Bu maya tutacak!
Yunus Özgür
Gün daha yeni yeni ağarmaya başlıyor, sabahın en erken saatleri… Dostlarımızla birlikte yaklaşık 25 bin işçinin çalıştığı şantiye havzasının önünde inşaat işçilerinin işe giriş yapmasını bekliyoruz, bildirilerimizi dağıtmak için. Bu havzada uzun bir süredir neredeyse her hafta düzenli olarak iki kez bildiri dağıtıyoruz; sık sık da gasp edilen haklar için direniş gerçekleştiriyoruz.
Binlerce işçinin çalıştığı dev bir fabrika burası. “Fabrikanın” içi bir ahtapot gibi dallanıp budaklanan binin üzerinde taşeron şirketler ağıyla kuşatılmış. Kalyon, Limak, Rönesans, Yapı Yapı, Gür Yapı ve YDA gibi inşaat baronlarının ana patronlar olduğu gerçeği ise bu havzada hak ve hukuktan söz etmenin de ciddi emek ve bedel ödemeyi göze almaktan geçtiğini her daim hatırlatıyor bizlere. Gürül gürül bir işçi ordusu sabahın köründe insan öğüten bu dehlize akıyor. Neredeyse bütün işçilerin yüz ve vücut hareketleri bir önceki günün yorgunluğunu atamadıklarını anlatıyor bizlere. Nasıl atsınlar ki, tıkış tıkış havasız koğuşlar, tahtakurularının yarattığı bitmek bilmeyen kaşıntılar…
Farklı şantiyelerdeki yoğunluktan kaynaklı yaklaşık bir ay bu dev şantiyeler havzasına bildiri dağıtımı aksadı. Tekrar başladığımızda hemen tüm işçiler alıyor. Fakat bu bildiri dağıtımı diğerlerinden farklı, hepimiz kısa sürede bunun farkına varıyoruz. Bölgede bir ay gibi bir süre bildiri dağıtmamamız işçilerde tedirginlik yaratmış. Bu tedirginlik biraz da patronların “sendika artık buraya gelmeyecek” dedikodusunu yaymalarından kaynaklı. Bu yüzden bizi gören işçiler neredeyse bildiri dağıtmamıza izin vermeyecek derecede büyük bir mutlulukla ellerimizi sıkıyor, sarılıyor, ayak üstü kısa da olsa sohbet ederek ellerindeki çay ve poğaçaları bize vermeye çalışıyor. Kuşkusuz büyük bir emeğin, ısrar ve sürekliliğin yarattığı dönüşüm bu ve hepimiz bunun farkındayız.
Orada bulunan bizlerin her biri, uzun yıllardır işçi sınıfı içinde sosyalist çalışma yürüten, örgütsüzlüğü en azından sendikal düzeyde kırmaya çalışan insanlarız. Sınıfın nabız atışını az çok hissedebilen, deneyimin sezgisel bir duyarlılık kazandırdığı insanlar… Bir anda bildirileri ellerimizden çekiştirerek alan, sarılan, ellerimizi sıkan, kendi kahvaltısı olan poğaça ve çaylarını zorla bize vermeye çalışan ve “sendika burada” diye bağırarak el sallayan işçilerin örgütlenmeye ne kadar açık oldukları, iyi bir örgütçünün dokunuşları, olanaklar ve vereceği emek sonucu nelerin oluşabileceği gözlerimizden kaçmıyor.
Rutin klasiğimizdir, bu tür faaliyetlerin ardından şantiyede bulunan kantinde oturup çay, poğaça eşliğinde yaptığımız faaliyeti değerlendirerek yapılan işin hazzını paylaşmak. Dilin ağrıyan dişe gitmesi gibi neredeyse hep bir ağızdan “Peki ama biz neden kalıcı örgütlenmeler yaratamıyoruz?” sorusuna yanıt aramaya dönüyor sohbetimiz.
