
Yazan: Oya Açan
Şiddet hayatımızın her yanını kuşatmış durumda. Toplumsal altüst oluş bir bütün olduğu için, bu şiddet biçimlerinden birini diğerinden ayırmak belki doğru olmaz; fakat bunlar içinde erkek şiddeti toplumun tamamını hasta eden, kadınları geri dönülmez ölçüde tüketen bir rol oynuyor.
Kadınlara karşı açılmış ve yüzyıllardır süren bir savaş ilanıdır bu; dört duvar arasına sıkıştırıldıkları evlerinde eril, üretimde kapitalist sömürü şiddeti kadınların hayatını karartmaya devam ediyor. Çünkü toplumun kadın yarısına erkek egemenliğine itaat dayatılıyor.
Savaş ilanı değil savaşa hız verilmesi
Kadın, hizaya çekilmesi, kontrol altında tutulması gereken bir varlık olarak kodlanıyor. “Makûl” olsun, ‘ikinci sınıf’ insan kategorisinde kalsın, özgürlükleri için mücadele etmesin, yıllardır benimsetilen toplumsal cinsiyet rollerine sadık kalsın isteniyor. Kendi kararları, beklentileri ve çizdiği yol kontrol altında tutulmaya çalışılıyor ki erkeğin ‘mikro’ iktidarı ve ayrıcalıklı konumu sürebilsin!.. Kadınlara karşı erkek şiddetinin sırtının sıvazlanması da içinde olmak üzere kazanılmış haklarına göz diken burjuva devlet, toplumu dizayn etme ve ihtiyaçları doğrultusunda ona biçim verme işinde yol almak, hegemonyasını sarsılmaz kılmak için işe kadınları ve çocukları feda ederek başlıyor.
Kadına karşı yüzyıllardır devlet eliyle meşrulaştırılıp normalleştirilen şiddetle örülü erkek egemen sistem kadını bu çarklar içinde ikinci bir kez ezip tüketiyor. Hayatını kaybeden ya da ciddi biçimde yaralanan kadınlardan söz etmiyoruz sadece. Ruhun yaralanmasından, kişiliğin tahrip olmasından, özgüvenin ve özsaygının bir daha doğrulamayacak ölçüde yerle yeksan olmasından söz ediyoruz.
Örselenmiş kadın sendromu
“Örselenmiş Kadın Sendromu” (BWS-Battered Women Syndrome) aile içinde ya da yakın ilişki dahilinde uzun süreli şiddete, istismara maruz kalan kadınların bir dizi davranışsal ve psikolojik tepkilerini ifade etmek için kullanılıyor. İstanbul Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırmada, psikiyatri kliniklerine başvuran kadınlar arasında 80 vakanın 74’ünün örselenmiş kadın sendromuna sahip olduğu tespit edildi.*
Örselenmiş kadın sendromu yaşayan kadınlar, kapana kısılmış çaresiz bireyler oldukları ve partnerleri ölmedikçe şiddetten kurtulamayacakları algısına/kanaatine sahipler. Bu kanaat çoğu kez uzun yıllara yayılan tahammül sınırlarının taştığı noktada eşini/partnerini öldürmeye dönüşüyor.
Erkeklerden farklı olarak kadınlar, ölmemek için öldürüyor.
Önlerinde böylesine büyük, sürekli ve can alıcı bir tehdit varken öldürüyorlar. Evde, işyerinde, hayatın her alanında peşlerini bırakmayan bu şiddet kırbacı mahkemelerde, duruşma salonlarında da sürüyor. “Meşru müdafaa” olarak görülmeyip ayrıca ağır cezalara çarptırılıyorlar. Yoğun ve sürekli olarak erkek şiddetine maruz kalan kadınların gösterdiği bu direniş ve özsavunma biçimi sansasyonel olmadıkça yine de gündem olmuyor.
Ölmemek için öldürmek
Sistematik şiddet gördüğü kocasını öldüren Çilem Doğan’a 15 yıl hapis cezası verildi. 18 yıl boyunca sistematik şiddetine maruz kaldığı kocasını öldüren Hülya Tuncer müebbetle yargılanıyor. Kendisine silah zoruyla tecavüz eden Nurettin Gider’i öldüren Nevin Yıldırım da müebbet hapisle cezalandırıldı, saymakla bitmez.
Üstelik sadece Türkiye’ye özgü de değil bu durum. Karadağ’da Milica Živković, kendisine cinsel saldırıda bulunan erkeği evire çevire dövünce, “Çok fazla mücadele ederek kamu düzenini bozduğu” gerekçesiyle para cezasına çarptırıldı! Hayır deyip karşı çıkmak da saldırıya karşı kendini savunmak da ölmemek için öldürmek de “suç” kadınlar söz konusu olunca!..
Özsavunmadan ne anlıyoruz/neden özsavunma?
