Bilim, Komün, Öcalan

Kazım Bayraktar
Kürt Özgürlük Hareketi hem Türkiye hem de bölge genelinde gelişen koşullar ve değişen dengeler nedeniyle tarihsel bir tıkanma ve geri çekilme sürecine girdi. Anlaşılır bir durum. Sınıfların ve ezilen halkların mücadele tarihinde örnekleri çoktur. Ancak böyle süreçlerde verilen tavizlerin geçici olup olmadığı, ideo-politik kırılma içerip içermediği hususu mücadelenin geleceği açısından belirleyici bir öneme sahiptir. PKK’nin silah bırakarak kendini feshetme sürecinde ortaya konulan stratejik perspektif ve başta Öcalan olmak üzere Demokratik Modernite Dergisi’nde yazılan makaleler geri çekilmedeki yönelimin geçmişin inkarı, devletle bütünleşme, ideolojik kırılma yönünde olduğunu gösteriyor.
Sürece öncülük yapan Öcalan’ın siyasetten ekonomiye, dinden felsefeye kadar tüm düşünceleri salt içeriklerinden dolayı değil tarihinde çok ağır bedeller ödeyerek varlığını sürdürüp önemli mevziler kazanan KÖH üzerindeki paralize edici etkisinden dolayı eleştiriyi zorunlu kılıyor. Marksizme ve bilime karşı açık saldırısı yanında “demokratik konfederalizm”, “komünalizm”, “radikal demokrasi” gibi tarihin çoktan çöp sepetine attığı M. Bookchin’den ve E.Laclau-C. Mouffe ikilisinden alınmış kavramlar altında kurgulanan demokrasi anlayışının eleştirisi bu yazının konusunu oluşturuyor.
Katıksız İdealizm, Felsefi Sefalet
Sözde materyalist olduğunu iddia ederken bazen evrimi de savunuyormuş gibi yapan Öcalan, “Manifesto” gibi iddialı bir başlık taşıyan kitabında ve yazılarının çoğunda bir zamanlar savunduğu Marksizmi hedefe koyarken felsefede korkunç bir idealizm sergiler: “Tüm toplumsal inşalar zihniyet ürünüdür. Söylenenin aksine el ve ayaklar toplumu inşa etmez. Marksizmin en büyük hatalarından biri, devrimi zihniyet alanında yoğunlaştırmadan inşayı günlük baskı, istismar altındaki proleterden beklemesidir….Tarihin tüm önemli olayları, gelişme süreçleri ve yapılanmaları etkili zihniyetler ve iradelerin eseridir.”*1
Maddi yaşamı bilincin belirlediğini iddia etmek katıksız idealizmdir. Öcalan “insanı hayvandan ayıran nedir” sorusuna maddi yaşamın üretiminden ve emekten söz etmemek için tam da bu idealizmiyle uyumlu en yüzeysel yanıtı verir: “Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgü bir düşünce. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır.*2 İnsanın hayvandan farklı özelliklerinden sadece biri olan düşüncenin oluşumunu sağlayan ilişki ve hareketi açıklamaz. İnsanı hayvandan ayıran belirleyici özellik, hayvan doğanın verdiklerini tüketerek varlık sürdürürken insanın doğanın verdiğini yeniden üreterek varlık sürdürmenin de ötesine geçmiş olmasıdır. Bu etkinliğin “varoluş savaşının kıvılcımı”yani emek olduğu, doğa, antropoloji ve tarih bilimlerinin bilimi olan tarihsel-materyalizm tarafından kanıtlanmıştır. Engels’in deyimiyle: “Ekonomi politikçiler emek bütün zenginliklerin kaynağıdır der. Gerçekten de bir kaynaktır -ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bunda da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birinci temel koşuludur ve belirli bir anlamda bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.”*3