Evet, sınıfın örgütlenmeye bu denli açlığı neredeyse her faaliyetimizde gözümüze batmasına, bizi heyecanlandırmasına rağmen neden örgütlenemiyoruz? Harcadığımız yoğun emeğe rağmen sektörde neden kalıcı örgütlenmeler yaratamıyoruz? Uzun süredir her bir araya gelişimizin temel sohbet konusu bu.
“İnşaat işçisi” deyince…
Örgütlenmeye çalıştığımız inşaat sektörünü bir fabrika örgütlenmesi gibi ele alırsak bu sorunun cevabını “hepimiz beceriksiziz de ondan” olarak veririz. Fakat inşaat sektörü klâsik fabrika düzeninden farklı bir düzene sahiptir. Zaten unutulmaz öncülerimizden İsmet Demir’in 1960’ların başlarında başlayıp 1970’lerde de sürdürdüğü ısrarlı çabayı saymazsak sektörü sendikal düzeyde de olsa örgütlemeye yönelim olmamıştır. Bu koca sektör görmezden gelinerek yok sayılmıştır. Bunun başta gelen nedeni ise, ne kadar emek harcarsanız harcayın sektörün doğası gereği kalıcı TİS imzalamanızın neredeyse imkânsız olması. Bundan ötürü aidat getirisi olmaması, konfederasyonların sektöre yönelmeme nedenlerinin başta gelenidir.
İnşaat sektörü, ancak hiçbir çıkar gözetmeden sınıfın çıkarını kendi çıkarı olarak başa yazan, sınıf sendikacılığı anlayışıyla hareket edenlerin örgütlenebileceği zorlu bir sektör.
Sektörün AKP iktidarıyla birlikte hızla gelişmesi, mega projelerin mantar biter gibi çoğalması inşaat işçisinin nicelik olarak da artmasını beraberinde getirdi. Buna paralel olarak inşaat işçisi kitlesi işçi sınıfı içerisinde sayısal olarak hatırı sayılır bir yer kapladı. Sektörde sendikal anlamda örgütlenmenin avantajlarından çok dezavantajları göze batmaktadır. En büyük projelerin dahi taş çatlasa 3-5 yıl sürmesi, sektör içerisindeki taşeronluk sisteminin muazzam derecede saçaklanması, işçi sirkülasyonunun akıl almaz derecede akışkan olması, işçilerin neredeyse yüzde 90’ının gurbetçi olması ve son olarak sosyalist ve sendikal hareketin bu sektöre yıllardır yönelmemesi bu sektörde örgütlenmenin dezavantajlarının başında gelmektedir.
Örgütlenmeye çalıştığımız sektörde kısa ve orta vadede kalıcı örgütlenmeler yaratamamamızın temel nedeniyse işçi sirkülasyonunun çok hızlı olması. Emaar şantiyesindeki pratiğimizden örnek verecek olursak, Emaar şantiyesinde yaklaşık 5 bin inşaat işçisi çalışmaktaydı. Fakat projenin başlangıcından bitimine kadar geçen sürede çalışmış en az 50 bin işçiden söz edilebiliriz. Bu koşullarda kalıcı bir örgütlenme yaratabilmek mümkün müdür?
Bir inşaat işçisi 3 yıllık bir projede ortalama 5-6 ay çalışır, iş bulma sıkıntısı çekmediği için de farklı şantiyede iş başı yapmak üzere kısa sürede ceketini alıp kapıyı çarpar gider. Emaar yetkililerinin, “Bu şantiyeden her gün 200-250 işçi çıkış alır gider ve yine her gün 200-250 işçinin girişi gerçekleşir” sözü bu konuda bir fikir verir. Sektördeki bu akıl almaz işçi sirkülasyonu, güç bela bağ kurduğun bir işçiyi tabiri caizse 3 gün sonra görememeni beraberinde getiriyor.
