Kadın mücadelesinin tarihsel gelişimine genel bir bakış-I

183

Mürüvet Küçük

Kadının, kamusal alandan dışlanıp Engels’in deyimiyle “evin baş hizmetçisi” haline gelmesinin yani cinsler arası ilişkinin doğal işbölümünden çıkıp erkeğin hakim olduğu hiyerarşik bir nitelik kazanmasının miladı, binlerce yıl öncesine uzanır. 

Bu sürecin sürtünmesiz-sancısız olmadığını özünde toplumsal ilişkilerin ifadesi olan mitolojik öykülerden de anlıyoruz. Yine kadına ilişkin tartışmaların Antik Çağ filozoflarının da gündemi olduğundan yola çıkarak o dönemlerde de buna dair bir mücadelenin olduğunu yorumlayabiliyoruz. 

Tarihteki ilk erkek feminist olarak bilinen Platon’un kadınla erkeğin eşit olduğunu, kadının da en az erkek kadar iyi asker olabileceğini kayıt koyarak savunması o dönemin tarihselliği içinde çok önemlidir. 

Ardından öğrencisi Aristo’nun erkeğin kadından daha zeki olduğunu belirttikten sonra da yine de kadının köleyle eşitlenemeyeceğini, her ikisinin işlev bakımından farklı yararlılıkları ifade ettiğini söylemesi de dönem içinde bu tartışmaları tetikleyen dinamikler olduğunu gösteriyor. 

Fakat özellikle feminist külliyat bu konudaki bulguları görünür kılması anlamında önemli katkılarda bulunsa da Engels’in “ilk sınıf savaşımı” olarak tanımladığı bu savaşın nasıl cereyan ettiğine ilişkin bütünsel bir bilgiye sahip olmamız çok da mümkün görünmüyor. 

Ama en azından kapitalizmin altyapı ve üstyapı ilişkileriyle bütünlüklü bir sistem olmaya doğru yöneldiği zamandan itibaren bu savaşın nasıl sürdüğünü ve günümüze kadar hangi uğraklardan geçerek ilerlediğini temel çizgileriyle biliyoruz. 

Burjuvazi en ilerici döneminde de kadın-erkek eşitliğini tanımadı!

Burjuvazinin tarihi Fransız ihtilaliyle başlamasa da ulusal pazarın dolayısıyla ulus devletlerin ve kapitalist sistemin kendisini altyapı-üstyapı ilişkileriyle inşa etmesinin devrimsel bir süreçle başlamasının doruk noktası odur. Burjuvazinin tarihinde en ilerici olduğu dönemin de simgesidir. Kadının ezilen cins olarak bu devrim günlerinde bile nasıl bir muamele gördüğü o açıdan önemidir. Keza henüz olgunlaşmamış bir sistem olmasına rağmen kadının kapitalist sistem içindeki konumlanışının temelleri daha o zaman atılmıştır. Öncesi bir yana daha belirgin çizgiler ve siyasal nitelikler kazanarak kadın mücadelesi de o zaman tarih sahnesine çıkmıştır. 

Burjuvazinin henüz ilericilik barutunu tüketmediği, tepeden tırnağa bir halk devrimi olarak yaşanan Fransız İhtilali, o tarihsel koşullar içinde eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal altüst oluşa, dönüşüme vesile oldu. Kadınlar da bu devrimin temel dinamiği, en önünde savaşan neferleriydi. İki Şehrin Hikayesi’nde Charles Dickens onların devrimle nasıl bir ilişki kurduklarını son derece etkileyici bir şekilde anlatır. 

Fransız İhtilali’nin ilk kıvılcımını onlar çakar

Fransa’da kadınlar daha devrim gerçekleşmeden önce ilk kıvılcımı tutuşturur. 1789 yılında, hemen devrimin arifesinde pahalılığa, kıtlığa, yoksulluğa karşı sokaklara inerler, 14 Temmuz 1789 günü Bastille Kalesi’nin zaptına kitlesel olarak katılırlar, devrime yönelik gerici saldırılara karşı “kadın taburları” kurarlar, devrim için tehlike oluşturan her gelişmede en ön safta yer alırlar. Kadınların devrime adanmışlıklarına dair saymakla bitmeyecek pratikleri olur. Fakat devrimin gövdesini, temel motor gücünü oluşturan kadınlar kendi devrimlerinin dışına itilirler. Kurdukları taburlar dağıtılır, içlerinden “kadınların da hakları var” diyenler giyotine gönderilir. 

