Oya Açan
“İhtiyacımız olan kadro ölçütleri nelerdir” şeklinde bir soru gündeme getirdiğimizde, siyasal iktidarı ele geçirme hedefinde birleşen birçok komünist ve devrimci, böyle bir başlığın altına üç aşağı beş yukarı ortaklaşılan bir liste koyar: İdeolojik-siyasi donanım, devrimci dürüstlük, militanlık, çalışkanlık, fedakarlık, mücadele kararlılığı…
Koşullara bağlı olarak yıllar içerisinde birtakım değişikliklere uğrasa da değerinden ve öneminden hiçbir şey kaybetmeyen hasletlerdir bunlar. Bunlardan yoksun bir devrimcilik düşünülemez!
Oysa ihtiyacımız olan kadro ölçütlerini açığa çıkaracak kritik soru, kadroları örgütleyecek, onları bağrında toplayacak örgütün “nasıl bir örgüt” olması gerektiğidir. Bu biraz da tavuk-yumurta döngüsünü çağrıştırır. Marksist-Leninist bir örgüt ancak kadrolarla kendini var eder; komünist kadrolar da -ancak- adına lâyık Marksist-Leninist bir örgütün faaliyetinde kendilerine yer bulup yeşerebilir. Biri olmadan diğeri var olamaz!
Kadro örgüt ilişkisi Türkiye sol’unda genellikle mekanik bir tarzda kavranır; zaman zaman da karşı karşıya konulur. Halbuki aralarındaki diyalektik bütünlük ilişkisi nedeniyle bu ikisi birbirlerinden istense de koparılamaz. Kadrolardan yoksun soyut bir örgüt nasıl mümkün değilse; aynı amaç/amaçlar etrafında bir araya gelenlerin oluşturduğu örgütlü bir kolektif olmaksızın kadrolardan söz etmek de o denli abestir.
Her ikisini birbirine dışsallaştıran bu mekanik ilişkilendirme, karşımıza kimi zaman “kadrolar örgütün atılımına ne kadar yanıt veriyor” sorgulaması biçiminde, kimi zaman da öncesinde hiçbir eleştirisi, itirazı söz konusu dahi olmamış kadroların kendilerini kolektifin dışında tutarak örgütü suçladıkları “eleştiriler” biçiminde çıkar.
Bir örgüt sonuçta kadrolar toplamıdır. Elbette bu, ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz sonuçlardaki payların eşit olduğu anlamına gelmez. Çalışmanın bütününden sorumluluk arttıkça paylar da büyür.
Başta yönetici organlarda yer alanlar olmak üzere örgütsel faaliyetin her kademesindeki kadrolar olarak, “bizi ketleyen, dar ve etkisiz kılan, potansiyellerimizi daha geniş alanlara yaymaktan alıkoyan yanlar nelerdir”, “yorulmuş, rutinleşmiş, hatta yer yer kireç bağlamış kaslarımızı açmak için ne/neler yapmak gerekir”, “kitle denizine dalmak, soluğumuz yettiğince yüzebilmek, bunun ilhamını birbirimize geçirmek için nasıl bir iklim yaratmalıyız?” sorularını biteviye sormak, ulaştığımız sonuçları örgüt çalışmasında kolektifleştirmek gerekir.
Nesnel öznel etkenlerin rolü
Zayıflıklar, yetmezlikler, güçlü ve gelişmeye açık yanlar, yol alınan konular… tablonun bütününü ortaya koyarken buna yol açan nesnel koşulları, içinden geçilen farklı dönemleri, o kesitlerdeki iç ve dış etkenleri, güç dengelerini, sınıf ve kitle hareketinin durumunu ve bunların toplumsal/siyasal/örgütsel şekilleniş üzerindeki etkilerini (de) ortaya koymak, dahası, derinlemesine kavramak gerekir. Nedenler üzerinde yoğunlaşırken, nesnel ve öznel koşulların birbiri üzerindeki etkilerini -temel çizgilerle de olsa- çözümlemek kaçınılmazdır. Nesnellikler öznel yanın cılızlığını örterek onun bahanesi olmamalı, öznellik de salt iradeye indirgenerek karikatürleştirilmemelidir.