Öcalan’ın küçümsediği “el ve ayaklar”, aynı zamanda dil/gırtlak, beyin/bilinç yani insanın milyonlarca yıl süren kendi yaşam araçlarını elbirliği tarzında üretme mücadelesinde gelişen başat organlarıdır. İnsana dönüşmeye aday bazı türler yok olurken varlık sürdürebilen türlerin yarı hayvanal bir aşamadan geçerek evrimleştikleri her geçen gün ortaya çıkarılan yeni bilimsel bulgularla tekrar doğrulanıyor. Marksizmin “doğa dini” diye ifade ettiği evrimin bu aşamasındaki “doğaya dair salt hayvani bilinç” doğanın kucağında, onun sunduğu yaşam araçlarını yeniden üretmeye çalışan beden eylemine sıkı sıkıya bağlı ve çok sınırlı kafa eylemidir. “El ve ayaklar” Öcalan’ın nasıl ortaya çıktığını açıklamadığı kendinden menkul bir zihniyetle değil üretim mücadelesinin organik araçları olarak gelişirken, ortak dil ve bilinç eşliğinde sürü topluma dönüşmektedir:
“…Doğa üzerindeki egemenlik, elin gelişmesiyle, emek ile başladı ve her yeni ilerleme de insanoğlunun ufkunu genişletti. (…) Öte yandan emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa etkinlik durumlarını çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı; maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam biçimde değişti ve ağız organları yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının tek doğru açıklama olduğunu gösterir.”*4
İrade ve zihniyet tanrı lütfu olmadığına, insanın milyonlarca yıl süren evriminde kendi yaşam araçlarını üreterek kazandığı bilincini biçimleri olduğuna göre: “İnsanları harekete geçiren ne varsa hepsi zorunlu olarak onların beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim koşullara çok bağlıdır.”*5 Koşullar ise insanların varlıklarının toplumsal yeniden üretiminde başlayıp tarih boyunca üretici güçler ve üretim tarzı ekseninde çeşitli biçimler alarak gelişen iktisadi-siyasi, kültürel tüm tarihsel-toplumsal ilişkilerden başka bir şey değildir.
İnsanların düşünce, zihniyet, inanç, kültür, siyaset (devlet) ve hukukunu onların maddi yaşamlarının toplumsal üretiminden -tarih tarafından çürütülmüş postmodern yapıbozumcuların deyimiyle- “söküp ayırarak” ele aldığınızda başta din ve siyaset olmak üzere tüm üstyapıda olup bitenleri ve tarihi keyfinize göre yorumlayabilir, tarihsel ve bilimsel kavramları bağlamından koparabilir, her türlü fantastik üstyapı (siyaset, ahlak, zihniyet, “komünalizm”, “konfederalizm”, “radikal demokrasi” vb.) biçimleri hayal edebilirsiniz. Sizi bilimsel olarak bağlayan hiçbir şey kalmamıştır.
Bilincinizi bilimsel zorunluluklardan “özgür” kıldığınızda, tarih boyunca sürekli gelişen üretici güçler ile özel mülkiyet ve dolaysıyla siyaset/devlet biçimleri arasındaki tarihsel diyalektiği, üretenler (köle, serf, işçi) ile mülk edinenler arasındaki (bugün tarihsel doruğuna ulaşmış) iktisadi uçurumu, sermayenin iktisadi merkezileşmesi (Öcalan’ın komün diye savunduğu küçük üretimle pazar ve kaynaklarını kontrol ve denetimi altına alan tekelci-emperyalist kapitalizm) ile iktidarın/devletin siyasi merkezileşmesi (tek devlet, tek millet ve faşizm) arasındaki zorunlu ilişkiyi, iç içe geçen bu iki merkezi sistemin mülksüzleştirerek ücrete mahkum ettiği devasa kitleyi -ırk, dil, din, cinsiyet, kültür vb. farklılıklarını kullanarak- parçalayıp birbirine düşmanlaştırarak yönetme tarzını, bütün bu ilişkileri, altyapı-üstyapı üretim-yönetim bütünselliği içinde analiz etme zahmetinden de kurtulmuş olursunuz. Ama bu durumda düşmanlaştırmanın nedenini açıklamak için elinizde istediğiniz gibi kavram oyunları kurgulayabileceğiniz üç kavram kalır: Ahlak, Zihniyet ve İrade. Öcalan bu üç kavramı paradigma yaparak Marksizme ve bilime karşı apaçık saldırıya geçer.
