Kadın Mücadelesinin Tarihsel Gelişimi – IV
Mürüvet Küçük
Marx ve Engels, Feuerbach’ın metafizik materyalizmini eleştirirken onu; insanları “duyumsal nesne” olarak kabul etmesiyle materyalist, ama onları verili toplumsal ilişkileri, yaşam koşulları içinde ele alamamasından dolayı metafizik olarak tanımlarlar. Feuerbach’ın insanı “duyumsal faaliyet” olarak değil de “duyumsal nesne” olarak ele aldığını, bu açıdan materyalist olduğunu, ama hiçbir zaman faaliyet halindeki insanlara ulaşamadığını yani diyalektikle bakamadığını belirtirler. Onun “İnsan” soyutlamasını aşamadığını, bu insanın duyulara sahip ‘gerçek, bireysel, etten kemikten insan‘ın ötesine götüremediğini, yani “insan ile insan” arasında aşk ve dostluk dışında başka bir “insan ilişkisi” tanımadığını, onu da idealize ettiğini vurgularlar.
Bu yüzden de onun nesnel toplumsal hayatı, onu meydana getiren bireylerin canlı pratik faaliyetinin toplamı olarak kavramaya erişemediğini, bu idealizasyonun “sözgelimi sağlıklı insanlar yerine bir açlar, sıracalılar, bitkinler, veremliler sürüsü görünce, ‘yüksek sezgi’ye ve ‘türlerin’ düşünsel ‘ödeşmesi’ne sığınmak” zorunda kaldığını ifade ederler. Tarihsel materyalistlerin üretim ilişkilerinde olsun, toplumsal yapıda olsun köklü bir dönüşümünün hem zorunluluğunu hem de koşulunu gördüğü yerde Feuerbach’ın idealizme düşmesinin kaçınılmaz olduğunu ifade ederek, onun materyalist olduğu zaman tarihten uzak durduğunu ve tarihi hesaba kattığı zaman da materyalist olmaktan çıktığını belirtirler. Onda tarih ve materyalizmin bir birlerinden tamamen ayrı şeyler olduğunun altını çizerler.
Almanların gerçek hayatı kafalarındaki felsefi kalıplara sığdırıp o kalıplarla donduran yaklaşımlarının tarih dışılığına işaret eden Marx ve Engels, devamında tarihsel materyalizmin köşe taşlarını oluşturan 3 ana başlıktan bahsederler. Bunlardan birinin insanların “tarihi yapabilmek” için yaşamlarını sürdürebilecek durumda olmaları gerektiği gerçeğinden yola çıkarak, bunun için yemek, içmek, barınmak gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gerçekleştirdikleri eylemleri kapsadığını ifade ederler. “Binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur” derler.
İkinci olarak da insanların ilk gereksinmenin kendisi bir kez sağlandığında, sağlama eylemi ve bu sağlama işinden kazanılmış olan aletin (üretim aracının) yeni gereksinmeler yarattığını belirtirler. Marx ve Engels, bu yeni gereksinmelerin yaratılmasının ilk tarihsel eylem olduğunu vurgularlar. İdealist Almanların, pozitif malzeme sıkıntısı içine düştüklerinde ve “ne dinbilimsel, ne de siyasal ya da edebî saçmalıklara katkıda bulunamadıklarında”, bunun tarih değil de “tarih öncesi” olduğunu iddia ettiklerini ve bu tutumlarıyla tarih konusundaki “bilgeliklerinin” nasıl bir şey olduğunu da ele verdiklerini belirtirler.
İdealist Almanların bu “tarih öncesine” büyük bir ilgi duyduklarını, çünkü onun kendilerini “çıplak olgulardan” koruduğunu, o nedenle de oraya dair binlerce hipotez üretebildiklerini, ama bu “tarih öncesinden” tarihe nasıl geçildiğine dair hiçbir açıklama yapma gereği duymadıklarını, dolayısıyla gelecekle ve tarihin devinimiyle de ilgilenmediklerini söylerler.