Bu konudaki çözümleme ve çıkarımlarımızı günümüzde kapitalizmin son on yıllardaki değişim/dönüşümünün, neoliberal kapitalist birikim rejiminin de tıkanmasıyla ekonomik, siyasal, toplumsal bir belirsizlik ve kaos halinin kitlelerde yarattığı farklılaşmaları/bozulmaları da hesaba katarak yapmalıyız. Bunları dikkate almadığımız sürece kendimize lanetler yağdırmaktan kurtulamayız. Kendimize yönelttiğimiz vuruşlar ayağa kaldırmaya değil sadece demoralizasyona ya da kapitalist dönüşümün devrimcilerde de yarattığı bozucu etkilerin, düzenin kışkırttığı tüketim alışkanlıklarının -göreli de olsa- onları da pençesine aldığını görmezden gelmeye yol açar.
Dönemler açısından değişen ölçütler
12 Mart ve 12 Eylül öncesinin devrimci yükseliş koşullarında görev ve sorumlulukların mutlaklaştırıldığı bir disiplin ve devrimcilik anlayışı baskındır.
“İşlerin yolunda gittiği” yükseliş dönemlerinde gürül gürül bir dinamizm ve hemen herkes açısından görevlere sonuna kadar sarılma vardır.
Genel ya da özel -iç- kriz koşullarında ise “haklar” öne çıkarılır. Bu savrulmaların temelinde haklar görevler diyalektiğinin bir bütünlük şeklinde değil mekanik bir karşıtlık ilişkisi şeklinde ele alınması vardır. Haklar söz konusu olduğunda şahin, iş görevlere gelince kaplumbağa yavaşlığı ve olmazlanması…
Örgütü, partiyi fetiş haline getirerek idealize etmek devrimci yükseliş dönemlerinin çocuğudur, örgütlü mücadeleden kaçış, giderek ona düşmanlaşma ise yenilgi ve tasfiyecilik yıllarının…
Bu ikincisinde tarihsel amacın silikleşerek unutulması, işçi sınıfı ve emekçi kesimlerden kopuş, daralan faaliyetin bir zamanlar eleştiri konusu yapılan “dar pratikçilik”ten bile hızla uzaklaşması belirgindir. Nesnel ve öznel etkenlerin toplam sonucu olarak hareketin gerilemesi, güç ve itibar kaybı yanında neoliberalizm körüklediği “birey” anlayışıyla bu kez tam zıddına dönüşme eğrisi güç kazanır. İstediğini, istediği zaman, istediği kadarıyla yapan menşevizmin alâsı bir devrimcilik anlayışı ortalığı kaplar. Sadece “örgüt” anlayışını değil hayâllerdeki sosyalizmi bile kendi konumuna, ihtiyaç ve beklentilerine göre tanımlayan bir egosantrizm hüküm sürmeye başlar.
Devrimin geri çekilme ve yenilgi dönemlerinde ortaya çıkan tasfiyecilik yıllarında yorgunluk her görünümüyle belirgindir. Farklı bir alternatife yönelim azdır, seçilen yol bile sonuçta tasfiyecilik yıllarına özgü bir yorgunluk ve bezginlikle malûldür. Ne şu olunabilmektedir ne de bu; ne eskisi gibi olunabilmektedir ne de kendini yeni dönemin ihtiyaçlarına göre şekillendirecek mecâl bulunur. Devrimci geçmişten tümüyle kopulamadığı için de risksiz yer ve zamanlarda boy gösterme bir nevi ruhsal “ihtiyaç”tır. Ursula Le Guin’in isabetli tanımıyla “siyasal eylem kılığındaki basit sınır ihlâlleri ile kendilerini tatmin eden menşevik arsız takımı” hayatın her anında karşınıza çıkar. Devrimci mücadelenin istim aldığı ya da kaldığı yerden “haydi” denilen dönemlerle kıyaslandığında eski reflekslerin büyük ölçüde aşındığını söylemek abartılı olmayacaktır.
Kısacası, şizofrenik bir bölünme baskındır. Öyle, tek bir noktadan ikiye yarılma şeklinde de değil; ruhun, benliğin ve bilincin üçe beşe bölünmesi söz konusudur.
