Kendiliğinden hareket içinde kendiliğindenci olmayan örgütlenme

456

Mürüvet Küçük

Lenin’in işçi sınıfının kendiliğinden hareketini küçümsediği, sınıfın nesnel gerçekliğini es geçip ille de “partinin müdahalesiyle politikleşmiş işçi sınıfı hareketi” dediği gibi yaygın bir yanılsama vardır. Oysa Lenin’in hiçbir eserinde işçi sınıfının kendiliğinden hareketini küçümsediğine dair bir ibare yoktur. Bilakis işçi sınıfı hareketinin mücadele içindeki olgunlaşma düzeyine ilişkin kıstaslarından biri de o yılda/dönemde kaç grev yaşandığıdır, yani kendiliğinden hareketin düzeyidir. 

Dahası partisinin görev ve sorumlulukları bahsinde de bu kendiliğinden grevler ve direnişlerle komünistlerin ilişkilenmesinin önemine işaret eder. Hatta Rusya’daki işçi sınıfı hareketini aşamalara ayırır. İlk dönemi (1894’ten 1901 arasındaki dönem) işçi sınıfının kendiliğinden hareketleri ve komünistlerin bu hareket içinde sınıfla ilişkilenmesini kapsar. O dönem için “gerçekten çok az gücümüz vardı ve o sıra kendimizi yalnız işçiler arasındaki eyleme adamamız ve bu yoldan sapmalara karşı çıkmamız çok doğal ve yerindeydi” der. Komünistlerin işçi sınıfının ilk kendiliğinden eylemleri, grevleri içinde kök saldıkları bu dönemden sonra artık Rusya’daki tüm toplumsal kesim ve tabakaların ayrı ayrı kanallardan akan mücadelelerinin büyük bir nehirde birleştirilmesi ve bu nehrin yönünün devrime çevrilmesi hedefini koyar. 

O açıdan da Lenin’in derdi sınıfın kendiliğinden hareketiyle değil, ona öncülük ettiğini iddia eden güçlerin onunla hangi temelde nasıl ilişkilendiği, bu ilişkiye çizdikleri sınırlarladır. 

‘Ne Yapmalı’, Lenin’in temel eserlerinden en önemlisidir. Orada koyduğu anlayış, yaşamının diğer aşamalarındaki yaklaşımının tohumu gibidir. Bu eserinde, işçi sınıfı mücadelesini kendiliğindenlik sınırlarına hapseden, o mücadelenin doğasındaki ekonomik talepleri her şey haline getirip siyasallaşmayı da bu talepler uğruna dövüşürken edinilen bilinçle sınırlayanlarladır tartışması. Bunlara göre siyasal mücadele liberallerin işidir. 

Bunun devrime yaklaşımın bam teli olduğunu tarihsel deneyimlerden de biliyoruz. Ekonomistler ya da grevi-iktisadi temeldeki mücadeleleri her şey haline getirip öncünün rolünü, siyasal mücadeleyi bunun içinde silikleştiren Rosa Luxemburg’a kadar geniş bir yelpazeyle ayrım noktası da öncünün kendiliğinden sınıf hareketiyle ilişkilenmesi sorununda düğümlenir. 

Kısacası Lenin’in işçi sınıfı içinde çalışmanın esasları konusunda getirdiği her şey devrim iddiasıyla doğrudan ilişkilidir. Onun tüm sınıf ve katmanların sorun ve sıkıntılarıyla hemhal olması, bunun üzerinden onları bir devrime sürükleyecek öncülük misyonuyla hareket etmesi yaklaşımını sınıfın kendiliğinden mücadele içinde oluşturduğu bilinçten ve bu bilincin oluşması için yürütülen komünist çalışmadan, bu çalışmanın çekim gücüyle yaratılan kadrosal birikimden kopuk ele almaz. 

Bugünün işçi sınıfı

Bugünün Türkiyesi’nde işçi sınıfı içinde komünist çalışma konusunda Leninist perspektifi içselleştirmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. 