İlk feminist bilinç ve tutumlar hayalini kurdukları devrimin özünde bir “erkek devrimi” olduğunu anladıklarında ortaya çıkar. Devrim döneminin özgürlük ortamında kadınlar, sadece erkeklerin üye olabilecekleri dernek ve lokallere giremedikleri için sayısız dernek, hatta tarihte ilk kadın partisi olarak bilinen Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü’nü kurarlar.

“En eski ve en kapsamlı olanının sürmesine izin verdiniz”

3 Eylül 1791’de Ulusal Meclis, 26 Ağustos 1789’da hazırlanmış olan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne göre yapılmış Anayasa’yı onayladığında seçme ve seçilme hakkının yalnızca mülk sahibi erkeklere bahşedilmesine karşı kadınlar bir dilekçeyle erkeklere “Sizler geçmişin bütün yargılarını yok ettiniz, ama krallıkta yaşayanların yarısını devlet dairelerinden, görevlerinden, ayrıcalıklardan ve en önemlisi aranızda oturma hakkından yoksun bırakan en eski ve en kapsamlı olanının sürmesine izin verdiniz” diye seslenirler. “En eski, en kapsamlı olan” patriyarkaydı! Devrimini yapan burjuvazi daha baştan onu kendi sisteminin organik parçası haline getirmiş, sonraki uğraklarında istediği gibi kullanacağı bir “enstrüman” olarak kendisine katmıştı. 

Nitekim burjuvazinin daha işin başında kadınları “toplumsal sözleşme” yapmaktan “aciz” görmesi, mülkün eşit paylaşılmasını erkek varislerle sınırlandırılması sonraki gelişme aşamalarında da özünü koruyarak biçimsel farklılıklarla devam etti. Getirdiği tek anlamlı ilerleme tarafların anlaşması halinde boşanma hakkının tanınmasıydı. O hakkı da daha sonra iktidara gelen ve kadına evi gösterip, çocuk doğurma görevinin altını çizen Napolyon gasbetti. 

Demokrasinin beşiği addedilen birçok Avrupa ülkesinde ve özelde de Fransa’da kadınların seçme-seçilme hakkına sahip olabilmeleri 20. yüzyılın ikinci çeyreği ya da ortalarında gerçekleşebildi. Düşünün ki Fransa gibi bir ülkenin yüksek yargı organlarına bir kadının girebilmesi 1946’yı bulabildi! O da dünyadaki dengeler, sosyalizmin basıncı, kapitalist gelişmeyle birlikte yaşanan toplumsal farklılaşma ve mücadeleler sayesinde! 

Aslında devrimin kadının toplumsal konumuna yaklaşımı öncesinden de bellidir. Fikirleriyle onun esinleyicilerinden olan Jean-Jacques Rousseau’nun Emile’inde bu sınırlar net çizilmiştir. Erkek çocuğu kamusal dünyaya ait hasletler kazanacak şekilde eğitilmeli, kız çocuklarıysa erkeği tamamlayan, duygusal, naif, özeliklere sahip “ev hanımları” olacak şekilde… 

Rönesans’tan başlayarak kendi kültürünü, ideolojisini yaratan, Aydınlanma’yla buna daha net çizgiler kazandırıp ideolojik-siyasi-felsefi bir bütünlüğe kavuşturan burjuvazi, bu birikimin ilk tatbikini Fransız İhtilali’yle gerçekleştirmiştir. Kadının baştan çizilen sınırları da öyle rastgele, o an içinde gerçekleşen tutumları değil, bu birikimin pratik ifadesini yansıtmaktadır. 

Elbette ki kimse müneccimlik yaparak oluşturmadı bunları, ama daha o günden temelleri atılan sınıfsal yaklaşımlar kapitalist gelişmenin ilerleyen aşamaları boyunca biçimsel değişimlere uğrayarak devam ettirildi. Hatta kapitalizmin tekelleşmeye evrildiği, teknik altyapıyı yeni üretim organizasyonlarının geliştirilmesinde kullanmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan/oluşması için her türlü aracın kullanıldığı (edebiyattan yayıncılığa, dönemin reklamlarından organize edilen toplantılara, hatta ücret düzenlemesine kadar…) proleter aile için de bu ölçütler özenilecek, ulaşılması için didinilen ölçütler haline getirilmeye çalışıldı, büyük oranda da başarı sağlandı. 