Diğer taraftan, sektörde çalışan işçilerin yüzde 90’ını özellikle Kürt ve Karadeniz illerinden gurbetçi işçilerin oluşturması örgütlenme açısından ayrı bir dezavantaj niteliğinde. Gurbetçi işçilerin büyük çoğunluğu köylerinde yaşam ve geçim olanağı kalmadığı için son çare olarak büyük şehirlere gelip ailelerine bakmak zorunda kalan yoksul emekçiler. Bu durum çalışırken karşılaştıkları neredeyse tüm olumsuzluklara karşı sessiz kalmalarını doğuruyor. Yeter ki ücretlerini alabilsinler ve ay sonu ailelerine üç-beş kuruş gönderebilsinler. Buna bir de taşeronun taşeronu niteliğindeki akrabaların oluşturduğu ekip başları eklenince devreye giren feodal bağların gücü işçileri hak aramaktan geri çeken faktörlerden bir diğerini oluşturuyor.
Sektörde taşeronluk sisteminin işçileri kendi aralarında parçalaması, hatta un ufak etmesi örgütlenmenin önündeki bir diğer etken. Bu parçalanmaya Finans Merkezi şantiyesinden örnek verecek olursak: Örneğin 3 bin 500 işçinin çalıştığı Merkez Bankası şantiyesinde 250’nin üzerinde taşeron bulunmakta!
Yıllardır neredeyse sosyalist ve sendikal hareketin girmediği bir sektör olması nedeniyle de inşaat işçisi, hak alma mücadelesinden, sendikal kültürden neredeyse bihaberdir.
Dezavantajlar ne olursa olsun
Örgütlenmeye çalıştığımız sektörün dezavantajlarını kuşkusuz saymakla bitiremeyiz. Fakat devrimci sınıf sendikacılığı çerçevesinde yaklaştığımızda, hangi zorluklar, olumsuzluklar, dezavantajlar olursa olsun bu denli vahşi bir sömürünün yaşandığı, çalışma koşullarının bu denli insanlık dışı olduğu böylesi bir sektörde örgütlenmek işçi sınıfı devrimcileri olarak başlara yazdığımız noktalardan birisidir.
“Sektörde harcadığınız yoğun emek ve çabaya rağmen elinizde somut olarak neredeyse kalıcı hiçbir örgütlülük yok” cümlesi, dostlarımızdan da en sık duyduğumuz serzenişlerin başta geleni. Sektöre hâkim olunmadığında bu serzenişlerin haklılık payı varmış gibi görülebilir. Fakat sektörün gerçekliğini ve koşulları bütünsel olarak değerlendirdiğimizde karşımıza farklı bir tablo çıkar.
Hiçbir kural ve yasanın işlememesi yetmezmiş gibi 5’li çete gibi inşaat baronlarının sahasında top çevirmenin zorluklarını bir kenara koyacak olursak, sendika kelimesine dahi oldukça uzak olan bir işçi bölüğü içerisinde hak alma-sendikal bilinç kültürünü yaratmaya çalıştığımız gözlerden kaçmamalı. Öyle ki, bundan 10 yıl öncesine kadar inşaat işçisi çıplak ücret dışında hiçbir hakkının olmadığını varsayardı. Bugün ihbar ve kıdem tazminatı, haftalık 45 saat çalışma, inşaat işçisinin de haklı fesih sonucu kıdem tazminatı alabileceği, çay ve dinlenme molaları, işçinin tüm haklarından ana firmanın da sorumlu olduğu, çift bordronun yasadışı olduğu, pazar günlerinin, ulusal/resmi/dini bayramların tatil olduğu ve maaşlarından kesinti yapılamayacağı vb. vb. haklarının olduğunun büyük oranda bilincinde.