Çünkü en başta birçok açıdan sınıf olma vasfını yitirmiş bir sınıf var karşımızda. Tarihsel hafızasında görkemli direnişlerin izleri halen varlığını korusa da son onlarca yılda bunların giderek silikleştiği bir sınıf bu. “Kürt” dediğin anda yüzünün ifadesi değişen, “Akbelen” dendiğinde “orası nere” ya da “milli enerji politikalarımız” diye söze başlayabilen, Alevi dediğinde tarihsel gericilik birikimi refleksleriyle höyküren, kadın ya da LGBTİ+ dediğinde ataerkinin en gerici söylem ve tutumlarını kuşanan bir işçi sınıfı. 

Dahası neoliberal politikalarla sadece ideolojik-siyasi kültürel değil, nesnel olarak da paramparça edilmiş bir sınıf gerçekliğiyle karşı karşıyayız. O politikalar zaten ekonomik-siyasi-ideolojik-kültürel bir bütünlüğü ifade eder. Bu bütünlüğün esas dertlerinden birini, kapitalist üretimin yapısal krizini yani düşen kâr oranlarını yeni bir birikim modeli üzerinden aşmak ve emeğin buna karşı gelişecek direncini birçok yöntemle kırmak oluşturur. 

Yıllar içinde oluştu bu tablo

Hakim sınıflar yıllarca bunun için uğraştılar ve epey de yol aldılar. 

Geliştirilen üretim organizasyonları bu mantığa göre şekillendi. Bu aynı zamanda önceki dönemde hayata geçirilen birikim modelini, emek rejimini ve buna uygun olarak şekillenmiş tüm toplumsal ilişkileri yeniden örgütlemek anlamına da geliyordu. Sosyalizm etkisinin dünya düzleminde güçlü olduğu, emperyalist kapitalizmin bunun ciddi basıncıyla nefes alıp verdiği, yanı sıra 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yarattığı yıkımın devasa bir pazar oluşturduğu bir dönemde uygulanan Fordist üretim modeli ve Keynesyen politikaların yarattığı tüm sonuçlar, artık ayak bağı olmaya başlamıştı. O dönemdeki büyük çaplı üretim, büyük fabrika ve bant sistemine dayalı seri üretim, sendikal örgütlenme, kitleleri sisteme özümsetmekte kullanılan sosyal demokrasi, buna eşlik eden “sosyal devlet”, dahası tüm düşünüş biçimleri, mevcut krizin aşılması için uygulanacak birikim modeli açısından ortadan kaldırılmalıydı! 

Bu modelle birlikte yıllar içinde fabrikanın yerini -fiziki olarak kalsa bile- taşeron ya da üretimi parçalayacak başka biçimler aldı, tek bir fabrika birçok fabrika haline getirildi, üretim parçalara ayrılarak dünya düzeyinde emeğin ucuzluğu ve onun temel nedeni olan örgütsüzlüğünün güçlü olduğu yerlere taşınmaya başlandı. Sağlık-eğitim gibi yakıcı toplumsal ihtiyaçlar da dahil tüm toplumsal ihtiyaçlar metalaştırılarak burjuvazi için nemalanacağı alanlar haline getirilirken devletin bunlar için yaptığı harcamalar da doğrudan sermaye kasalarına akıtılmaya başlandı.  

Üretimin teknik altyapısıyla da birleşik olarak dünya düzleminde toplumsallaşmasında on yıllar içinde baş döndürücü bir dönüşüm yaşandı. Bu gelişmenin her adımında daha da dizginsizleşen emek sömürüsü proleter kitlelerin karşı tepkilerine de sahne oldu. Ancak bu tepkilerin parçalılığı, yeni duruma uygun örgütlenme modelleri ve mücadele biçimlerinin geliştirilmemesi oranında devam etti.

Şimdi hem burjuvazi hem de işçi sınıfı açısından yeni bir eşikteyiz. Onlarca yıl içinde yaratılmış emek rejimi gelinen noktada daha vahşi biçimlerle derinleştirilmek isteniyor. İşçi sınıfı da bu yıllar boyunca devam eden saldırılar karşısında elinde kalan son mevzileri, hak kırıntılarını korumak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya.  