Birinci dalga liberal feminizm bu koşulların içinden filizlendi

19. yüzyılın ortalarında daha bütünlüklü bir ifade kazanan ve birinci dalga feminizm olarak tanımlanıp tarihi 1920’lere kadar uzatılan feminist mücadele de aslında Fransız İhtilali’nin bir “mülk sahibi erkekler” devrimi olduğu gerçeğine karşı bayrak açan kadınların o dönemde dile getirdiklerinin mücadelesi biçiminde seyretmiştir. Kadının insan olarak kabul edilmesi, siyasette alan açılması, eşit vatandaşlık haklarına sahip olması mücadelesidir bu. 

O devrimde kadınların dışlanması Olympe de Gouges’a “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ni yazdırmıştır. 17 maddelik “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne karşıt olan “kadın hakları bildirisi” de 17 maddeydi. 10. maddeyi, “İdam sehpasına çıkma hakkına sahip kadının, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diye yazan de Gouges’in ölümü, her açıdan devrimin ruhunu simgeleyen Robespierre’e karşı çıktığı için giyotinle olmuştu.

Bildirgenin girişinde Gouges şunu söylüyordu: “Milletin temsilcileri içinde olan analar, kızlar, kızkardeşler, kadınlar Mecliste temsil edilmek istiyorlar. Kadın haklarının unutulması, kabul edilmemesi ve tanınmaması, kadınların doğal, devredilemez ve kutsal haklarının çiğnenmesi demektir. Kadın hakları, bildirgede yer alacaktır.” De Gouges’in “bildirisi” sonraları feminizmin “manifestosu” olacaktı. Oldukça meşakkatli bir kadın mücadelesi serüveninin de çıkış noktası…  

İdeolojik temelleri devrimden önce atılmıştı

Aslında De Gouges ya da Fransız İhtilali’nden önce de burjuvazinin filizlendiği dönemden başlayarak kadının özgürlüğü, eşitliği sorunu dönemlerinin entelektüel kadınlarınca gündeme getirilmiştir. Bunlardan biri Avrupa’da 1405 yılında Parisli bilim insanı Christine de Pisan’dır. Hanımların Şehrinin Kitabı adlı eserinde Pisan, Fransa’daki ataerkil baskıdan bahsetmiş, kadınların tamamen insan olarak kabul edilme ve muamele görme hak ve isteklerini dile getirmiştir.

Devrim günlerinde başka bir ülkeden, Britanya’dan kadın özgürlüğüne dair yükselen ses de Mary Wollstonecraft’tandır. O da Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi adlı eserinde kadınların entelektüel açıdan erkeklerden aşağı seviyede olmadıklarını, ancak eğitim olanaklarından mahrum bırakıldıklarını ifade ederek, burjuva anlamda toplumsal cinsiyet eşitliğinin başlangıç noktası olarak eğitimi koymuştur. 

Fransız İhtilali dönemindeki orta sınıf-burjuva kadınların savunularının entelektüel olarak tarihsel bir arka planı vardır kısaca. 

Mill, Taylor ve De Gouges…

Liberal feminizmin kendi içindeki çeşitli dalgaları açısından bir çeşit manifestoya dönüşen De Gouges’in bildirisi kadınların cinsiyet mücadelesinin kapitalist sistemin reforme edilmesi sınırlarında siyasallaşması biçimiyle devam eder.

Bu arada kadın sorunu üzerine ilk kitap çalışmalarından biri olarak bilinen Kadınların Köleleştirilmesi yapıtı, mücadele tarihi içinde özgün bir yer kaplar ve kadın hareketi açısından da dayanaklardan biri haline gelir. Harriet Taylor ve John Stuart Mill çiftinin İngiltere’de Viktorya döneminin nefessiz bırakan, katı, tutucu atmosferi içinde kaleme aldıkları makalelerin kitaplaşmasından oluşan çalışmada Mill’in liberal kimliğinin izleri vardır. Kadın haklarıyla sistemin yararları temelinde ilişkilenir. Bu sınıfsal niteliğine rağmen kitap, o tarihsel koşullar açısından oldukça cesur bir kitaptır. 