Alman idealizmini, hatta materyalist olanlardaki metafiziği her etapta teşhir eden Marx ve Engels, tarihsel gelişmede üçüncü bir ilişki olarak da “her gün kendi yaşamlarını yenileyen insanlar, başka insanlar yaratmaya, kendi kendilerini yeniden üretmeye koyulurlar; bu, kadınla erkek arasındaki, ana babalarla çocuklar arasındaki ilişkidir; bu ailedir. Başlangıçta tek toplumsal ilişki olan bu aile, zamanla, artan gereksinmeler yeni toplumsal ilişkiler doğurduğu ve nüfusun artması yeni gereksinmeler yarattığı zaman (Almanya’dan başka her yerde) ast bir ilişki haline gelir; bu bakımdan, bu aile konusunu, Almanya’da yapılması âdet olduğu üzere “aile kavramı’na göre değil de, mevcut ampirik olaylara göre incelemeli ve geliştirmelidir” derler. Yani tüm bu toplumsal ilişkilerin bir üretim tarzı tarafından belirlendiğini, gerçek maddi temeller üzerinden gelişip dönüşüme uğradıklarını ifade ederler.
Onlar bu 3 özelliği, kompartımanlaşmış, ayrışık-ardışık aşamalar biçiminde değil iç içe geçen bir süreç olarak kavrarlar. Nitekim sıraladıkları bu 3 yönün farklı aşamalar biçiminde değil de yalnızca toplumsal faaliyetin 3 farklı yönü olduğunu, “tarihin başından beri ve ilk insanlardan buyana bir arada birlikte mevcut olmuş ve bugün de hâlâ tarih içinde kendini gösteren üç ‘uğrak’ (“Moment”) olarak anlamak gerekir” sözleriyle özetlerler. Aslında bu aynı zamanda gelecek sınıfsız komünist topluma dair de bir gelecek projeksiyonudur. O topluma geçişin bir aşamalı süreçler toplamı olarak değil, iç içe geçen, birbirini etkileyip tetikleyen bütünlüklü-toplam bir süreç olarak yaşanacağı projeksiyonudur bu. Kadının özgürleşmesi, ikinci cins olmaktan çıkış mücadelesi açısından da bu böyledir.
“Tarih öncesini” tarihin işleyiş yasalarıyla anlayabiliriz
Marx ve Engels daha sonra tarihsel gelişmeler ışığında zenginleştirip derinleştirdikleri tarihsel materyalist yöntemin temel çıkış noktalarını bu bölümlerde koymuş olurlar.
Feminizmin materyalist (yapısalcı) ya da sosyalist feminist ekolleriyle kadının köleleştirilmesi meselesine yaklaşımımızda da ayrışma noktalarımız esas olarak Marx ve Engels’in tarihsel materyalizmin temellerini attıkları bu eserde Alman idealizmiyle yaşadıkları tartışmalarla aynı noktalarda toplaşır. Onlar da bütünüyle bilemeyeceğimiz ancak tarihsel gelişimin yasalarıyla anlayabileceğimiz o “tarih öncesine” dair sayısız tez türetirler.
Bu açıdan da feminizmin bu ekolleri de kadının köleleştirilmesi tartışmalarında “tarih öncesi” denilen ve orada donup kalan bir yaklaşımla ilişkilenirler ataerkiyle. Onu gerçek toplumsal ilişkilerin dışında, ezeli ve ebedi bir sistem olarak okurlar. Böyle baktıkları için de kadın ve erkek arasındaki çelişkiyi en keskin çelişki olarak tanımlayıp “çaresi yok” derler. Çare olarak getirdikleri önerilerse üretim ilişkileri üzerinden şekillenen toplumsal ilişkilerin dönüşümünü değil, kadınları sömürü çarkının parçası olan erkeklerden ayıracak, esas hedefi bulanıklaştıracak tali-parça öneriler olur.
Üretim biçimleri ve ilişkileriyle kadının ikinci cins olma konumunun aldığı biçimler arasındaki ilişkiden ziyade Almanların “tarih öncesi” olarak kodladıkları o “bilinmez” alanda belirli argümanların sınırları içinde hareket ederler ve kadının köleleştirilmesi tarihini de ilk hali içinde ele alıp mutlaklaştırdıkları için bunun değişmezliği sonucuna ulaşırlar.
O döneme dair yaklaşım geleceğe dönük yolu da gösterir
Oysa Marx da Engels de kadının köleleştirilmesinin aynı zamanda ilk mülkiyet biçimi olduğunu belirtirler. Ama orada durmadıkları gibi bu mülkleştirmenin bütün erkekleri kapsamadığını da ifade ederler.