Kapitalist emperyalizmin krizleri dünyayı adımlar ve üretici güçleri her defasında yıkıma uğratarak -bir sonraki krizin tohumlarını bırakarak- kendisini farklı bir temelde varedecek bir çıkış yolu bulurken ekonomik, toplumsal siyasal, kültürel dokuyu da büyük ölçüde bozuma uğratır. “Mutlak egemenlik-azami denetim” kıskacı sadece işçi ve emekçilere içkin değildir. Asıl olarak toplumsal muhalefet güçlerinin, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin örgütlenmesine ve eylemine yöneliktir. Yıllar içinde epey yol alındığını da teslim etmek gerekir.
Hayatın diyalektiği, çarpışmalardan birinde yenik düşülse dahi yeniden denemekten başka yol olmadığını kafalara vura vura öğretir. Ya kolları yana düşürerek vazgeçiş ya daha önce fethedilemeyen hedeflere doğru yeni bir akın tazeleme!
Dün, bugün, yarın…
Bugün asıl donanmamız gereken, tarihsel bilinç açıklığıdır. Proletarya sosyalizminin ilke ve değerleridir. Kişinin kendisini de kolektifi de güçlü ve sarsılmaz kılacak yol budur. Sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum mücadelesinde öncülüğün gerektirdiği tarihsel bilinç açıklığı, bizleri bugünkü gibi kaotik dönemlerin anaforlarına kapılmaktan korur, tek başına dahi kalsak bir ordu gibi davranma yeteneği kazandırır.
Bugün yüklenmemiz gereken doğrultu, sınıfa yönelmek, kitlelere nüfuz etmek, kitlelerin içinde olmanın bir yolunu bulmak olmalıdır. “Devrim kitlelerin eseridir” belgisine inanıyorsak, yolumuzu açabilmek için önce o pınardan su içeceğiz; demek ki ona yönelmeliyiz! Temel kadro ölçütlerinin başta gelenlerinden biri de budur. Belki bu her zaman böyleydi ama bu kesitte yakıcılığı had safhadadır.
Neden mi? Çünkü sınıftan ve kitlelerden uzaklık -ya da kopukluk- politika ve taktikler oluşturulurken onları hesaba dahi katmama sık sık boşa düşmeye neden olur. Gerçek ihtiyaçlarını, beklentilerini ve sınırlarını bilmediğiniz bir güce sesleniyor olursunuz. Sürekli olarak onlardan beslenmeme hali, devrimci öncülük iddiasındaki örgütün kendisini bozar. Kitlelerin günlük, orta ve uzun vadeli mücadelelerine yol gösterecek politika, taktik ve eylem planları oluşturulurken öncüyü bir nevi silahsızlandırır. Bu durumda, “politikanın da, taktiklerin de, teorinin de doğruluğu ve yanlışlığının, geçerliliği ya da geçersizliğinin sınanması olanağı yoktur.”
Kadro ölçütleri bahsinde bugün başta gelen kıstas, tarihsel bilinç-ideolojik sağlamlıktır. Kitleler içinde ne istediğini ve ne yaptığını bilen çalışma, o denizde sakınmasız yüzme becerisi buna bitişiktir. 12 Eylül öncesi ve sonrası yıllarda yoldaşlarımızı tanımlayan kıstaslardan biri de buydu. İşçi-emekçi evlerinde yaşardık. Evimiz olmadığından değil, evimizi o evler bildiğimizden ve onların da bizi o kadar yakın bulmalarını istememizden…
Evlerimiz sırtımızdaydı, hayatı ve mücadeleyi paylaşmak, dünyalarına girmek, özlem ve beklentilerinden haberdar olmak ve eşitlenmek için de oralarda olmaya çalışıyorduk. İşin hoş yanı, belli bir dönem sonra onları kendimizden ayıramıyor, her şeyleriyle bütünleşiyorduk. Bazen yorgunluktan gözleriniz kapanır ama konuşmaya, öğrenmeye, dertleşmeye aç sınıf kardeşlerimizi ‘öksüz’ bırakamazsınız. Öte yandan, onları kendimizden ayıramayor olmanın, sıradanlaşma başta olmak üzere kadroyu “aşağıya çeken” bir yanı da vardır.
Eğer onlarla arkadaşlaşmışsanız bunu onlar talep ederler zaten. Dışardan gelmiş olanların üstenci edasıyla değil de farklılıklarınız olduğu halde eşitlenmeyi başarabilen, bunu da ‘öyle olması gerektiği için’ değil özümlenmiş bir komünist erdem olarak çevrenize saçarsanız “eşitler arası ilişki” bir kültür ve yapış ediş tarzı olarak sadece o ortama değil çevreleyen halkalar halinde sizin gidemediğiniz yerlere de ulaşır.
