Ekim Devrimi’nden Geleceğe Sosyalist Ekolojik Perspektif
Selçuk Ulu
Ekim Devrimi’nin ardından Lenin ve Bolşevikler, emperyalist savaşta harap olmuş Çarlık Rusyası’nın yıkıntıları içerisinde ve iç savaş koşullarında sanayileşme, ekonomik ve toplumsal kalkınma ihtiyacını doğanın korunması ile dengeleme perspektifinden hareket ettiler. Başka meselelerde olduğu gibi bu konuda da öncesinden yararlanabilecekleri elle tutulur hiçbir pratik örneğe-deneyime sahip olmayan bu yoldaşlar, Marx’ın “insanın doğa ile metabolik ilişkisi” bilimsel görüşünden beslenen bir yaklaşımla sosyalist bir toplumun yalnızca insanı değil aynı zamanda doğayı da sömürmeden ilerleyebileceği temel anlayışını hayata geçirmeye çalıştılar.
Bolşevikler kapitalizmin doğa üzerindeki yıkıcı etkilerinden çıkardıkları derslerden hareketle sanayileşme sürecinde ekolojik dengenin korunmasının sosyalist kalkınmanın bir parçası olduğu ön kabulüne sahiptiler. Devrim sonrası tüm o geri kalmışlığın içinde sanayileşme hedefiyle birlikte doğanın korunması için bir dizi önlem alarak sosyalizmin doğa ile uyumlu bir üretim modeli yaratması gerektiği temel yaklaşımını rehber aldılar. Buna rağmen pratikte kimi ciddi hatalar işlemekten kaçamadılar. Bugünden geriye doğru baktığımızda Sovyet sosyalizminin başka konularda olduğu gibi bu konuda da ciddi açmazlarla karşılaştığını, yaşanılan sıkışmayı, daha çok bu nesnelliklerin basıncıyla bırakılan boşlukları, sergilenen kimi darlık ve tek yanlılıkları daha net olarak görebiliyoruz. Bunlar su götürmez birer gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.
Fakat her kim bu konuda da Sovyet pratiğini olumsuz sonuçları ilerleyen yıllarda karşımıza çıkan bu tek yanlı düşüncesiz adımlara indirgerse -niyetinden bağımsız olarak- her şeyden önce dürüst ve adil davranmış olmaz. Teslim etmek gerekir ki bu süreç tüm zayıflıklarına ve hatta düpedüz yanlışlarına rağmen Sovyet ekolojisinin temelini oluşturan bilimsel ve politik adımlarla şekillenip ilerledi. Bu adımlar sayesinde Sovyetler Birliği’nde çevre bilincinin ve koruma politikalarının gelişimi için önemli temeller atıldı.
Ekolojik Bilinç ve Doğayı Koruma Yaklaşımları
Daha devrimin ilk yıllarında üstelik iç savaş koşullarında 27 Mayıs 1918’de kabul edilen Merkez Yürütme Komitesi’nin Ormanlar Hakkında Kararnamesi* çevre politikalarında temel bir hat çizmekteydi. Bu kararname ile ormanlar üzerindeki özel mülkiyet ilişkilerine son verilerek, ormanlar ortak bir toplumsal değer olarak kabul edildi. Ormanların korunması ve sürdürülebilir kullanımı konusunda ilk yasal düzenlemelerden biri olan bu kararname, Sovyetler Birliği’nde çevre politikalarının temelini oluşturdu. Kararname daha sonra 1923 yılında çıkarılan kapsamlı Orman Koruma Kanunu ile birlikte yasalaştı.
Bolşeviklerin doğaya dair yaklaşımı, sanayileşme ve kalkınma süreçlerinde ekolojik dengenin bozulmasının önüne geçilmesini hedefliyordu. Bu doğrultuda ormanların, nehirlerin, doğal alanların korunması ve temizliğine yönelik ilk projeler başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları, biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik ilk koruma alanlarının oluşturulması gibi adımlarla Sovyetler Birliği’nde ekolojik bilincin temelleri atılmaya çalışıldı.