Marx ve Engels, başka bazı konularda olduğu gibi kadının ezilmişliğinin tarihsel köklerini irdelerken de hem çağının çok ilerisinde tezler geliştirdiler hem de yer yer tarihsel sınırlılıklara çarptılar. Daha ilk eserlerinden biri olan Kutsal Aile ya da Alman İdeolojisi’nde (ki o dönem sistematik bilimsel veriler bile yokken) konuya dair bugün halen geçerliliği olan temel çıkış noktalarını koydular. Bu noktalar aynı zamanda kadının kurtuluşu mücadelesinde stratejik bir hat oluşturmanın da basamaklarıdır.
“Konuya yaklaşımlarındaki hassasiyetlerini ütopik sosyalistlerden Fourier’in tezleriyle ifade ettiler. Onlar da “herhangi bir toplumda kadınların durumu o toplumundaki uygarlaşmanın ya da insanileşmenin ölçüsü olarak alınabilir” diye belirttiler. Yine Fourier’in yaklaşımından çıkış alarak, onun sözleriyle “Kadın cinsin aşağılanması aynı zamanda hem uygarlık hem de barbarlığın özsel bir özelliğidir, şu tek ayrımla ki, uygar düzen, barbarlığın yalın biçimde uyguladığı kusurlardan her birini, çift yönlü, belirsiz ve ikiyüzlü, bileşik bir varoluş biçimine yükseltir… Kadının kölelik içinde tutulması olgusundan, kimse erkekten daha derin bir biçimde cezalandırılmamıştır” diye seslendiler.
Daha Alman İdeolojisi’nde kadın ve erkek arasında cinse dayalı doğal işbölümünün, ihtiyaçların üretim araçlarını yaratması ve bunun aynı zamanda o üretime bir elbirliği karakteri kazandırması yani toplumsallaştırmasıyla yaşadığı evrimi anlattılar. Üretimin toplumsal bir karakter kazanmasıyla iç içe geçen bu işbölümünün kurumsallaşmış ilk halinin aile olduğunu belirttiler.İşbölümünün, ancak maddi ve zihinsel bir işbölümü meydana geldiği andan itibaren gerçekten işbölümü halini aldığına işaret ederek, “Bütün bu çelişkileri içinde taşıyan ve kendisi de aile içindeki doğal işbölümünde ve toplumun ayrı ayrı ve birbirine karşıt ailelere ayrılışında yatan bu işbölümü, aynı zamanda, işin ve ürünlerinin üleştirilmesini, aslında nicelik bakımından olduğu kadar, nitelik bakımından da eşit olmayan dağılımını içerir” dediler. Kurtuluşun da ancak bu işbölümünün kaldırılmasıyla mümkün olduğunu belirttiler. Bunun aynı zamanda üretimin ve onun bir parçası olan yeniden üretimin toplumsallaşmasını, mülkiyetin ortadan kaldırılmasını ve bölüşümün bu temelde eşitlenmesini içerdiğini yani komünist toplumu imlediğini belirtmeye gerek yok.
“(…) Aile içindeki, elbet henüz çok ilkel ve gizli olan kölelik ilk mülkiyettir ki, bu mülkiyet, ayrıca modem iktisatçıların tanımlamasına mükemmelen uymaktadır, bu tanımlamaya göre mülkiyet, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisidir. Kaldı ki, işbölümü ve özel mülkiyet özdeş deyimlerdir -birincisinde faaliyete göre anlatılan şey, İkincisinde bu faaliyetin ürününe göre dile getirilmektedir” (Alman İdeolojisi Sol Yayınları, sf. 54) denilirken de aslında yapılan işbölümünde kadının emek gücünün yeniden üretime seferber edildiği kastedilir. İlkel komünal toplumda cinsler arasındaki doğal işbölümünün üretimin toplumsal bir karakter kazanmaya evrilmesiyle özel mülkiyetle özdeşleşen bir işbölümüne dönüştüğünü ifade etmiş olurlar. Bu aynı zamanda öncesinde toplumsal bir karakter taşıyan yeniden üretimin (çocuk doğurmak ile çocuk ve yaşlı bakımı, yemek, temizlik vs. hizmetler) özelleştirilmiş olarak ev içine hapsedilmiş kadının sırtına yüklendiği anlamına gelir. Artık kadınlar da çocuklar da erkeğin evine kapatılmış kölelerdir.
