Ekim Devrimi İnsanlığın Önüne Hangi Ufukları Açtı?
Oya Açan
Kapitalizme geriye dönüşlerle noktalanmış olsa da sosyalizmin insanlığın önüne büyük ufuklar açan tarihsel başarı ve ilerlemeleri kapitalizmle kıyaslanarak, kapitalizmden yola çıkarak değerlendirilemez! Aksine, onun dünyanın ezilen halkları açısından esinlediği ve harekete geçirdiği güç, insan olmaktan çıkarılmışların, insanca yaşamaya ve çalışmaya özlem duyanların yüzlerce yıl süren emek ve çabalarının, yengi ve yenilgilerinin gelinen aşamada gösterdiği tek doğrultudur.
Peki nedir sosyalizm?
Komünizmin alt evresi/başlangıç evresi olarak toplumun her bireyinin zorunlu ihtiyaçlarının karşılanmasını ve toplumsal refahın sürekli olarak yükseltilmesini esas alan, üretimi ve toplumsal ilişkileri bu temelde örgütleyen ve “toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içinde geliştirip kullanabilmesini” olanaklı hale getirmeyi amaçlayan bir toplumsal düzendir.
“Sosyalizm sadece bir sanayileşme ve kalkınma hamlesine indirgenemez. İdeolojik, siyasi, sınai, teknik, tarımsal, sosyal ve kültürel gelişme bir bütündür ve bunlar içinde tayin edici halkayı, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin inisiyatifi ve yaratıcı yeteneklerinin önünün açık tutulması oluşturur.
Sosyalizmde esas olan, insanın ve insanlığın özgür gelişimi ve yücelmesidir. Onun için sosyalizmin temel amacı, insanın sadece maddi gereksinimlerden ibaret olmayan tüm insani gereksinimlerinin karşılanmasıyla da yetinmeyerek onun kendisini istediği yönde özgürce geliştirmesinin koşullarını yaratmak şeklinde anlaşılmalıdır.”1
İnsanlık bu ütopya doğrultusundaki ilk tarihsel hamleyi 1871’de Paris Komünü’yle yaptı. Marx’ın “göğe hücuma kalkan” Komünarların cüretini büyük saygıyla selamladığı bu ilk işçi devleti, nesnel koşulların henüz yeterince olgunlaşmamış olması nedeniyle sadece 71 gün sürebildi. Fakat o kısacık ömrüne rağmen insanlığın kurtuluşunu amaçlayan proletarya devrimlerinin burjuva devlet cihazını neden ve nasıl paramparça etmesi gerektiğinden okul öncesi eğitim ve çalışma koşullarının insanileştirilmesine kadar birçok alanda insanlığın önüne yeni ufuklar açtı.
Ekim Devrimi’nin arkasından yaşanan sosyalizm deneyimi ise bu bayrağı çok daha ileriye götürdü. Arkasının getirilememiş olması Sovyetler Birliği’nde cisimleşen sosyalist inşa pratiğinin dünya proletaryası ve ezilen halklara kazandırdığı ufuk genişliğini ve tarihsel deneyim mirasının önemini karartamaz. Bu kazanımlar elle tutulacak kadar somuttur, çünkü yaşanmıştır, iyisiyle kötüsüyle bizim tarihimizdir.
Başka ülkelerin proleterleri ve dünyanın ezilen halklarının gıptayla baktıkları, onlarca yıl arkasından gittikleri “insanın ve insanlığın özgür gelişimi ve yücelmesi”nin örneği olan o muzzam başarıları kimse tarihten silemez! Sovyet halklarının Lenin ve Stalin önderliğinde yarattığı, coşkusunu, iradesini ve yeteneklerini harç yaptığı sosyalizm, sadece ekonomide ve toplumsal yaşamda değil bilim, teknoloji, kültür ve sanat alanlarında gerçekleştirdiği sıçramalarla da insanlığın kimi yönlerden hâlâ aşamadığı zirveleri temsil eder. Dünyanın en geri ülkelerinden birinde yalnız kalmaktan ibaret olmayan nesnel-tarihsel dezavantajlar yanında öncesine ait somut deneyim birikiminin yokluğundan da beslenen öznel hatalar ve vahim yanlışların düşürdüğü lekeler bu kazanımları gölgeleyemez.