“Evlilik, yasalarımızın tanıdığı tek edimsel köleliktir. Her evdeki evli kadının dışında (İngiltere’de) yasal köle kalmamıştır” diyen Mill, kadının köleliğinin Antik Çağ’daki kölelikten bile daha ağır olduğunu, onların en azından dinlenebilirken kadının neredeyse 24 saat duyguları başta olmak üzere erkeğin hizmetinde bir köle haline getirildiğini, erkeğin elindeki gücü onun üzerinde katı bir hegemonyaya dönüştürdüğünü söyler. Eşi Harriet Taylor ütopik sosyalistlerden etkilenerek yeniden üretim üzerinden kadına yüklenmiş görevlerin kolektifleştirilmesini savunan modeller önerse de Mill’in görüşleri, kadının özgürlüğünün sistemin bütününü kalkındıracağı fikriyle sınırlıdır. 

Liberal feministler işçi kadınları görmediler…

Mill ve Taylor 1. Dalga liberal feminizmin simgelerindendir. Sınırları döneme göre hayli cesur olsa da esasında kapitalist sistemin reformasyonu, evlilik sözleşmesinin kadın lehine değiştirilmesi, kadınların vatandaşlık haklarının tanınması ve oy hakkıyla siyasal yaşama katılmalarıyla maluldür. 

1800’lerin ortalarına tekabül eden bu tartışmalardan sonra kadın mücadelesinde belirleyici çizgi liberal feminizm olmuştur. Bu feminizm de burjuva kadınların beklenti ve özlemlerine göre şekillenmiştir. O dönemin işçi sınıfı hareketi ve özelde de kadınlarıyla liberal feministlerin teması zayıf hatta neredeyse hiç olmamıştır. Tam da bu nedenle işçi sınıfının yanında duran dönemin entelektüel kadınlarınca eleştirilmiştir.

Liberal feministler, patriarkayı kapitalizmden bağımsız, tüm tarihler boyunca varolmuş, kendinde ve basit bir gelenek-görenek-alışkanlık sorunu olarak ele alıp “toplumsal cinsiyette adalet” için bu geleneklerin aşılması, kadının eğitim, meslek, miras, boşanma ve çocukların velayeti gibi konulardaki taleplerinin kabul görmesini talep etmiştir. Mücadeleleri, giderek “oy hakkı”na daralan bir nitelik kazanmıştır. 

19. yüzyılın ortalarında özellikle ABD ve İngiltere’de canlanıp giderek kitleselleşen ve omurgasını orta sınıftan kadınların oluşturduğu liberal feminizm, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde artık uluslararası örgütlenmesi olan, sayısız farklılığa rağmen birçok ülkede dernekler üzerinden örgütlenmiş bir harekete dönüşecekti. Eşit yurttaşlık ve bu talep üzerinden şekillenen siyasal haklar mücadelesinde önemli kazanımların da kapısını araladılar. Kazanımlarda kapitalist üretimin ihtiyaçları, sınıf mücadelesinin basıncı ve bu haklar temelinde kitleselleşip gündemi belirleyen kadın mücadelesinin toplam etkisi vardır. 

Süfrajetler…

Bu dalganın pratikteki simgesiyse isimleri “oy verme hakkı” ya da “seçim hakkı” anlamına gelen ve daha sonraları Süfrajet olarak tanımlanan Süfraj Hareketi’dir. Bir orta sınıf kadın hareketi olan bu hareket, ABD ve İngiltere’de kitleselleşmiş, kendi içinde siyasal yaklaşımlar ve pratik tutumlar konusunda epey ayrışmalar yaşamış, bu ayrışmalarla birlikte çeşitli dernekler üzerinden örgütlü hale gelerek uluslararası bir kadın hareketinin omurgası haline gelmiştir. Süfrajet’lerin yolu kölelik karşıtı hareketin köle erkeklere ya da Çartist Hareket’in erkek işçilere oy hakkı verilmesi mücadeleleriyle de kesişmiştir. Kadın özcülükleri ve oy vermeyi özgürlüğün başat konusu haline getirmeleriyle bu hareketlerin kendi taleplerinin önüne geçme kaygısı duymuşlar ve bu noktalarda gerici tutumlar içine girmişlerdir. 