Zapovednik: Doğa Koruma Alanları ve Bilimsel Gelişmeler
Bu dönemde doğa koruma alanları olarak Zapovednikler** kuruldu. Bu rezerv alanlar doğanın bozulmadan korunması amacıyla tasarlandı. Bilimsel amaçlar dışında başka herhangi bir faaliyetin yasaklandığı Zapovednikler, Sovyet ekolojisinin en özgün uygulamalarından biri oldu. Ekosistemlerin korunması ve sürdürülebilir kullanımı için gerekli bilgilerin toplanmasına olanak sağladı. Bilim insanları burada yürüttükleri uzun soluklu araştırmalarla ekosistemlerin karmaşık ilişkileri ve ekolojik süreçler hakkında daha derin bir anlayış geliştirdiler. Özellikle zoolog Vladimir Stançinskiy öncülüğündeki ekip, Zapovedniklerde yürüttükleri çalışmalarla Sovyet ekolojisinin gelişimine büyük katkı sağladı.
Vladimir Vernadsky ve Biyosfer Kavramı
Jeokimyacı Vladimir Vernadsky’nin*** biyosfer kavramı, Sovyet ekolojik düşüncesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda 1926 tarihli “Biyosfer” isimli kitabın yazarı olan Vernadsky’e göre biyosfer canlıların etkisiyle şekillenen ve canlılarla uyumlu bir sistemdir. Bu teori, Sovyetler Birliği’nde insan-doğa ilişkisinin yeniden tanımlanması gerektiğini ortaya koydu. Vernadsky’nin çalışmaları, Sovyet ekolojik politikaların bilimsel temellere oturmasına büyük katkı sağladı.
Vernadsky’nin çalışmaları Marx’ın doğa ile insan arasındaki metabolik ilişki kuramıyla doğrudan bağlantılıydı. Marx kapitalizmin bu dengeyi bozduğunu ve doğanın tükenmesine yol açtığını ortaya sermişti. Vernadsky’nin biyosfer yaklaşımı, Sovyetler Birliği’nde bu ilişkinin yeniden kurulmasına bilimsel bir temel sağladı. Sovyet ekolojik düşüncesi, biyosferin korunması gerektiği fikri etrafında şekillendi fakat ilerleyen yıllarda uygulamada tam karşılığını bulamadı, sanayileşme politikaları esas alınarak konulan hedeflere ulaşma basıncıyla deformasyona uğradı.
Doğa Koruma Politikalarının Uygulaması
Sovyetler Birliği’nde çevre koruma politikalarının kurumsal ve yasal çerçevesi devrimin ilk yıllarında atılan adımlarla şekillenmeye başladı. 1917’de gerçekleştirilen toprak reformuyla doğanın kamulaştırılması sağlandı ve doğa üzerindeki özel mülkiyet sonlandırıldı. 1918’de çıkarılan kararname ve sonrasındaki Orman Kanunu, ormanların sürdürülebilir kullanımı ve korunmasını düzenlerken 1921’de kurulan Su Koruma Merkez Komitesi su kaynaklarının yönetimi için yasal düzenlemeler yaptı.
1924 yılında kurulan Tüm Rusya Doğa Koruma Derneği (VOOP) ise halkın çevre bilincini artırmak ve koruma projelerini yaygınlaştırmak amacıyla önemli bir toplumsal örgüt haline geldi. VOOP sayesinde devrimin ilk yıllarında atılan adımlar daha geniş kesimlere ulaştı ve Sovyet çevre politikaları toplumsallaşmaya başladı.
Bu dönemde, ekosistemlerin korunması, su yönetimi, ormancılık, atık yönetimi gibi birçok alanda yasal düzenlemeler yapıldı. Ancak sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte çevre koruma politikalarının uygulanması giderek zorlaştı.
Sanayileşme ve Ekolojik Denge Arasındaki Gerilim
Sovyetler Birliği’nde Çarlık Rusyası’ndan devralınan geri kalmış yapının hızla aşılması hedefi doğrultusunda başlatılan beş yıllık sanayileşme planları, tarımda kolektivizasyon ve 2. Dünya Savaşı gibi süreçler doğaya yönelik baskıyı artırdı. Ancak kamu kurumları ve bilim insanları ekolojik dengenin korunması için çalışmalarını sürdürdüler. Orman kuşağı oluşturma, akarsu havzalarının yönetimi, atık yönetimi gibi projeler yürütüldü.