Marx ve Engels, daha baştan ailenin bir kölelik kurumu olduğunu, henüz çok ilkel ve gizli olan köleliğin yani ilk mülkiyet biçiminin kadın ve çocuklar olduğunu vurgular. Yani kadın ve erkek arasındaki cinse dayalı ilk işbölümünün toplumsal bir karakter kazanmasıyla birlikte nasıl bir kölelik sistemi yarattığını, bu köleliğin de ancak işbölümünün dolayısıyla mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla yok edilebileceğini belirtirler.
“Tarih öncesinde” erkeklerin tümü de “erk” sahibi olamamıştı
Kadının köleleştirilmesi yani çocuklarla birlikte işgücünden yararlanılan köle haline getirilmesi eşitsiz dağılım dolayısıyla üretilenin fazlasına el koyanlara mahsustur. (Bu gücün yani erkin nasıl oluştuğuna dair Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde daha ayrıntılı tespitler yer alır.) Nitekim sistem savaşlar ve dolayısıyla ele geçirilen kölelerle birlikte bir üretim biçimi haline geldikçe bu da net bir şekilde görülür.
Tarihi metinlerde de vardır, mülk sahibi olmayanların köleleri yoktur. Yani aslında bütün erkekler değil, ürünün fazlasını elinde tutan erkeklere mahsustur kadın ve çocuğu köleleştirmek. Kaldı ki mülk sahibi olmayan diğer erkeklerin de köleleşmesi mümkündür ve tarihte de bu böyle yaşanmıştır. O kadar ki ilk köleci devletlerde mesela Atina demokrasisinde sadece kölelerin değil, mülk sahibi olmayan erkeklerin de sisteme katılma hakları yoktur. O açıdan da düz bir yaklaşımla daha baştan kadının erkeğin kölesi olduğunu söylemek ve bunu tüm erkekleri kapsayacak şekilde sınıfsal gerçeklikten, üretim ilişkilerinden koparmak, son noktada da tüm erkeklerle tüm kadınların karşıt iki sınıf olduklarını savunmak doğru değildir.
Sermayenin eğilimleri
Feministler, Marx ve Engels’in kadının konumuna ilişkin tezlerini daha önce belirttiğimiz noktalardan olduğu kadar kapitalist üretimin dünya pazarına yayılmasıyla ilişkilendirdikleri tezlerini de eleştirirler. Onları, kadının özgürleşmesini sermayenin küreselleşmesi eğilimine havale ettikleri, kadının kapitalist üretime katılmasından yola çıkan determinist-indirgemeci bir yaklaşıma sahip olduklarını, kadınların bugünüyle değil emperyalist kapitalizmin sosyalist toplum için hazırladığı altyapıyla ilgili olduklarını iddia ederler.
Marx ve Engels’in bazı cümlelerinde böyle anlaşılmaya açık vurguların olduğu doğrudur. Onlar da çağlarında yaşanan büyük sanayi devriminin yarattığı toplumsal sonuçları yer yer tek yanlı okumuşlardır. Mesela proleter kadınların üretime katılmaları, dolayısıyla kamusal alana dahil olmaları ve ücret sayesinde nispi bir özgürlük kazanmalarından yola çıkarak işçi ailesinin parçalandığını, çözüldüğünü söylemişlerdir. Proleterlerin mülk diye bir sorunları olmadığı için aile içinde erkek ve kadının daha eşit bir ilişki kurabildiklerini belirtmişlerdir.
Bunun böyle olmadığını daha sonra oluşturulan ve bugüne kadar yaşayan (ciddi sancılarla kıvransa da) işçi ailesinden biliyoruz. Kapitalizmin oldukça esnek bir sistem olduğunu, ihtiyaç duyduğu anda sayısız ideolojik-kültürel-siyasi argümanla toplumsal dönüşüme yön verebildiğini o tarihlerde daha bütünlüklü görebilme koşulları yoktu. Onlar asıl olarak kapitalist üretimin kadın ve çocukları da kendisine katarak nasıl bir vahşet yattığına odaklandılar.