Yine aylardır çalışma yürüttüğümüz Finans Merkezi şantiyeler havzasından örnek verelim: Bölgede yaklaşık 25 bin işçi çalışmakta, bütünsel olarak proje 2 yıldır sürmekte ve şimdiye kadar projede sirkülasyonlarla birlikte tahmini 200-250 bin işçi çalıştı. İnşaat-İş olarak dost sendika Dev Yapı-İş’le bölgede yaklaşık 2 yıldır birlikte yürüttüğümüz çalışma sayesinde bugün bu işçilerin yüzde 90’ı, yukarıda saydığımız haklarının olduğunu öğrenmiş durumda ve gittikleri farklı şantiyelerde de bu haklar için irili ufaklı mücadeleler yürütüyorlar. Tek başına bu kazanım dahi sınıf mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Henüz başlangıç adımı olan bu bilinci alan inşaat işçilerinin çalıştıkları şantiye sayısı ve bu bilinci kendilerince yaydıkları işçi sayısı düşünüldüğünde tablo daha net çıkar karşımıza. Evet, bir birikim yaratıyoruz, inşaat işçilerinin arasında mücadele geleneği yaratıyoruz ve bu kendi gücümüzün kat be kat üzerinde bir etkiyle yayılıyor şantiyelerde.
Bugün 5’li çete olarak nam salan inşaat baronları defalarca kez yenilgiye uğratıldıysa, adeta kale gibi korunan bu şantiyelere elimizi kolumuzu sallayarak girebiliyorsak, kendimizin bile yakın vadede kaldırılmasını hayal olarak gördüğümüz çift bordro uygulamasını 3 bin 500 kişilik şantiyede sendikanın işçiler üzerinde yarattığı etkiyle kaldırtabiliyorsak, 25 bin işçinin çalıştığı şantiyede işçilerin tamamı sendikanın ne anlama geldiğini biliyor ve en ufak bir hak gasbında sendikayı arıyorsa, sendikanın işçiler üzerinde yarattığı etki nedeniyle patronlar birçok yasal hakkı artık kendiliğinden uygulamakla kalmayıp kendisini sendikayı haberdar etmek zorunda hissediyorsa burada durup düşünmek gerek.
Evet, daha yolun başındayız! Hem bu gerçeğin hem de yetersizliklerimizin farkındayız. 2015 Ekimi’nde Ankara Gar Katliamı’nda ölümsüzleşen sendikamızın örgütlenme sekreteri Serdar Ben yoldaşın bir söyleşide dile getirdiği şu yaklaşım, örgütlenmeye çalıştığımız sektörün özelliklerini de dikkate alarak ne yapmaya çalıştığımızı daha anlaşılır kılmakta:
“Resmi rakamlara göre iki buçuk milyon inşaat işçisi var. Gerçek rakam daha yüksek. Doğal olarak geçici de olsa onlar yaşamını, işgücünü inşaatta çalışarak sürdürmek zorundalar. Şu an Türkiye işçi sınıfının güvenceli kesimine dayatılan esnek çalışma, kuralsız çalışma, taşeronlaşma inşaat sektöründe kalıcılaşmış, sistematik hale dönmüş uygulamalar. Doğalında da bizim gerçek anlamda sendikacılık yapmamızın zeminini sunuyor.
Bizim klâsik sendikacılık yapma şansımız yok! Sigorta yok, toplu sözleşme hakkı yok, işin sürekliliği yok. Bu yüzden, inşaat sektöründe sendikacılık yapabilmemizin tek yolu, inşaat işçilerine dayatılan uygulamaların tümünü ortadan kaldırmaya çalışmak. Biz daha kökten bir savaş yürütmek zorundayız. Dolayısıyla adımız sendika da biz sendika değiliz! Biz sokak hareketiyiz! İnşaat işçilerinin örgütlenme hareketiyiz! Bu örgütlenme hareketi, güvenceli işi de düzenli çalışmayı da kazanacak, sendika hakkını da kazanacak. Diğer türlüsü mümkün değil!