Fakat sosyalizmin karakteristik farkını oluşturan toplumsal üretimi ve refahı artırmaya dönük sanayileşme atılımları giderek meselenin salt ekonomik gelişmeye, teknik ilerlemeye indirgenmesine dönüşmesiyle çığrından çıktı. Bu doğrultuda kendisini ABD ve diğer emperyalist güçleri geçmeye kilitleyen bir bozulma hali yaşandı. Sanayi ve tarımda üretimi büyütmeyi adeta her şey haline getiren ekonomizme düşülerek Marksist sosyalizm anlayışından uzaklaşıldı. Bu bozulma Stalin yoldaş sonrası dönemde ivmelenip çığrından çıktı.
Kaliteli pamuk üretilen alanları genişletme düşüncesinden hareketle Aral Gölü’nün kurutulması, ormanların geniş ölçekte tahribi gibi felaketler Sovyet ekolojisinin zaaf noktalarını açığa çıkaran utanç duyulacak gelişmelerin en çarpıcı olanlarıydı. Çölün ortasında adeta bir vaha gibi duran Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölü Aral, pamuk üretimi için yoğun ve geniş çaplı sulama faaliyetlerinden dolayı burayı besleyen nehirlerin suyunun 1960’lardan itibaren fütursuzca kullanılması sonucu kuruyup yok oldu. Aral’ın kuruması sadece çevresiyle de sınırlı kalmayan büyük bir ekolojik felakete yol açtı. Yıllar sonra yaşanan Çernobil faciası da büyük bir çevresel felaketti. Sadece bu iki örnekten ibaret olmayan sonuçlar SB’ndeki çevre/ekoloji politikalarının bıraktığı ya da üzerinden atladığı boşlukları gözümüze sokmakla kalmadı bütünsel ve tutarlı Marksist sosyalizm anlayışından uzaklaşmanın insan-doğa ilişkilerinde de hangi felaketlere yol açabileceğini gösterdi.
İnsanın Özgürlüğü Ancak Doğayla Uyumlu Bir İlişki Kurulduğunda Mümkün Olur
İnsanlığı ve bir bütün olarak doğadaki yaşam döngüsünü kapitalist barbarlıktan kurtarıp özgürleşmenin yolunu açacak sosyalizm savunucuları olarak bu durumun faturasını Stalin yoldaş sonrası revizyonistlere kesip işin içinden sıyrılamayız. İşin özü, tarihsel dönemin kısıtlarıyla birlikte Marx’ın “insanın doğa ile metabolik ilişkisi” anlayışında ifade ettiği insanın doğadan ayrı bir varlık olmadığı, aksine doğa ile sürekli bir karşılıklı alışveriş ve dönüşüm içinde bulunduğu vurgusunun yeterli düzeyde bilince çıkartılamamış olması yatıyor.
İnsan üretim yoluyla doğayla bir metabolizma gerçekleştirir; doğadan aldığı maddeleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda işler ve onu değiştirir. Ancak bu süreç doğanın sınırları göz ardı edilerek ve insan merkezli bir anlayışla sürdürüldüğünde “metabolik yarılma” olarak ifade edilen bir kopuş ortaya çıkar. Bu kopuş, insanın doğa ile sürdürülebilir bir ilişki kuramaması, doğayı sadece bir kaynak deposu olarak görmesi sonucu doğanın tahribatına ve ekolojik krizlere yol açar.
Bu bağlamda Ekim Devrimi ve sosyalizm deneyimleri de insanın özgür gelişimini hedeflerken, tarihsel koşulların etkisiyle de doğa ile olan metabolik ilişkiyi yeterince dikkate almadılar. Belki buna fırsatları ve zamanları da olmadı fakat sosyalizmin sadece insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlaması, doğayı araçsallaştırma riskini beraberinde getirdi. Marx’ın metabolizma kavrayışından hareketle düşünüldüğünde insan doğanın bir parçasıdır ve onunla sürekli bir ilişki halindedir; dolayısıyla insanın özgürlüğü, ancak doğayla uyumlu ve sürdürülebilir bir ilişki kurduğunda mümkün olabilir. Bu ilişki göz ardı edildiğinde, insanın özgürleşme projesi doğanın tahribatı ve ekolojik krizlere alan açar.