Eski köylü ya da küçük zanaatkar ailesinin kapitalist sanayileşmeyle birlikte yaşadığı çözülmenin acımasız sonuçlarını resmederken aynı zamanda “Büyük sanayi; kadınlara, genç kişilere ve her iki cinsten çocuklara ev işleri alanının ötesinde toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde önemli roller vererek, ailenin ve her iki eşey arasındaki ilişkilerin daha yüksek bir biçimi için yeni ekonomik temeli yaratır” derler. Söyledikleri kapitalist üretimin geleceğin sınıfsız komünist toplumu için nasıl bir altyapı oluşturduğu, bu eğilimin onun yapısı gereği evrensel bir gerçekliğe dönüşeceğine dairdir aslında. Marx Kapital’de bunu “Bunun gibi, besbellidir ki her iki cinsin ve farklı yaş basamaklarının bireylerinden birleşmiş emek personelinin bir araya getirilmesi, işçinin üretim süreci için olduğu, üretimin işçi için olmadığı o doğal gelişmiş acımasız, kapitalist biçiminde yozlaşmanın ve köleliğin belalı kaynağı ise de, uygun koşullarda, bunun tersine, insanca gelişmenin kaynağı olacaktır” şeklinde de net olarak ifade eder.
Fakat bu böyleyken Komünist Manifesto’da ya da Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde yer yer bu eğilimin kapitalist üretimin istikrarlı bir eğilimi olduğu işçi sınıfı ailesinin kapitalizm koşullarında da daha eşit, kadınların da daha özgür oldukları anlamına gelen tespitler de vardır. Bu esas olarak büyük bir toplumsal altüstün yaşandığı o dönemin acımasız yıkımı içinden şekillenen yeni ilişkilerinin sermaye tarafından daha sonra nasıl örgütleneceğini öngörebilecek dinamiklerin henüz olgunlaşmamasıyla ilgili bir sınırlanmadır.
Geleceğin toplumsal ilişkileri için daha güçlü bir altyapı var
Nitekim işçi ailesinin çözülmesi, yeniden üretimin yani çocuk bakımı başta olmak üzere ertesi günkü işgününe sağlıklı bir şekilde hazırlanmayı kapsayan işlerin ortada kalmasının yarattığı sonuçlar burjuvaziyi bile ürkütmüştür. Çocuk ölüm oranları, hastalıkların yaygınlaşması, yeni neslin oldukça sağlıksız olması üretimin geleceği açısından da ciddi bir risk oluşturmaya başladığında kadını eve göndermeyi ve burjuva ailenin izdüşümü olan işçi ailesinin yaratılması için çok yönlü bir faaliyetin düğmesine basması da bu nedenle olur. Kadın ve çocuk emeğinin ücretleri alta çekmesi ve eskiden erkeklerin yaptığı işlerin makineleşmeyle birlikte kadın ve çocuklar tarafından yapılır hale gelmesi, onların el becerilerinin buna daha uygun olması nedeniyle olduğu kadar daha edilgen ve yönetilmeleri daha kolay olduğu için tercih edilmeleri erkek işsizlik oranlarının fırlamasına neden olmuştur. Bu nedenle de burjuvazinin işçi ailesinin oluşturulması için dört koldan yürüttüğü çalışma ve aile ücreti gibi bir uygulamaya geçme pahasına bunu yapması erkek işçiler açısından da istenen bir yönelimi ifade etmiştir. Erkek işçiler ataerkinin hücrelerine işlemiş davranış ve düşünüş biçimleriyle kapitalizmin yeniden üretimi kadının sırtına yüklemesinin ortağı olmuştur, ama esas belirleyen kapitalizmin ihtiyaçlarıdır.
Feministler bu noktada erkek işçi-burjuva erkek ayrımı yapmadan tüm erkeklerin kadınların düşmanı olduğunu, kadınların ayrı bir sınıf olduğunu savunarak o tarihsel koşullar içindeki gelişmeleri de öyle okurlar. Oysa kapitalist üretimin proletaryayı erkek-kadın-çocuklardan oluşan bir toplumsal sınıf haline getirmesinin kadınlara nispi bir özgürlük kazandırdığını savunan Engels, daha o zaman kapitalizmin doğasındaki işine geldiği gibi davranma esnekliğine ve kadının özgürleşmesinin sınırlarına da şöyle vurgu yapar: “Ancak çağımızın büyük sanayii, kadına -ama yalnız proleter kadına- toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Ama öyle ki, kadın ailenin özel hizmetindeki görevini yerine getirirse, kamusal üretimin dışında kalır ve hiçbir şey kazanamaz; ve kamusal çalışmaya katılmak ve kendi başına kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getirmekten alıkonur. Ve fabrikada olduğu gibi, bütün meslek dallarında, hekimlikten avukatlığa kadar, kadının durumu böyledir” (AÖMDK Sf 75-79)
Erkeğin modern ailede burjuvayı kadının da proletaryayı temsil ettiğini belirten Engels, “Erkek, günümüzde pek çok halde, hiç değilse varlıklı sınıflarda, ailenin para kazanıcısı ve besleyicisi olmak zorundadır ve bu, hiçbir özel hukuksal üstüncelik (imtiyaz) tanınmasını gerektirmeden, ona bir egemen konumu verir” diyerek bu olgunun aslında mülk sahibi sınıflarda böyle olduğunu söylemeye çalışır. Keza, burjuvazinin daha sonra kendi ailesinin suretinde bir işçi ailesi yaratmak için tarihin bütün gerici kodlarını nasıl işlediğini henüz görmemiştir.