“Neşeli bir atılım, öğrenmeye duyulan açlık”
Sosyalizmde özsel olan, kendilerini çevreleyen zorunlulukların bilincine varmış özgür bireylerden oluşan toplumun sömürüye ve zorbalığa dayalı sınıflı toplumlarla taban tabana zıt yeni bir dünya kurma konusunda sergiledikleri irade ve coşkudur. Sovyetler Birliği’ndeki inşa sürecinde her şeyden önce bu başarılmıştır.
Yapılması gerekenin bu olduğuna sonuna kadar ikna olmuş işçi ve emekçilerin, kadınlar ve erkeklerin eylemleriyle ortaya koydukları bu tarihsel coşkuyu hayatın bütün alanlarında gözlemek mümkündür. 1917 Ekim Devrimi sonrası SSCB’nin birçok yerinde muhabir olarak görev yapan Amerikalı gazeteci Anna Louise Strong, bu coşkunun kendisine nasıl göründüğünü şöyle betimler: “Neşeli bir atılım, karmaşık süreçlere egemen olmanın verdiği gurur, toplum ile bilinçli bir işbirliği, öğrenmeye duyulan açlık…”
Strong kitabında Sovyetler Birliği’nin değişik yörelerinden, hayatın değişik alanlarından bunun çok çarpıcı örneklerini verir. İkinci Emperyalist Savaşa hazırlık aşamasında tank üretiminin de öncülerinden olan Stalingrad Traktör Fabrikası’nın kuruluşu bu örneklerden sadece biridir:
“193l’de kimisi Stalingrad Traktör Fabrikası’nın büyük bir başarısızlık, kimisi de büyük bir başarı olduğunu söyledi. Her ikisi de yalandı. Stalingrad Traktör Fabrikası henüz ne bir başarısızlıktı ne de başarı! Bu bir savaştı. İlk Sovyet konveyörü (üretim bandı-nba) için bir savaştı. Amerika’da konveyörün gelişmesi bir kuşak sürmüştü. Buradaysa o, bir savaşla ele geçirilmişti. Bu fabrika yaşama ve gençliğe mal oldu. Sıcak yaz günlerinde güçlü genç insanlar fırının karşısında bayılıyorlardı. Üç Amerikalı -Zivkoviç, Covert ve Ninçuk-, hattı durduran ‘7 numaralı makinenin’ onarımı için durmaksızın 60 saat çalışmışlardı. Fabrikadan ölü gibi sendeleyerek çıktılar. Alkışlarla karşılandılar ve madalya aldılar. Bu ‘iş’ değil, ‘savaş’tı.”2
Sosyalizmi inşa pratiği, geriye dönüş sonrası bazılarının iddia ettiği gibi sadece sanayi ve tarımda gerçekleştirilen atılımlardan -ya da işin esasını bunun oluşturduğu ekonomik hamleden- ibaret değildi. İşçi ve emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesinden kentle kır arasındaki farklılıkların azaltılmasına, kırsal yöreler dahil kadınların toplumsal üretime katılıp giderek daha fazla yönetici görevler üstlenmesinden farklı uluslar arasındaki eşitsizlik ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına kadar hayatın her alanında muazzam adımlar atıldı. Eğitimde, sağlıkta, barınma ve ulaşımda, kadın haklarında, kültür ve sanatta büyük mesafeler kat edildi.