İnsan merkezli sosyalist yaklaşım, doğayı sadece insan refahı için şekillendirilecek bir dış çevre olarak görmek yerine doğa ile metabolik bir denge kurmayı esas almak zorunda. Aksi takdirde, insanın doğa üzerindeki egemenliği ve tahakkümü sürdükçe hem ekolojik dengeler bozulmaya mahkum olur hem de insanlığın uzun vadede özgürleşme hedefi tehlikeye girer. İnsan ile doğa arasında sağlıklı bir metabolik ilişki kurmak sosyalizmin esas amaçlarından biri olmalı, çünkü doğanın özgürleşmesi olmadan insanın özgürleşmesi de çok mümkün olmayacaktır.
Ekim’den Geleceğe Gelişmiş Bir Ekolojik Anlayış
Sosyalizm, kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribatı onaracak bir sistemdir. Doğanın sömürülmesi yerine onun korunması ve toplumsal yarar doğrultusunda onunla uyum içerisinde yaşamak sosyalizmin temel taşlarından biridir.
Ekim Devrimi’nin ekolojik mirası hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle gelecekteki sosyalist uygulamalar için önemli dersler sunuyor. Bugünün gelişmiş teknolojik, bilimsel ve ekolojik bilgisiyle bu miras geleceğe taşınarak daha sürdürülebilir, doğayla uyumlu ve yaşam odaklı daha gelişkin bir sosyalist düzenin inşasına katkıda bulunacaktır.
Modern sosyalist hareketler, gelişmiş teknolojik ve bilimsel bilgi birikimiyle birlikte doğal kaynakların hem sürdürülebilir kullanımını hem de toplumsal eşitliği daha iyi yönetebileceklerdir. Ekolojik planlamanın merkezi bir unsur olarak sosyalizme entegre edilmesi, çevresel yıkımı önleyecek ve kaynakların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlayacaktır
Sovyetler Birliği’nde doğal kaynakların korunması sorunu sanayileşme ve modernleşme ile çatışan bir noktaya geldi. Ancak bugün bundan çıkarılan dersler ile teknoloji ve bilimsel ilerlemeler sayesinde enerji üretimi, sanayi ve tarım gibi alanlarda çevre dostu teknolojiler geliştirmek mümkün. Mesala yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı planlı ekonomiler doğayla uyumlu bir sanayi gelişiminin mümkün olduğunu ortaya koyacaktır.
Sovyet Sosyalizmi planlı ekonomi anlayışıyla doğal kaynakların yönetiminde de planlama yapmaya çalıştı. Ancak bu planlamanın çoğu zaman çevreye verdiği zararı yeterince öngöremedi. Bugün gelişmiş bilimsel veriler, ekosistemlerin karmaşık yapısının anlaşılmasını ve buna uygun politikaların geliştirilmesini sağlayacaktır. İleri düzeyde ekolojik modeller ve verilerle entegre edilen planlamalar doğanın sınırlarına saygı gösteren ekonomik faaliyetlerin geliştirilmesine imkân tanıyacak.
Sovyet döneminde ekolojik bilinç, o günün koşulları içerisinde tüm öncü tutumlara rağmen merkezi bir mesele olarak yeteri kadar toplumsallaştırılamadı, çevresel etkiler geri planda kalabildi. Ancak bugün sosyalist toplumlar, çevresel bilinci ve eğitimi yaygınlaştırarak halkın çevre politikalarına aktif katılımını sağlayabilmenin koşullarına sahipler.
Kapitalist barbarlığın gözü dönmüş kâr ve egemenlik dürtüsünün büyüttüğü ekolojik krizlere dair toplumsal farkındalık bugün artmış durumda. Sosyalist bir anlayışın halkın çevre politikalarının oluşturulmasına aktif katılımını sağlayarak demokratik ve kapsayıcı ekolojik süreçler oluşturabilmesinin koşulları bugün daha fazla gelişmiş durumda. Bu da ekolojik sorunların sadece belli organların, kurumların sorumluluğuna bırakılmadığı, halkın da bilinçli bir şekilde karar alma süreçlerine dahil olduğu bir yapı inşa etmenin önünü açacaktır.
Dolayısıyla bugünün sosyalizm anlayışında sadece ekonomik kalkınmaya odaklanmak yerine doğanın korunmasını ve ekolojik dengeyi hedefleyen bir üretim anlayışı benimsenmelidir. Bu, toplumsal refahın yalnızca ekonomik büyüme ile değil aynı zamanda ekolojik/çevresel dengenin iyileşme düzeyiyle de ölçülmesi gerektiğini öne çıkarır.
