmaktadır.

 

Ekim Devrimi’nden sadece iki gün sonra bütün topraklar, ormanlar, nehirler, göller, kısacası tüm doğal varlıklar kamulaştırılınca doğayı korumak için çıkarılan kararnameler ve kanunların uygulanması kolaylaştı. Bu kesitte yapılan en büyük çevreci eylemin “doğal kaynaklar ve bunlarla ilgili faaliyetlerin” toplumsallaştırılması olduğunu kabul edebiliriz. Ormanların merkezi olarak korunması ve yeni ağaçlandırmalar yapılması 1918’de genç Sovyetlerin çıkardığı ilk kanunlardan birinin konusuydu. Ormanlar, tam olarak korunacak ve yararlanılacaklar olarak sınıflandırılarak sürdürülebilir ormancılığa geçildi.

Keza Sovyetler Birliği Anayasası’nın 18. maddesi şöyle der: Şimdiki ve gelecek kuşaklar için toprağın, maden ve su kaynaklarının korunması ve bilimsel olarak kullanılması, bitki ve hayvanların korunması, hava ve suyun temizliğinin sağlanması, doğal zenginliğin çoğalması ve insanın çevresinin iyileştirilmesi için gerekli adımlar güvence altına alınmıştır. Madde 67 her SSCB yurttaşını doğayı ve zenginliğini korumakla yükümlü kılmıştır.

Tamamen doğal haliyle bırakılıp korunan alanlara ‘Zapovednik’ (ulusal ekolojik koruma alanları) deniyordu. Zoolog V. Stançinskiy Zapovedniki alanlarının kuruluşunda önemli rol oynadı. Ayrıca SSCB’nin ilk resmi ekoloji dergisinin editörlüğünü yaptı. Bu bölgelerde avlanma, ağaç kesme, tarım ya da turizm faaliyetleri kesinlikle yasaktı. Buralarda sadece bilimsel araştırma yapılabiliyordu. 1933’e gelindiğinde toplam 2,7 milyon hektar alanı kaplayan 33 Zapovednik vardı.

Yine Sovyet coğrafyacı, biyolog ve balık bilimi uzmanı (ihtiyolog) Lev Semyonoviç Berg, iklim değişikliği ve doğa üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyerek “İklim ve Yaşam” adlı kitabında (1922) bu konuları aydınlatan bir çalışma ortaya koymuştu. Berg, bu kitabında, iklim ile doğal unsurlar arasındaki organik ve organik olmayan ilişkileri derinlemesine araştırarak özgün bir bakış açısı sunmuştur.

Sovyet bilim insanlarının bu erken dönem çalışmaları, iklim değişikliğinin sadece tek bir disiplini değil, çok çeşitli bilim dallarını içeren kapsamlı bir yaklaşım gerektirdiğini vurgular. Bu bilimsel miras günümüzde hâlâ iklim değişikliği ile mücadele ve çevresel sürdürülebilirlik konularındaki ilerlemeye ışık tutmaktadır.

Öte yandan sosyalizm adına parlak olmayan uygulamaların başında, tarih boyunca insan eliyle gerçekleştirilen en büyük doğa katliamlarından biri olan Aral Gölü’nün kuruması geliyor. Sovyetlerin 1960’lardan itibaren pamuk tarımı için yoğun ve geniş çaplı sulama faaliyetleri nedeniyle Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin suyu ciddi oranda azalmış, dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral’ın yüzde 90’ını kurumuştur. Yine nükleer tesislerde yaşanan Çernobil patlamasının (1986) yarattığı felaket belleklerde tazeliğini koruyor. Bunlar her ne kadar Sovyetlerin revizyonist bir hatta ilerlediği ve çöküşe gittiği yıllarda olsa da sosyalizm adına utanç duyulacak vakalardır. Bunların altında yatan asıl olarak emperyalist dünya ile girilen ekonomik ve askeri rekabet/yarış anlayışıdır.

Bütün bunlardan çıkarılan bir sonuç olarak söyleyecek olursak ekoloji, sınıflar üstü bir mesele değil ve emek mücadelesinden koparılamaz.

Gelecek sayılarda konuyu değişik boyutlarıyla ele almaya devam edeceğiz.