Önce pozitivizmi -diğer yönleriyle değil, maddi gerçekliği esas aldığı için- eleştirir: “Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır. Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar.”*6
Tasavvuf felsefesinin öncülerinden Yunus Emre, softa bir hocaya hitap ettiği bir şiirinde: “İlim ilim bilmektir/İlim kendini bilmektir/Sen kendin bilmez isen/Ya nice okumaktır” diyerek yaşadığı ortaçağın koşullarında bilginin insana ve Hak’ka (tanrıya) hizmet etmesi gerekliliğine işaret ediyordu. Öcalan ise bilim ve teknolojinin tarihsel doruğuna ulaştığı çağımızda “bilim kendini bilmektir” dediğinde ahlakın dinsel tasavvuf yorumuyla aynı kulvarda buluşup çağının gerisine düşerken ahlaka ulaşma yolunda “kendini bilme”nin iki yönteminden söz eder: İç gözlem ve sezgi:
“Kendini bilme sağlanmadıkça girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz… Kozmos ve kaosun ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini ifade etmek istiyorum.”*7
İç gözlem psikoloji biliminde kullanılan bir kavramdır. İnsanın kendi davranışlarını, düşünce, duygu ve güdülerini incelemesidir. Dikkatini kendine odaklayan insanın dış dünyayı kendi sezgileriyle kavrayabileceği düşüncesi, felsefi literatürde sezgicilik (entüisyonizm) olarak bilinen, sezgiye akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında öncelik ve üstünlük tanıyan, kurucusu Henri Bergson olan bir felsefe akımıdır. Sezgicilik, gerçek bilginin kaynağının duyuların ve akıl yürütmenin dolayımlarını gerektirmeyen dolaysız sezgi olduğunu, insanın sezgi yetisinin bir şeyin gerçekliğini dolaysız bir şekilde duyumsama ve akıl yürütme süreçlerini gerektirmeden kavrayabileceğini savunur. Dış dünyanın içgüdülere etkisinden doğan sezgiyi abartıp aklı dışladıkça, içe dönüp nesnellikten uzaklaştıkça insan mistisizmin ve gizemciliğin dünyasına dalar.
Bir düşünceyi mistik ve gizemli bir içerik ve üslupla ifade etmek, dinin tarihte ilk ortaya çıkışına kadar uzanan bayatlamış eski bir yöntemdir. Komünal çağdaki saflığının yerini özel mülkiyet çağlarında siyasal-dinsel propaganda ya da idealist fikirleri etkili kılma amacı almış, günümüzde ise daha çok burjuva ve faşist iktidar odaklarının kullandıkları toplumsal algı yaratma aracına dönüşmüştür. Özünde maddi gerçekliği manipüle ederek veya çarpıtarak muhataplarını kendi gizemli dünyasına çekme yöntemidir. Bu nedenle bilimle arası hiç iyi değildir. Egemen sınıfın ideolojik etkisi altında olan toplumlar bu yöntemle kolaylıkla manipüle edilebilir, zaten ediliyor.
Düşüncelerine mistik ve gizemli bir hava vermek için iç gözlem ve sezgi kavramlarını kullanan Öcalan’ın “kendini bilme bilimi”nde doğal olarak bilimsel nesnelliğe de ihtiyaç yoktur: “Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim.”*8
“Derin deneyimler”in ne olduğunu da açıklamaz ama bilimsel deneyi kastetmediği bellidir. Çünkü Öcalan sadece laboratuvarlarda bilim insanlarının planlayıp uyguladıkları bilimsel deneyleri değil, insan ve doğa tarihindeki tüm gelişmeleri yani yaşanmış tarihi tarihin laboratuvarı olarak ele alıp insanların kişisel inançlarını, önyargılarını, ahlak ve zihniyetlerini araştırma sürecine ve sonuçlarına karıştırmadan, verileri ve bulguları açıkça ve tarafsız bir şekilde ortaya koyma yöntemi olan bilimsel nesnelliği reddetmektedir. Tarihi “zihniyetlerin ve iradelerin eseri” olarak tanımlayan Öcalan’ın idealizmi, 18-19. yüzyıllarda bilim ve teknolojideki gelişmeler atağa kalkarken maddi gerçeklikten kopuşunun doruğuna ama felsefi ömrünün de sonuna ulaşan felsefi idealizmin karikatürize edilmiş halidir.