Sadece üretim artışından ya da teknik atılımlardan ibaret olmayan bu çok yönlü dönüşümü tutuculuğuyla bilinen kırda bile görürüz. Okuma yazma bilmeyen çiftçiler tiyatro kulüpleri kurdular, havacılık kurslarına katıldılar:
“Köylülerde meydana gelen değişmeyi dile getirmeden olmaz. Çiftçiler yalnız okuma yazma öğrenmekle kalmadılar, bilim ve sanata da ilgi duymaya başladılar. Yalnız Ukrayna’da iki yılda, devlet deneme istasyonları ile bilgi alışverişinde bulunan ve çiftçilerin kendi ürünlerini inceledikleri 7 bin ‘köy laboratuvarı’ kuruldu. Her çiftliğin tiyatro grubu bulunduğu gibi kayak ve paraşüt kulüpleri ile havacılık kursları bile vardı.” (agk)
Özgür insan, serbest zaman
Anti komünist propaganda, sosyalizmin teorisini de pratiğini de ‘bireyin ve bireysel özgürlüğün katili’ olarak göstermeye çalışır. Bu gerici propaganda, çoğu uydurulmuş demagojik “kanıtlar”a yaslanır. Feodal despotizme darbe indirerek burjuvaziye iktidar yolunu radikal biçimde açan 1789 Fransız Devrimi’ne baktığında da sadece giyotini ve terörü gören bilinçli gericilik, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi inşa sürecine ilişkin olarak da özellikle 1936-1938 kesitinde yapılan vahim hataları öne çıkarıp sosyalist inşayı ve onun yarattığı toplumu o tür olumsuz örneklerden ibaretmiş gibi göstermeye çalışır. Oysa inşa edilebildiği kadarıyla bile sosyalizm gerçeği bu lekelere indirgenemez. Yine Anna Strong’a kulak verelim:
“Amerikalılar ne zaman Sovyet halkından ‘rejime uydurulmuş’ diye söz etseler hep gülerim. Her ülkenin ve her çağın bir düzene uyma çerçevesi ve değişiklik için kendi kanalları vardır. Ne var ki hiçbir ülkede Sovyetler Birliğinin Beş Yıllık Planlarında ifadesini bulanlar kadar çok dinamik bireye rastlamadım.
Bill Shatoff bunlara bir örnekti. Onu, Novosibirsk’de bir otelde hasta yatağında buldum. Demiryolu yapıyordu; raylar için çimento için işçi için savaşım veriyordu. Gözleri yorgunluktan berbattı. Kendisine karısını niçin getirmediğini, getirse rahat bir evi olacağını, düzenli yemek yiyebileceğini, dinlenebileceğini söyledim. Bill, bana dikkatle baktı ve şunları söyledi:
‘…içinde yaşadığımız zamanın tam bu noktasında sonu ya da sınırı olmayan bir yaratma fırsatı var. Eşimi mutlu etmek ya da yemeğe vaktinde gelmek için bir saatlik yaratmaya sırtımı dönebilir miyim?’” (agk)
Sermaye, işgücünü satarak yaşamaya çalışan işçi ve emekçilere serbest zaman bırakmaz. Onların sadece bedenlerine değil ruhlarına da egemen olmaya çalışır. Gözü kârdan başka şey görmeyen burjuvazi işçiyi kölece çalışmaya zorlar, ona yeteneklerini özgürce geliştirebileceği, dinlenebileceği, sosyalleşeceği, ailesine ve arkadaşlarına ayırabileceği serbest zaman bırakmaz. Oysa serbest zaman bireyin özgürlüğünün başlangıç noktasıdır. Marx Grundrisse’de bunu, “tüm serbest zaman, özgür gelişim için zaman” olarak tanımlar. Fakat bu özgürlük, bireylerin ve toplumun beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi zorunlu temel ihtiyaçlarının karşılanabildiği noktada başlar. Koşulların bütün elverişsizliğine rağmen sosyalizmi inşa pratikleri, özellikle de 1930’ların Sovyetler Birliği’nde insanlara bu özgürlüğün zeminini sunmuştur.
Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen serbest zamanın yaratılması işgününün kısalmasını gerektirir. İşçinin bu sayede becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağı bularak kendisini “parça-insan” olmaktan kurtarabilmesinin örnekleri sosyalizmi inşa pratiğinde gerçekleşmiş olarak çıkar karşımıza. Hem kendisini ve yeteneklerini geliştirebileceği serbest zaman hem de bir parçası olduğu sistemin inşasının anlamlı ve işlevli bir bileşeni olarak kendini gerçekleştirebilmesinin somut örneklerine tanıklık etmiştir insanlık.