Sınıfın elbette bir hafızası var, ama… 

Türkiye gibi ülkelerde durum gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerden daha vahim. Özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar, esnek çalışma biçiminin envai çeşidiyle alabildiğine örgütsüzleştirilmiş, tüm toplumsal ihtiyaçları kapitalist piyasada satılan metaya dönüşmüş, elde avuçta kalan örgütsel mevzileri bu saldırı sürecinde için için çürümüş, nesnel duruma uygun örgütlenme modelleri yaratılıp çekim merkezi haline getirilememiş bir gerçeklik var karşımızda. Fakat tam da bu gerçeklik içinden yeni bir mayalanma tüm zayıflıklarına rağmen görünürleşiyor. 

İşçi sınıfı, öncesinde olduğu gibi ’80 askeri faşist cunta döneminin ardından da önemli dalgasal eylemlerin öznesi oldu. ’89 Bahar eylemleri, ’91 madenci grevi, emekçi memur hareketinin ortaya çıkıp örgütlenmesi ilk akla gelen örnekler. Sonrasında özelleştirme saldırısına karşı gelişen tekil direnişler, sefalet dayatmalarına karşı grev ve eylemler, taşeronluk sistemine yönelik özellikle kimi belediyelerde yapılan unutulmaz direnişler yaşandı. Etkili bir sendikal ve siyasal öncülüğün yokluğundan dolayı bunlar tekil kalmaktan kurtulamadılar belki ama toplumsal mücadelenin ‘90’lardaki ruhunu hatırlatıp yaşatan inatçı direnişler oldu. Bu zincirin son halkaları 2010 Şubatı’nda TEKEL direnişi, ardından 2015’te Metal Fırtına olarak geldi. 

Fakat direnişlerin sınırları hep aynı kaldı: Saldırıya karşı savunma. 

Keza kabaran dalgalar içinde devrimci ve sosyalist hareketle sınıf arasında belirli köprüler kurulmuş olsa da bu köprüler daha içerden bir bütünleşme niteliği kazanamadı. Bu açıdan da Türk tekelci burjuvazisi ve devleti için dengeleri gözeterek de olsa belirli saldırılar hayli kolay geçiştirildi. 

Gelinen noktada… 

Gelinen noktada ise işçi sınıfının çok küçük bir kısmı dışında gövdesi sendikal anlamda bile örgütsüzleşmiş, yıllar içinde ideolojik-siyasal olarak dönüştürülmüş, tarihsel gericilik birikimi, kapitalist tüketim alışkanlıkları ve kendi içindeki katmanlaşmayla sistemin yaratmak istediği sınıf olma vasıflarını büyük ölçüde kaybetmiş (sistemin istediği de bu değil mi?)bir sınıfa dönüşmüştür. 

Fakat tam da bu dip noktası doğrulup silkinebileceği bir zemin haline gelmiştir. Emek sömürüsünün despotik biçimler kazandığı, iş cinayetlerinin adetten sayıldığı, ücretlerin süreklileşmiş biçimde baskılandığı, sendikalaşmanın çeşitli kodlarla kıyım gerekçesi yapıldığı, kıdem tazminatı hakkı ve sosyal güvenlik sisteminin kazınmaya çalışıldığı, kısacası yıllardır örgütsüz bir sınıf yaratmakta atılan adımların elde kalan son kırıntıların da gaspıyla nihayete erdirilip sınıfın tümüyle iradesizleştirilmeye çalışıldığı bu koşullarda sıçrayıp yukarı çıkmanın koşulları da dün olduğundan daha fazladır. 