En fazla küçük grup sözleşmeleri yapabiliriz. Bu da zaten sendikalı olmadan da takım sözleşmesi biçiminde yapabileceğin bir uygulama. O yüzden bizim sendikalı olabilmemiz için esnekliğe, taşeronlaşmaya, kuralsızlığa, köleleşmeye karşı bir mücadele yürütmek zorundayız. Sendikalaşma sürecimiz bu yolu tüketmek zorunda. İlk derneklerin kurulması, ilk sendikaların kurulması sürecini inşaat sektöründe kurulmak istenen bir sendika yaşamak zorunda. Şu an her şeyi fiili anlamda sokakta yapıyoruz. “
Kendimize sürekli sorduğumuz soru
İşkolumuz özgülünde sıraladığımız bu dezavantajlar ve onlar içinden aldığımız yol işin bir yanı. Ama bunların yanında genel olarak işçi sınıfı cephesinde sömürü koşullarının giderek derinleşmesine rağmen neden daha derinlikli bir örgütlenme yaratamıyoruz sorusu yine de zihinlerimizde asılı kalıyor.
Bu sorunun yanıtı işçi sınıfının yaşadığı dönüşüm ve devrimci-sosyalist güçlerin yıllar içinde kaybettiği irtifayla doğrudan ilişkili.
İşçi sınıfının yaşadığı dönüşüme dair sayısız çözümleme, inceleme zaten var. İnşaatlardaki taşeron ağı bile bu açıdan çok şey anlatıyor. Bunun işkolumuzdaki yansımalarından biri buyken diğeri de bununla da bağlantılı olan kültürel-ruhsal şekillenmedir. İşçilerin hemen hepsi kredi borçlarıyla boğuşuyor mesela. Hemen her inşaat işçisinin “normal” bir sosyal hayatı yoktur. Düzenin kışkırttığı tüketim alışkanlıkları onları da etkilemektedir. Düşünün, eğer bulabilirse boş zamanlarında en büyük zevki AVM gezmek olan bir sınıf gerçekliği var karşımızda. Bölgecilik ya da etnik -ulusal farklılıklar alttan alta hükmünü konuşturur.
Çalışma koşulları nedeniyle sosyal hayatlarının olmamasının tipik ifadesi TikTok paylaşımlarının yoğunluğudur. Bu onların bunalmışlığının, kendilerini ifade edecek kanallardan yoksunluklarının ifadesi olarak her zaman suratımıza çarpan bir gerçek. Limak taşeronlarından birine karşı yaptığımız direniş sonucu Limak yetkililerinin de katıldığı görüşme işçilerin bütün taleplerinin kazanımıyla noktalandı. Tam masadan kalkılırken patronlar şakayla karışık, “Biz sizin bütün taleplerinizi kabul ettik ama bizim de sendikadan bir ricamız olacak: Sizi dinleyen işçileri uyarın mesai saatlerinde Tik Tok izlemeyi biraz azaltsınlar.” İş cinayetlerinin çokluğu ve sıklığı yanında intihar vakalarının da bu sektörde diğer işkollarına göre daha sık yaşanması bile çarpıcıdır. Saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok şey var bu konuda.
Bizi büyük bir ilgiyle dinleyen, etrafımızı sarıp çayını-poğaçasını paylaşan bu işçiler, aynı zamanda böyle bir ruhsal-sosyal şekillenme içindeler. Hem kendilerine ulaşmamızı güçleştiren ama hem de içlerinde biriken isyan dinamiğinin buluşmamızı kolaylaştırdığı bir tezat söz konusu.
İşçinin gerçekliği ortada. Ya bizim gerçekliğimiz?
Tam da bu noktada devrimci sosyalist hareketin bugünkü hali pür melalinin duvarına çarpıyor insan. Gerek fiziki güç kaybı gerekse yıllar içinde rutine dönüşüp sınıf devrimciliğinin en temel gereklerinden uzaklaşmamızı getiren tasfiyeci kırılmalarda yatıyor bu sorunun yanıtını.