Öğrenmeyi bilen öncülük
Öncü partinin hangi özelliklerle donanması gerektiği bahsinde şu söylenenler onu oluşturan kadrolar için de haydi haydi geçerlidir:
“Sınıfa ve yığınlara tepeden bakan bir kibirden ve yabancılaşmadan uzak olmalı; doğrunun tekeline sadece kendisinin sahip olduğu yanılsamasıyla hareket etmemeli; sadece ‘öğreten’ değil sınıftan, kitlelerden ve hayattan ‘öğrenmeyi’ de bilen bir öncülük anlayışına, bunun esneklik ve açıklığına sahip olmalıdır.” (21. Yüzyılın Partisi / Yeni Bir Model Önerisi, Şubat Basım Yayım, sf. 78)
İşçi sınıfı ve emekçi yığınların ayrılmaz bir parçası haline gelme, onunla etle tırnak gibi bütünleşme… yapmamız gereken budur. Kimi zaman ‘kaynaşmak’, ‘içerdenleşmek’, ‘onlardan biri olma’ adına orada bulunma nedenimizi unutup gerçekten onlardan biri haline gelip kitleleşebiliyoruz. “Bilinçsiz süreçlerin bilinçli temsilcisi” olarak kadro, içinde bulunulan koşullarda emeğin tarihsel kurtuluşu doğrultusunda atılması gereken adımlar ve sonrasına dair perspektif açıklığıyla kitleden ayrılır. Bu fark ona ‘öncülük’ sorumluluğu yükler. Eğer biz “kitle çizgisi” adına bu farkı ve misyonumuzu unutursak faaliyete iki yönlü zarar veririz.
Birincisi, o alanda varolan dokuyu devindirip kendi potansiyellerinin farkına varmalarını, sorun ve beklentilerinin ancak kendilerinin emeğiyle sağlanabileceğini göstermeye çalışırken aradaki bütün farkları silikleştirmiş, onlardan biri olmaya çalışırken tıpkı onlara benzemiş, kitleleşmiş oluruz. Yani biz onları akışın işlevli bir parçası haline getirmeye çalışırken onlar bizi “kendilerine benzetir”ler.
Geleneğin, alışkanlıkların, düşünme ve yaşam tarzının zincirlerinin bizi de kapsama alanına almaması için bu yolu adımlarken alabildiğine titiz olmalıyız. Kendiliğinden akışa zaman zaman kapılsak bile, “halkımız”ın gerici değer ve alışkanlıklarının parçası olamayız. Onların duvarına çarptığımız koşullarda -elbette ortalığı kırıp dökmeden, buyurgan/sekter bir tutuma savrulmadan- bağımsız politik kimliğimiz, militan sosyalist karakterimiz kendini konuşturmalıdır. Çünkü bu da bir nevi tuğladır kültür inşası duvarına konulan…
Ve ikincisi, bu bizi bazen yarı yolda, genellikle de geç bırakır. Sabırlı olmak başka şey, yapmamız gerekenleri zamana yayıp ertelemek başka şeydir. Yapılması gerekenleri iş işten geçtikten sonra yapmaya kalkmak başka şey, tam ihtiyaç duyulan anda ve yerde yapmak başka şeydir. İkisini birbirine karıştırmak, sabır adına olgunlaşmış bir kitle ilişkisini (çalışmayı, faaliyet alanını, birimi) bir sonraki adım için hazırlamaktan/hazırlanmaktan geri durmak anlamına gelir. Komünist bir kadro bunun ayırdına varıp sınırları doğru yerden koyan, daha büyük adımlara kalkışandır.
Eşitsizliklerin yarattığı deformasyon
Devrimci militan örgütlerde yönetici organlar ile kadrolar, hatta bu örgütlerle işçi sınıfı başta olmak üzere kitleler arasındaki ilişkilerde yaşanan sürtünmelerin bir dizi nedeni vardır. Teorik birikimle düzey farkından ibaret olmayan eşitsizlikler gözönüne getirilecek olursa bu bir yerde doğaldır ve giderilmesi için iki taraflı bir çaba gerekir. Özellikle tasfiyeci savruluş dönemlerinde devrimci örgütlere, hatta örgütlü devrimcilik fikrine düşmanlaşanlar, bu konuda hep tek yanlı bir sorgulama içine girerler. Kendilerinin bıraktığı boşlukları, ihmal ve kayıtsızlıklarını meşrulaştıracak bir dizi bahane icat ederler; bunların başında da bütün suçu ve sorumluluğu örgüte ve yönetici organlara yıkmak gelir.