Peki nedir meşru müdafaa ya da -daha kapsayıcı, kendini ya da sevdiklerini korumakla sınırlı olmayan derinlikteki bir kavram olan- özsavunma?
Özsavunma hem kendini savunmadır hem değildir; daha doğrusu sadece bundan ibaret değildir. Özsavunma her şeyden önce bir bilinçtir. Sadece bedeni değil ruhu, aklı, kişiliği ve geleceği savunma eylemidir.
Kadınlar sadece erkek şiddetine değil, koparılıp alınmak istenen kazanımlarını korumak için de dünyanın her yanında daha gür bir sesle kolektif olarak eyleme geçiyorlar. Sözgelimi, sağlıklı koşullarda kürtaj yaptırma hakkı için Polonya’dan ABD’ye, Latin Amerika’ya kadar birçok ülke son birkaç yıldır inatçı kadın eylemleriyle sarsılıyor.
Kolektif özsavunma eyleminin örgütlü, kararlı, adeta bir ateş topu haline gelerek erkek şiddetinin faillerinin tepesine indiği örneklere de tanık oluyoruz.
Bunların en yakın tarihli olanı Hindistan’ın Manipur eyaletinde yaşandı. Taciz ve tecavüzün zirve yaptığı, tecavüz kurbanlarının diri diri yakıldığı Hindistan’da kadınlar, tecavüzcü çetelerin birinin başını çeken adamın evini geçen ay ateşe verdiler.
Özsavunmayı fiziksel savunma tekniklerinden ayıran/farklılaştıran nedir? Şiddet içeren bir saldırıyı -ya da saldırı girişimini- o sırada bir biçimde etkisiz hale getirebiliriz, fakat bir sonrakinde ne yapacağız? Her defasında aynı korkuları yaşayarak kesici delici alet mi arayacağız, karate kurslarına mı kaydolacağız?
Özsavunmayı kavramak ve onu hayatımızın her alanına ve anına uygulayabilmek için kadınlara yönelen şiddetin kaynağının bilincine varmalıyız ilk olarak. Şiddetin kaynağı, kadınları denetim altında tutup onu sürekli olarak güce biat etmeye zorlayan ataerkil kapitalist sistemdir. Dolayısıyla “silahlarımız”ı kuşanmanın ilk adımı bu sistem içinde kurulan ve yüzlerce yıl içinde biçimsel değişiklikler yaşasa da özü değişmeden kalan toplumsal cinsiyet rollerinin anlamı, işlevi ve hedefleri konusunda kafamız net olmalıdır. Kadınlar olarak hayatımız, kararlarımız ve geleceğimiz için söz sahibi olması gereken biziz; bu hakkı kimse bizden alamaz!
Sabır değil mücadele
Kendini savunmanın meşruluğuna inanmak, örselenmeye, tüketilmeye, çürütülmeye karşı kullanılacak özsavunmayı hem harekete geçirir, hem atacağımız adımları daha berrak bir şekilde görebilmemizi sağlar. Buradaki kilit halka, eylemimizin meşruluğu ve buna sonuna kadar inanmaktır. Bize şimdiye kadar toplumsal cinsiyetin altı çizilerek belletilen bütün geleneksel davranış ve alışkanlık kalıplarını, bizi kuşatan ve hareketsiz bırakan bütün korku ve kaygılarımızı tükürebilmektir. Kadınların ömür boyu yaşadıklarını hatırlayıp öfkemizi diri tutmaktır.
Tümüyle bize ait olan hayatımızın öznesi olduğumuz bilincinin dal budak salmasının koşullarını yaratmaktır. Özsavunma, birey olarak tek bir kadının değil kolektif olarak geniş kadın kitlelerinin ortak acılarının, ortak ruhunun ve kendi kararlarının gerçek sahibi olarak dile gelebilmesi için yürünen uzun bir yoldur.
Özsavunma, burjuva devletin hoşgördüğü, hatta teşvik ettiği erkek saldırganlığının karşısına kadın dinamiğinin kolektif gücünü dikmektir. Bu güç, örgütlülük, süreklilik ve sistemlilik kazandığı ölçüde caydırıcı bir nitelik kazanacaktır. Dolayısıyla, özsavunmanın örgütlü hale getirilmesi kadın hareketinin öncelikli hedeflerinden biri olarak görülmelidir.
Akılla, deneyimle, örgütlülükle, kararlılıkla yürünecek bu yolda kendi gücünün bilincine varmak, bunu toplumsal bir bilinç haline getirmek için bir yandan yeteneklerimizin, kapasitemizin sınırlarını keşfetme, bir yandan da özgüvenimizi yıkılması olanaksız bir güç haline getirme mücadelesi işte bu yüzden tayin edici önemdedir.
(*) Erkek Adalet Kıskacında Kadınlar / Örselenmiş Kadın Sendromu ve Feminist Kriminoloji, Yağmur Birdal, Sel Yayıncılık