Bir burjuva liberal hareket olan Süfrajet’ler, daha sonra dünya savaşı ya da Ekim devriminin yarattığı sonuçların da basıncı ve kadınların ısrarlı çabalarıyla oy hakkı kazanıldığında kapitalist sistemle bir sorunları kalmamış gibi edilgenleşmişlerdir. Ufukları, özgürlük sınırları bu olduğu için sözkonusu hak kazanıldıktan sonra her şey çözülmüş gibi davranmışlardır. 

Kapitalizmle özdeşleştiler…

Burjuva liberal kadın hareketinin çıkış yaptığı ülkelerde belirli hakların kazanılmasıyla sessizliğe gömülmesine kapitalist üretimin kendisini yeni modellerle örgütlemesi eşlik etmiştir. Birinci Emperyalist Dünya Savaşı döneminde egemen sınıflarından yana ulusalcı tutumlar alan liberal feministler, savaş sonrasında da kapitalizmle daha açık bir özdeşleşme ilişkisi yaşamışlardır. Faşizmin bir burjuva devlet biçimi olarak ilk ortaya çıktığı İtalya’da burjuva kadınların hakları temelinde Mussoloni’yle “pazarlığa” girişmeleri, dahası faşizmin kadın kitleleri içinde kurumsallaşmasında azımsanmayacak bir rol oynamaları bu açıdan manidardır. 

İşçi sınıfı cephesinde olup bitenler… 

Liberal feminist birinci dalga ve özelde de Süfrajetler öncülüğünde yükselen ve özünde burjuva siyasal özgürlüklerle malul kadın hareketi, aynı zamanda kadın kitlelerinin büyük ölçeklerde kapitalist sömürü çarkının parçası haline geldikleri dönemle çakışır. Hareketin ilk dönemlerinde kapitalist sanayileşmeyle birlikte büyük oranda ev ekonomisine dayalı üretim ilişkileri de devasa bir mülksüzleştirme dalgasıyla çözülüyordu. Bu dalga çocuklarıyla birlikte kadınları da sanayi için ucuz işgücü haline getirirken, onları her açıdan insanlık dışı koşullara mahkum ediyordu. Mahkum edildikleri bu berbat koşullarda doğan çocuklar hızla ölüyor, ağır koşullarda, dinlenmeden, beslenmeden çalışan işçilerin ömrü kısaldıkça kısalıyordu. 

Sermayenin yeniden üretiminin koşulu olan işçi sınıfının bakımı burjuvazi açısından da üzerinde kafa yorulacak bir mesele haline geliyordu. O zamana kadar Marx’ın deyimiyle “emekçinin özbakım ve üreme güdülerine” bırakılan sorun için bulunan formül “işçi sınıfı ailesi”ydi, daha doğrusu bu görevlerin kadının sırtına yüklenmesi… Elbette bu gelişme sadece burjuvazinin ihtiyaç ve planlamalarıyla ilgili değildi. İşçi sınıfı mücadelesinin insanlık dışı koşullara karşı mücadelesinin de basıncı belirleyiciydi. 

Fakat tam bu noktada burjuvazi işçi sınıfının cinsiyet temelli ayrışmalarını kendi lehine kullanacağı bir yaklaşımla hareket etti. Nitekim sanayileşmenin sıçramalı gelişimiyle işçileşen kitleler, daha birkaç on yıl önce kırsalın feodal üretim ilişkileri içinden çıkıp gelmişlerdi. Ataerkinin güçlü izlerini taşıyan bu kitlenin erkek yarısında kadınların üretim içindeki konumlanışı konusunda görünür bir tepki vardı. Onların üretimdeki varlıklarını kendi ücretlerini düşüren bir faktör olarak görmenin yanısıra, kamusal alanda yan yana olmalarını da kabullenemiyorlardı. Bu sadece gündelik üretim içinde değil, işçi hareketi hatta sosyalist hareketle buluşmuş öncü işçi bölükleri içinde bile böyleydi. 