Sınıflı bir toplumda yaşıyor olmaktan kaynaklanan birikim farklılıklarını istesek de bir çırpıda gideremeyiz. Bu açıklığı kapatmanın yolu ‘ileride olanı’ geriye çekmeye çalışmak değil ‘geride olanın’ aradaki açığı kapatma yönünde çaba harcamasıdır. Bu çaba kolektif olduğu kadar bireysel emek ve ısrar gerektirir. Doğal nedenlerin yarattığı sürtünmeler dışında asıl korkulması ve uzak durulması gereken, kurulan ilişkide tarafların kendi rollerini tanımlamalarındaki sakatlıktan kaynaklanan gerilimdir. Muhataplarını bağımsız kişilik sahibi bireyler olarak değil de kumanda edilmesi gereken nesneler ya da hesap sorulması gereken hedefler olarak gören anlayışlar bunlar içinde en yıkıcısıdır.
Dahası, “…Bizde öncü-kitle diyalektiğinin kavranışı sakat ve tekyanlıdır. Bu hem önderlik ve kadrolar boyutuyla hem de kadrolar ve kitleler boyutuyla ayrı ayrı ele almayı gerektirir. İlkindeki deformasyon, daha çok ikincisindeki bir yetersizlik/zayıflık ya da yokluk durumunda kendisini daha belirgin olarak gösterir. İlkindeki deformasyon, örgüt içinde dahi sadece kendisini -birey, organ, komite- özne, diğerlerini yani kadroları (kitleleri) da nesne olarak gören bir yaklaşıma yol açar. Bu anlayış, örgüt dışına doğru gidildikçe de mantıki sonuçlarını üretir. Sınıfı ve kitleleri her konuda sadece ‘eğitilmeleri gereken’ ilkeller, geriler, yetersizler topluluğu olarak görmeye başlar.”
Bu konuda zihniyet değişikliği anlamında ne kadar yol alınmış olursa olsun, özne, özneleşme ve özneleşebilmenin olanaklarının yaratılması konusuna daha fazla odaklanmak gerektiği açık. Hem parti içinde hem de partinin kitlelerle ilişkisinde öncü kitle diyalektiğinin doğru kurulması hayati önemdedir. Kadroların da bugünün kitlesi içinden çıkacak öncü unsurların da komünizmin yaratmayı hedeflediği çok yönlü birikim ve inisiyatif sahibi özgür bireyler olarak şekillenebilmesi için yapılması gerekenlerin başında bütünden sorumluluk duymayı sağlayacak adımlar geliyor.
Bu nasıl, hangi araç ve yaklaşımla sağlanır?
Bunların başında, gizlilik ve güvenliğin zorunlu kıldığı haller dışında “bilginin demokratikleştirilmesi” gelir. Bilginin demokratikleştirilmesi, örgüt kadrolarını karar süreçlerine ortak ederek mümkün olduğunca geniş kesimlere, örgütle -bir biçimde- ilişkili olan, onun parçası hisseden her bireye yaymak, onları bütünün bilgi, deneyim ve görüşlerine açık tutmaktır. Özcesi, bir politika ve taktik belirlenirken çeşitli araç ve mekanizmalar kullanarak örgütlü güçleri o kararın/politikanın parçası haline getirmektir.
İkincisi, bütünden sorumluluk duyma bilinç ve iradesi ancak kişinin kendisinin de katkısı ve emeği olduğunda daha güçlü bir sahiplenme yaratır. Belirlenen kararların hayata geçirilmesi doğrultusunda adım atmalarını talep ettiğimiz kadro ve taraftarlarımıza, öneride bulundukları konuların/noktaların, yol ve yöntemlerin arkasında durma cesaretinin oluşması bunları ele alırken göstereceğimiz ciddiyet ve samimiyete bağlıdır. Kendi emeğini bütün içinde gören bir örgüt insanının kavgayı, devrim mücadelesini sahiplenmesi kesinlikle daha farklı olur.