Bilimden sanata, teknolojiden ekolojiye, özgür insanın kendisini yeni bir temelde inşa etmesinin onu ketleyen bütün zincirlerden kurtulduğunda yaratıcılığın sınırlarını nasıl zorladığını gösteren örneklerle karşılaşırız o deneyimde:
“1934 yılında Murmansk’da bir trende, hepsi de 16’nın altında, kutup bölgelerine doğru yola çıkan yirmi ‘Arktik (Kutup bölgesi-nba) araştırmacısına’ rastlamıştım. Haritalar ile Arktik gezilere ve kuzey halklarına duydukları yakın ilgi bu organize geziyi onlara kazandırmıştı. Yetişkin Arktik araştırmacılar ile buluşuyorlar ve bunlar kendilerine gelecekteki yol arkadaşları gibi davranıyorlardı. Aynı yaz en iyi on botanik öğrencisine Altay Dağlarına gezi ödülü verilmişti. Bunlar orada 1.200 mil yol gitmişler ve yirmi yedi yeni frenk üzümü çeşidi ile bir tür dona dayanıklı soğan bulmuşlardı.” (agk)
Sınırsız yaratıcılık, tutkulu adanmışlık
Bu çığır açıcı atılımı daha da büyüten, her yaştan insanın içlerinde uykuya yatmış yeteneklerin, sınır tanımaz kapasitelerin önünün açılması, bilim ve sanatta muazzam güzelliklerin, geleceğin insanının yapabileceklerinin resmini sergileyen bir dizgeyi bütün dünyaya sunmasıdır. Gerisinde tutkuyla inanılan ideale duyulan sınırsız adanmışlık yatmaktadır.
Bu bağlamda, 1934 sonrası filizlenen Stahanovist hareketten söz etmemek olmaz. SSCB’de Stahanov, kömür üretiminde “önceden saptanan üretim ölçüsünü aşma” anlamında kullanılır. Adını kömür üretiminde rekor kıran Sovyet madencisi Alekxei Stahanov’dan almaktadır. Hareket sadece kömür üretimi ve madencilikle sınırlı kalmamış, bütün üretim dallarına yayılmıştır.
Bilinçli proletaryanın yaratıcılık örneği olarak başlangıçta sosyalizme daha fazla hizmet düşüncesinden doğan Stahanovist hareketin bir süre sonra daha fazla üretim, daha yüksek ücret ve prim yarışına dönüşmesi çarpıcıdır ve komünizm tarihsel amacı doğrultusunda ilerlemenin esas alınması yerine emperyalist kapitalizmle rekabetin ön plana geçmesinden kaynaklanan bir bozulmadır. Buna rağmen Stahanov hareketi -Stahanovizm- sadece üretimde verimlilik, üretim artışında ölçülerin aşılması sığlığında ele alınamaz. Daha sonraki yıllarda örneklerine çok sık rastlandığı gibi yaptığı işe, giderek kendisine, sınıfına yabancılaşmanın bir örneği olarak kayıtsızlaşma, kaytarma örneklerinden farklı olarak o kesitte Stahanovist harekete mensup işçiler, çalışmayı angarya değil mensup olduğu sınıf ve komünizm idealiyle ruhsal bütünleşme ve hedeflere insanüstü bir emekle yüklenme olarak görmüşlerdir.
Marx, Gotha Programı’nda, “…Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur” der. Kendisi gibi sömürüye dayalı bir sistem olarak feodalizmin bağrında engelsizce filizlenip serpilen kapitalist sistemin yerleşik bir dünya sistemi haline gelişinin nice kanlı boğazlaşmalarla tam 300 yıl sürdüğü düşünülürse proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle biten değil yeni başlayan bir süreç olarak sosyalizmi inşa doğrultusundaki ilk tarihsel girişim(ler)in 30-40 yıl sonra tökezlemesi sosyalizmin geçersizliğini göstermez.
7. Senfoni: Leningrad Senfonisi ya da Kahramanlar Senfonisi
Bütün bir dönemi resmeden sanat yapıtları, -özellikle de gerek sosyalist inşa gerekse de Nazi işgali altında Sovyet direnişini anlatan romanlar- insanı kendi gerçekliği, yapıp edebileceklerinin sınırları konusunda sorgulamaya, tartışmaya yönlendirir.
Bunlardan insanı belki de en fazla etkileyen, Alman faşizmine olağanüstü bir meydan okuma eylemi olan 7. Senfoni’nin üretilme ve icra sürecidir.