Burjuvazi erkek egemenliğin işçi sınıfındaki izlerini ustaca kullandı

Marx’ın tanımlamasıyla burjuvazi “toplumunda geçmişin bugüne hükmetmesi”yle önünü açıyordu. Dinî, ahlaki, felsefi, siyasi, hukuki fikirler vb. tarihî gelişmenin seyri içinde hiç kuşkusuz değişikliğe uğrar. Din, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk bu değişme içinde hep ayakta kalmıştır” diyen Marx, tam da buna işaret ediyordu. Burjuvazi içinden filizlendiği feodalizmin toplumsal değerlerini (milliyetçilik, ataerki, din, ahlaki ölçütler vs.) kendi ücretli kölelik düzenine katıyor, işine geldiği yerde işine geldiği gibi kullanmak üzere alet çantasında tutuyor, elindeki olanakların gücüyle onları toplumsal hegemonyada kullanmak üzere yeniden yeniden üretiyordu. Elbette ki her şey onun tasarladığı gibi gitmiyordu, sınıf mücadelesi ve buna göre şekillenen toplumsal güç dengeleri gibi planlarını bozan önemli bir faktör vardı. Ama tüm sınıflı toplumlarda yeniden üretilen ataerki gibi güçlü bir toplumsal ilişkinin muhataplarındaki (erkek işçiler) karşılığı işçi sınıfı ailesinin özendirilmesi için özel bir kolaylaştırıcı olarak iş görüyordu. 

Yanısıra kadın işçinin vahşi çalışma ve yaşam koşulları karşısındaki bıkkınlığı da bunu kolaylaştıran başka bir etken oluyordu. Kapitalist üretimin teknik altyapının da gelişimiyle Taylorist/Fordist temelde örgütlendiği bu süreç, ihtiyaç duyulan erkek işgücünün daha sağlıklı bir bakımla üretime hazırlanmasını da sağlıklı yeni proleter nesiller yaratılmasını da tarihsel bir zorunluluk haline getirmişti. 

Bu süreçte olup bitenleri görmediler

Tüm bunlar olup biterken dönemin kadın hareketinin nasıl bir tutum aldığına dair sınırlı bir bilgiye sahibiz. Bildiğimiz, işçi sınıfı hareketinin de emekçi kadınların da ekonomik-sosyal-siyasal taleplerle yürüttükleri dişe diş mücadeledir. Hatta ilk işçi devleti olarak bilinen Paris Komünü’nü yaratacak denli güçlü bir birikim oluşturduğudur. Burjuvaziyi tahakküm araçları üzerinde daha kapsamlı önlemler almaya zorlayan, bu araçları çeşitlendirmeye yönelten da aynı zamanda bu gerçektir. 

Ama liberal feminizmin buna bigâne kaldığını, gerek kölelik koşullarına mahkûm edilen işçileri-özelde kadın işçileri, gerekse burjuva ailenin de özendirilmesiyle teşvik edilen işçi ailesini, o kesitlerde emekçi kadınlar aleyhine olup bitenleri görmediğini biliyoruz.  

Zaten bu süreç bir noktadan sonra Birinci Emperyalist paylaşım savaşı süreciyle de çakışır ve burjuvazi bu sefer “aile ücretiyle” de sabitlediği işçi sınıfı ailesini ve eve hapsettiği işçi kadını milliyetçi söylevlerle üretime çekmeye yönelir. Savaş döneminde de savaş sonrasında da kadınlar artık proleter ailedeki bakım ve yeni işgücünü üretme görevlerinin yanısıra kapitalist üretimin takdir edilen, milliyetçi söylevlerle üretime çekilen ucuz işgücü ordusunun parçası yapılmaya çalışılırlar. 

Fakat başka faktörler de devreye girer… Oldukça karmaşık ilerleyen süreçte 17 Ekim Devrimi gerek kadın kitleleri gerekse burjuvazi üzerinde önemli bir etki yaratır. 

Oy ve çeşitli vatandaşlık haklarının kazanılmasıyla görevlerini tamamlamış olan liberal feministler o saatten sonra bulundukları ülkelerde sistemle uyumlu güçler haline gelirler. Yer yer kapitalizmden azade kılınan ataerkinin kadına yönelik baskılarına, şiddete ve kendi sınıflarından erkeklerle eşit haklara sahip olmaya dair kampanyalar vs. yürütseler de bu hareket aslında 1960’lara kadar esas olarak sessiz kalır. 

Nitekim ‘60’lar diğer şeylerin yanısıra liberal feminizmin sınırlarına tepki üzerinden gelişecek ikinci dalga feminizmin varlığını hissettireceği yıllar olacaktır. Liberal feminizm başka taleplerle yeniden varlığını hissettirirken, sosyalist feministler, radikal feministler döneme damgasını vuracaklardır.