Nitekim bunu son yıllarda özellikle örgütsüz-enformel işçi kesimlerinin krizin faturasının eriyen ücretler ve hak gasplarıyla ödetilmesine karşı gelişen kendiliğinden hareketlerden de görüyoruz. Enflasyonun tırmanıp ücretlerin eridikçe erimesine karşı önceki yıl özellikle motokuryelerin, Antep ve Urfa gibi dokuma ve tekstil merkezlerinde tekstil işçilerinin, Antep ve Adana’da saya işçilerinin, çorap işçilerinin bölgesel olmakla birlikte bazıları başka illere de sıçrayan eşzamanlı iş bırakma eylemleri bunun ilk örneklerinden biriydi. 

O zaman “solun” büyük bir kesimi “işçi baharı” demişti bu gelişmeye, işçi sınıfının hali pür melalinin farkında olmamanın da ifadesi olan abartılı değerlendirmelerde bulunmuştu. O hareketin patladığı gibi kendiliğinden yayılıp güçleneceği beklentisi hepimizi keserken, bir süre sonra sönümlendi. Bu kaçınılmazdı da. Çünkü işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi, günümüz koşullarında ufku bu kadarına yetiyordu. 

Bu yıl da Antep gibi bir sömürü üssünde dalgasal nitelik kazanmasa da ardı ardına benzer ücret eylemleri gerçekleştirildi. İşin ilginci patronların teklifiyle işçilerin talepleri arasındaki fark o kadar küçüktü ki, bu bile başlı başına çok şey anlattı. Keza sınıf sezgileriyle patronlar, sınıfın bütününe bulaşma potansiyeli yüksek bu eğilimi tırpanlamak için kıyım sopasını devreye sokup sayısız dalavereye başvurdular.

Lenini şimdi daha fazla hatırlamalıyız

Sonuç olarak sınıfın özellikle en güvencesiz, en berbat koşullarda çalışan bölüklerindeki örgütlenme arayışının yabana atılmayacak bir derinlikte olduğunu değişik sektörlerdeki kıpırdanmaların yeniden artışında görüyoruz. Depo, enerji, madenler, metal ve otomotiv, petro kimya, inşaat, tekstil, gıda gibi geniş bir yelpazeyi kapsıyor bu eğilim. Kazanımla sonuçlanan her direniş bütüne de moral ve cesaret aşılıyor. 

Bazılarında öncü-devrimci güçlerin rolü olsa da genellikle kendiliğinden patlayan ve biri bitmeden diğeri başlayan işçi direnişleri bir yönüyle kendiliğinden mücadelenin sınırlarını gösteriyor ama diğer yönden bunların bir dalgaya dönüşmesi/dönüştürülmesi imkân ve potansiyelini de içinde taşıyor. Lenin’in kendiliğinden mücadele-öncü ilişkisi konusundaki yaklaşımı ve bu konudaki tarihsel tartışmalar işte bu noktada bir kez daha hatırlanmayı hak ediyor. 

İşçi direnişleriyle romantize edilmiş, kabarışa geçtiği her önemde heyecana kapılıp sönünce uzaklaşıveren bir ilişki değil, istikrarlı-ısrarlı bir ilişki için özel bir yoğunlaşma içinde olmalıyız. Onun Kürdün, Alevi’nin, kadının, LGBTİ+’nın, doğası ve yaşamı katledilen köylünün, geleceği çalınan gençliğin ve tüm ezilen-baskıya maruz kalan kesimlerin dertleriyle hemhal olmasını sağlayacak bir ilişkilenme için kabaran bu kendiliğinden mücadele derelerinin içinde yüzmeli, tüm enerjimizi buna hasretmeliyiz. Ekonomistlerin Lenin’e sorduğu “Tüm toplumsal kesimlere gidecek gücümüz, kadrosal birikimimiz mi var ki?” sorusu bizim ağzımızdan çıkmamalı. Tüm toplumsal kesimlere gidecek gücü kabaran işçi dalgaları içine daldığımız oranda çıkaracağız. Bunun örnekleri, daha şimdiden bile küçük küçük kabarcıklar şeklinde çeşitli işkollarında yürütülen ısrarlı sınıf çalışmalarıyla açığa çıkıyor.