II. Dünya Savaşı’nın en ağır kuşatmalarından Leningrad Kuşatması 8 Eylül 1941’de başladı. Naziler kente ve çevre yerleşimlerine ulaşan ikmal hatlarını kesmişti, fakat sert Sovyet direnci nedeniyle taarruzlarından sonuç alamıyorlardı. Geçen bir yılın sonunda kent sakinleri tam anlamıyla açlıktan kırılıyordu.
Kışın sıcaklıklar -35 dereceye kadar düştüğünde, Leningrad’da kalan insanlar kaynatılmış deri kayışlardan yapılmış çorbaların yanı sıra atlar, kediler, köpekler, hatta sokakta donmuş cesetlerden alınan insan etiyle beslenmeye çalışıyordu.
Leningrad tam iki buçuk yıl kuşatma ve top ateşi altında yaşamıştı. Bu koşullar altında mühimmat yapmışlar, Almanlarla savaşmışlardı. Leningrad halkı, Alman şarapnellerinden çok, açlıktan kayıp vermişlerdi. Protein eksikliğinden ölmüşlerdi ama, Orta Çağda kuşatılan kentleri kasıp kavuran iskorpit hastalığına yakalanmamışlardı; Sovyet bilim adamları, halka, parklardaki çam yapraklarından C vitamini alma yollarını öğretmişlerdi.
9 Ağustos 1942 akşamı, Leningrad’ın cephe hattına yerleştirilmiş hoparlörlerden bir müzik sesi duyuldu.
Kenti ağır topçu silahlarıyla aralıksız bombalayan ve bir yıldır kuşatma altında tutan Naziler, Sovyet yaylım ateşiyle geçici olarak susturulmuştu. Amaç, Almanların olası engellemelerinin önüne geçmek ve müziğin sesinin duyulması için sessizlik sağlamaktı, çünkü yayınlanacak konseri cephedeki askerler de dinleyebileceklerdi.
Konser, Şostakoviç’e ait 7. Senfoni’nin Leningrad prömiyeriydi ve açlıktan neredeyse ölmek üzere müzisyenlerden oluşan bir orkestra tarafından icra ediliyordu.
Konser, orkestra şefi Karl Eliasberg’in önceden kaydedilmiş anonsuyla başladı:
Yoldaşlar!
Şehrimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in ‘Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır… Faşist domuzların bütün Avrupa’yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad’ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir.
Dünya tarihinin en olağanüstü konseri için o günün seçilmesinin nedeni Hitler’in Leningrad’ı bu tarihte ele geçireceğini ilan etmiş olmasıydı. Prömiyer daha gerçekleşmeden orkestranın üç üyesi açlıktan hayatını kaybetmişti. Şef Eliasberg, şehirde kalan orkestra üyelerinin evlerini tek tek gezerek bir araya toplamıştı. Senfoni işgale karşı başlatılan büyük direnişin en güçlü sembollerinden biri oldu.
Besteci Dmitri Şostakoviç kenti terk etmeyi reddedenler arasındaydı. Kızıl Ordu’ya katılma isteği sağlık durumu nedeniyle kabul edilmemişti. Leningrad Senfonisi’ni yazmaya ise itfaiyede yangın gözcülüğü yaparken karar vermişti.
Savaştan sonra esir alınan Alman subayları senfoniyi duyduklarında kenti asla düşüremeyeceklerini anladıklarını itiraf etmişlerdi. Bir Alman askeri ise konsere ilişkin “Kahramanların senfonisini dinler gibiydik,” demişti.
Elektrifikasyon “mucizesi”
Geri bir tarım ülkesinden gelişkin teknolojik buluşlara imza atan halklar coğrafyasına doğru giderken öncü tutumlar kadar engin hayal dünyasının yolunu izleyen, buna yanıt veren ve insanüstü bir çalışma temposuyla kendi hayatlarının akışını farklılaştıran Sovyet işçi sınıfı ve emekçilerinin yorulmaz emeği vardır.
Örnek olarak Ekim Devrimi’nden bir yıl sonra başlatılan elektrifikasyon projesini, ikinci olarak da teknolojide atılan adımları, evren, kozmik olgular ve uzay araştırmaları karşısındaki yaygın büyülenişi -‘kozmizm’i- ve bu doğrultuda yapılıp edilenleri verebiliriz.