Sözün özü sosyalist toplum aynı zamanda ekolojik bir toplumdur. Enerji, tarım, sağlık ve ekonomi gibi alanlar doğa ile uyumlu bir şekilde yeniden örgütlenecek, insanın doğa üzerindeki tahakkümü sonlandırılacaktır. Bu yeni toplum, yalnızca bugünkü ihtiyaçlarını değil geleceğin gereksinimlerini de gözeterek doğa ile barışık bir yaşam inşa edecektir.
DİPNOTLAR
* Formation of Environmental Legislation in the Early Years of Soviet Period. Open Journal of Social Sciences, Issue 9, pp. 352-353 (Sovyet Döneminin İlk Yıllarında Çevre Mevzuatının Oluşumu. Açık Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 9, sf. 352-353)
**Zapovednik (Rusça: заповедник, çoğulu заповедники, Rusça kökeni: заповедный, “kutsal, rahatsızlık verilmesi yasak, [kesin korunmalı], [miras olarak kalmalı]”) Eski Sovyetler Birliği topraklarında “sonsuza dek vahşi” tutulması gereken bir koruma alanı için belirlenmiş bir terimdir. Kesin olarak korunan ve kamu tarafından kısıtlanan alanlar için en yüksek çevre koruma derecesidir. (Wikipedia)
***Vladimir Ivanovich Vernadsky (d. 12 Mart [28 Şubat, Eski Stil], 1863, St. Petersburg, Rusya – ö. 6 Ocak 1945, Moskova) jeokimya ve biyojeokimyanın kurucularından biri olarak kabul edilen Rus jeokimyacı ve mineralogdur.
Bir profesörün oğlu olan Vernadsky, 1885 yılında Petersburg Üniversitesi’nden mezun olmuş ve 1886 yılında üniversitenin mineralojiki koleksiyonunun küratörü olmuştur. 1890’da Moskova Üniversitesi’nde mineraloji ve kristalografi üzerine öğretim görevlisi oldu ve 1897’de doktorasını aldı. Moskova Üniversitesi’nde 1898’den 1911’e kadar profesör olarak görev yaptı. Ekim Devrimi’nden sonra bilimsel ve örgütsel faaliyetlerde aktif olarak yer aldı; Leningrad’daki (St. Petersburg) Bilimler Akademisi’nin biyojeokimya laboratuvarını kurdu ve yönetti (1927’den itibaren).
Vernadsky’nin ilk çalışmaları mineraloji alanındaydı. Alüminosilikatlar üzerinde son derece ayrıntılı çalışmalar yürüttü ve bunların kimyasını ve diğer birçok mineralin temelini oluşturan yapılarını doğru bir şekilde tanımlayan ilk kişi oldu. Aynı zamanda jeokimya alanında da öncü olmuştur – yerkabuğundaki kimyasal elementlerin ve izotopların dağılımının ve göçünün ölçülmesi ve incelenmesi. Bu bağlamda yerkabuğunun katmanları hakkında ayrıntılı veriler topladı, bu katmanlardaki atomların göçünü tanımladı, bu katmanlardaki kimyasal elementlerin oluşumunu açıklamaya çalıştı ve genel olarak jeolojik süreçlerin etkisi altında kimyasal bileşiklerin oluşumunu inceledi.
Vernadsky, bir termal enerji kaynağı olarak radyoaktivitenin muazzam potansiyelini fark eden ilk bilim insanlarından biriydi ve aynı zamanda radyoaktiviteden kaynaklanan uzun vadeli ısı birikimini birçok jeokimyasal sürecin arkasındaki itici güç olarak öne süren ilk kişilerden biriydi. Daha sonraki yılları, yaşam süreçlerinin atmosfere yaptığı katkıları incelemekle geçti ve atmosferde bulunan oksijen, nitrojen ve karbondioksitin oluşumunu doğru bir şekilde canlılara atfetti. Ayrıca canlıların yerkabuğunun kimyası üzerindeki etkilerini de incelemiştir (örneğin, biyolojik döngülere bağlı olarak belirli elementlerin yeraltı konsantrasyonları). Vernadsky bu nedenle biyosfer teorisinin (yani, çevreden gelen enerji ve besin maddelerini işleyen ve geri dönüştüren canlı organizmaların toplam kütlesi) kurucusu olarak kabul edilir. (https://www.britannica.com/biography/Vladimir-Ivanovich-Vernadsky)