Ki zamanında işçi sınıfı içinde azımsanmayacak mevziler de yarattık. Tersane işçileri, fırın işçileri, tekstil-konfeksiyon işçileri, özelleştirmelere karşı mücadele, irili ufaklı fabrika direnişleri… Bunların çoğunu birebir deneyimledim. Şimdi geriye dönüp bakınca “O zaman nasıl başardık?” diye soruyorum sık sık. Aslında üzerine biraz düşünüp kafa yorunca sorunun yanıtı kendiliğinden çıkıyor ortaya.
O zamanlar kadrosal bir birikim, az-çok bir güç vardı bütün yapıların elinde. Ama bundan da önce işçi sınıfının örgütlenmesi diye bir sorun vardı çoğumuzun gündeminde. Taktiklerimiz, politikalarımız, kadrolar devrimin dinamosu olan işçi sınıfının örgütlenmesi ekseninde şekilleniyordu. Bir alan belirlendiğinde orasıyla dışardan değil içerden ilişki kurmayı esas alan bir yaklaşımımız vardı. Faaliyet için ya birkaç insan işe giriyordu ya da kahveler başta olmak üzere işçilere ulaşılabilecek tüm mekânlar bizim mekânımız oluyordu. Oralarda yatıp kalkıyorduk, işçinin kendisiyle olduğu kadar ailesi ve yakın çevresiyle de teması esas alan bir çalışma yürütüyorduk.
Devrimci bir iddia, iktidar bilinciyle donanmış bir örgütçülük söz konusuydu. Alanı örgütlerken alanın içinden kendi doğal kadrolarını çıkarmayı esas alan bir sanatçılık olarak yaşanıyordu örgütçülük. Bugünü düşününce bu kültürün ve ona göre şekillenen reflekslerin büyük oranda aşındığını söylemek abartılı olmayacaktır.
Bunda ideolojik kırılmalar, güç kayıpları, kapitalist dönüşümün devrimcilerde de yarattı etkiler, daralan faaliyetin giderek dar pratikçilikten bile uzaklaşmasının büyük etkisi olduğu kesin.
Bunlar aşılmaz mı, aşılır! Yeter ki en zorlu koşullarda bile nelerin nasıl yapıldığını döne döne düşünüp bugünün koşullarına uyarlayalım, inanıp iddia sahibi olalım! Yeter ki, işçi sınıfının örgütlenmesinin önemini sosyalizm idealimizin temel çıkış noktası olarak görüp bilince çıkaralım!
Bugün işçi sınıfı bir yol ayrımında. Onlarca yıllık dönüşüm taarruzu tüm sonuçlarıyla adeta somutlaşmış durumda. Bu tabloyu daha da derinleştirmek istiyor burjuvazi ve devleti. İşçi sınıfıysa onun tüm acımasız sonuçlarına karşı mücadele etmek, örgütlenmek için yavaş yavaş doğruluyor.
Bu kritik noktada sınıfın doğrulmasını görüp bu ipe asılan ve her kaynama noktasına dalış yapan, oralarda yeni bir kültür mayalamaya çalışan bir faaliyet şu ya da bu şekilde karşılığını buluyor. Son yıllarda örgütlenen direnişler, bu direnişler içinde yavaş yavaş biçim ve içerik kazanan örgütlenme modelleri, mücadele biçimleri henüz mütevazı da olsa çaplarını aşan politik bir etki yaratabiliyor. Çünkü eski tipte sendikalar, onların mücadele biçimleri başta olmak üzere eskiye ait her şey ömrünü artık doldurmuş durumda.
Sınıfın gövdesini oluşturan örgütsüz işçi yığınları inşaat işkolunda tüm zorluklara rağmen örgütlenmeye yöneliyorsa ve bunun bedeli acımasız bir kıyım olduğu halde direnmeyi öğreniyorsa bu maya tutacaktır.