“1914’te başlayan ilk Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında Rusya, sanayisi durma noktasına gelen ve enerji sıkıntısı çeken bir ülke haline gelmişti. Lenin bu enkazı ayağa kaldırmak ve Sovyet sanayisinin elektrifikasyonunu sağlamak üzere Volkhov Nehri üzerinde bir hidroelektrik santrali inşa etme projesine girişti.
Volkhovstroy Hidroelektrik Santrali’nin inşası, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve teknik kalkınma hamlesinin sembolik bir başlangıcı oldu. Lenin’in elektrifikasyon politikası sadece sanayi ve tarımda verimliliği artırmayı hedeflemekle kalmadı aynı zamanda sosyalist toplumun inşasında bilimin ve teknolojinin rolünü de ortaya koydu.”3
Kozmizm ya da ‘hiçbir tanrıya rastlanmadı’
Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler, birçok alanda olduğu gibi uzay programlarıyla da bir dizi çığır açan başarıya imza attı. 1957’de yörüngeye ilk canlıyı gönderme, 1961’de Yuri Gagarin’in Vostok 1 ile uzaya ilk insanı gönderme, 1965’te Aleksei Leonov’un gerçekleştirdiği ilk uzay yürüyüşü, 1966’da farklı bir gezegene otomatik iniş yapma ve 1971’de ilk uzay istasyonunu (Salyut 1) kurma gibi başarılar Sovyetlerin bu alandaki açılımlarının sonucuydu.
“Ekim Devrimi’yle birlikte uzaya bakış da devrimci bir hal alır. O günlerde henüz yeni sayılabilecek bir teknoloji olan havacılık da Mayakovski gibi sanatçılar tarafından coşkuyla karşılanır. Öyle ki fütürist şairin kaleme aldığı ‘Uçan Proletarya’ şiirindeki ‘Gökleri içeriden ve dışarıdan inceledik. Hiçbir tanrıya ya da meleğe rastlanmadı’ dizeleri, Yuri Gagarin’in uzaya çıkışıyla birlikte ortaya çıkan sloganlarda kendine yer edinir.
Geçtiğimiz yüzyılda uzayın keşfine Sovyetler’in öncülük etmiş olması asla bir tesadüf değildir. Teknolojik gelişmelerin devrimci düşünceyle birleşmesi sadece bilimsel değil aynı zamanda sanatsal olarak yeni bir ufuk açar. Üstelik etkisi bir ülkenin hudutlarıyla da sınırlı kalmaz…
Sovyetler Birliği’nin tarihinin bir bölümünde ABD ile yarışa tutuşmuş olması, Sovyet toplumunun yıldızlı yaz gecelerinde gökyüzünü seyre daldığında binlerce yıllık ‘hisleri’ Marksist düşüncelerle birleştirebilmiş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”4
Sınıfsız, sınırsız bir dünyaya doğru yola çıkan bir deneyimin hayatın her alanına nüfuz etmesini, insanı kuşatan her meseleye çözüm aramasını, mimariden kentlere, bilimden sağlığa, teknolojiden sanata devasa bir hazine bırakmış olmasını kimse yadsıyamaz. Düşlediğimiz devrimi sonuçlarına vardıramamış olsak da, tarihsel miras bunlar sayesinde biraz daha zenginleşip anlam kazanıyor. O zaman daha yüksek bir sesle telaffuz ediyoruz: İnsanlığın tarihsel rüyasını oluşturan eşitlikçi özgür bir topluma gidişin yolu hâlâ proletarya sosyalizminden geçmektedir.
İnsanlığın tarihsel rüyası mutlaka gerçekleşecek!
DİPNOTLAR:
1 TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) Programı, sf. 33-34, Şubat Basım
2 Anna Strong, Stalin Dönemi, Çeviren: Alaattin Bilgi, Onur Yayınevi, Birinci Baskı, 1988
3Devrimci Proletarya, Lenin’in Elektrifikasyon Vizyonunun Mirası ve Yapay Zeka, Selçuk Ulu, Eylül-Ekim 2024, 6. sayı
4 Gazete Duvar, Kavel Alpaslan, 16 Şubat 2021