Daha doğuşundan itibaren zaten ataerkil bir sistem olan, geçmişten devraldığı bu şekillenmeyi kendi ihtiyaçları temelinde sürekli bir biçimde dönüştürerek hareket eden kapitalizm koşullarında Engels’in mülk sahibi sınıflara ait aile tanımının sonrasında emekçi ailelerde de birebir olmasa da tekrarlandığını bugün bile görüyor, yaşıyoruz. Fakat bu böyleyken Engels de Marx da esas halkayı çok güçlü yakalamışlardır. O da “…kadının kurtuluşunun ilk önkoşulu bütün kadın cinsinin kamusal çalışmaya yeniden katılmasıdır ve bu, tek-eşli-ailenin toplumun ekonomik birimi olma özelliğinin giderilmesini yeniden gerektirir” derken aslında yeniden üretimin de kamulaştırılması gerekliliğine bağlarlar. Kadın ancak o zaman özgürleşebilir ve kapitalizm bunun için güçlü bir altyapı yaratır.
Maddeci ve sosyalist feministler, Marx ve Engels’in kapitalizmin vahşetle iç içe geçecek şekilde yarattığı toplumsal dönüşümün kadının özgürleşmesine de temel hazırladığı yaklaşımını reddederler. Oysa bugün bile baktığımızda çekirdek aile dikiş tutmaz hale gelmiş, kadınların üretime katılması tüm istikrarsızlığı ve eşitsizliklerine rağmen önemli bir dinamik olarak sürekli işlemiştir. Yine yeniden üretim kapsamında ev işlerinin otomatlaşmayla birlikte giderek daha az zaman alması, çocuk bakımının kamusallaşmasa da ve kapitalizm bu maliyetten kaçınsa da kreşlerin bu külfeti büyük oranda azalttığı, yemek ve diğer ihtiyaçların bile endüstriyel hale gelerek eskisi kadar büyük bir külfet olmaktan çıktığı görülür.
Kapitalizmin üretim kadar tüketimi de kitlesel düzeyde evrensel ölçekte kışkırttığı gerçeği önümüzdeki dönemde yeniden üretim kapsamına giren pekçok hizmetin kamusallaşmasa bile otomatlaşarak daha farklı bir nitelik kazanacağını gösteriyor. Üremenin-çoğalmanın bile bambaşka biçimlerle gerçekleşeceği bir döneme doğru gidiliyor. Elbette kapitalist sistem bunları kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre düzenlemek için her türlü yola başvuracaktır. Nitekim onca gelişmişlik düzeyine göre kadınların hayatları üzerine söz söylemesinin, aile kurumunun çözülmesinin yarattığı külfeti, toplumsal sonuçları hazmedemediği için gidişatı tersine çevirmek için de elinden geleni ardına koymuyor.
Kısacası burada mesele György Lukács’ın belirttiği gibi, “Ortodoks Marksizm … Marx’ın soruşturmalarının sonuçlarını kayıtsız şartsız kabul etmek anlamına gelmez. Şu veya bu teze duyulan ‘inanç’ demek değildir, hakeza ‘kutsal’ bir kitabın yorumu da. Tersine, ortodoksi yalnızca yönteme işaret eder” şeklindedir. Tarihsel materyalist yöntem bir eğilim ve yönelimi, onun yaratabileceği olası sonuçları öngörebilme gücü sağlar insana. Ama bunun öngörüldüğü dümdüz bir çizgide gidemeyeceğini, adeta helezonik bir dalgalanma, iniş çıkışlar biçiminde seyredeceğini kaydını unutmadan.