Bilimin nesnel önkoşulu olan madde ile onun kendi yaşam araçlarını yeniden üreterek “düşünen madde”ye (Engels) dönüşen organik parçası olarak insan bilimin iki temel varlık nedenidir. Maddenin bu iki biçimi olmadan bilimden söz edilemeyeceği tartışmasızdır. O halde Öcalan’ın reddettiği bilimsel nesnellik, “düşünen madde”nin kendisinin de dahil olduğu nesnel dünyanın kendi düşünce ve inançlarından bağımsız ele alınmasıdır. İnsan tarihi söz konusu olduğunda bilimsel nesnellik insanların kendileri hakkında ne söylediklerinden ve ne düşündüklerinden değil gerçekte ne olduklarından hareket ederek düşünce, zihniyet ve iradelerinin neden öyle değil de böyle biçimlendiklerini araştırmayı esas alan bir yöntemdir. Çünkü insanın zihniyeti de iradesi de maddi toplumsal varlığının yeniden üretiminde biçimlenir:
“Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci biçimde, şeylerin ele alınışında, canlı bireymiş gibi bilinçten hareket edilir, gerçek yaşama uygun düşen ikinci biçimde ise bizzat gerçek ve canlı bireylerden hareket edilir ve bilinç sadece onların bilinci olarak dikkate alınır….Eğer bu bireylerin gerçek yaşam koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünü ise, eğer onlar tasarımlarında gerçeği (tıpkı Öcalan gibi- nba) baş aşağı ediyorlarsa, bu olay da gene onların sınırlı eylem biçimlerinin ve bundan doğan daracık toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.”*9
Bilimsel nesnellik ortadan kalkınca, bilimsel incelemenin öznesi olan insana nesneden ayrılıp kendine dönme, nesnel durumu inceleyen özne olmaktan çıkıp iç gözlem yoluyla nesneden “anlam”lar türeterek “kendini bilme” ve “ahlak”a, “tüm toplumsal inşaları” inşa edecek “zihniyet”e ulaşmanın yolu açılır. Ve sonunda Öcalan’ın cehaleti, felsefi sefaletin doruğunda saçmalığa dönüşür: “Özne-nesne ayrımına dayalı bilim köleliği meşrulaştırır”. Şaşırıp da ne alaka (!?) derseniz, Öcalan’ın “kendini bilme bilimi”nin mantığı şöyle yanıt verir: Özne-nesne ilişkisini ve kavramlarını kullanan bilim köle sahibini özne, köleyi de onun nesnesi olarak sıfatlandırdığı için köleliği meşrulaştırır. “Köleliğe kuşkuyla bakmak ve karşı durmak, kendi ideolojisini ve eylemini bu temelde geliştirmek”*10 gerekir. Öcalan’ın derdi, Marksist diyalektiğin öğrettiği “herbirini diğerinin varlık nedeni (öznesi-nesnesi) yapan üretim tarzının geliştiği tarihsel zorunlulukları” dışlayıp efendinin ve kölenin durumlarını kendi “zihniyet”lerine teslim edip “kuşkuyla baktığı” kölenin varlığının üretim tarzı ile ilişkisini görünmez kılmaktır.
Öcalan gerek Perspektif metninde gerekse diğer yazılarında mistik ve gizemli yöntemiyle tarih yaptığına inandığı kendi “etkili” zihniyetini/iradesini çocukluğundan gelen önderlik ve sezgisel düşünme yeteneğine bağlar. Daha da ötesi dinsel bir benzetmeyle konuyu kendini kutsamaya kadar vardırır. Örneğin Suriye’den sınırdışı edilişini, İslam Peygamberi Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünün kutsal adı olan “Hicret”e benzetir: “Avrupa’ya çıkışımla gerçekleşen İkinci Büyük Hicret (Birincisi Hz. İbrahim’in izinde Ortadoğu’ya yapılanıydı; hatta buna köy isyanıyla bağlantılı kente hicreti de eklemek gerekir) uluslararası gerçekliğin daha yakından tanınmasına katkıda bulundu.”*11
Başka bir örnek: PKK’nin fesih kongresine “devlet yetkililerinin gözetimi altında” sunduğu Perspektif metninde kendini yüceltirken, bugüne kadar kendi tavsiyelerini pratiğe geçirmekte ayak direyen -ki bu direnme bölgede ve dünyada gelişen maddi siyasal konjonktürel koşullara çok bağlıdır-yöneticileri ve kadroları azarlar: “Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda APO gerçeği hem bir süre durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor.”*12
Öcalan tarih yapan “etkili zihniyet”inde “kendini bilme bilimi”ni anlambilime dayandırır: “Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar… her şeye anlam yükler… Tekraren de olsa vurgulamalıyım ki, sosyolojiyi tarihleştirmek, tarihi ise sosyolojileştirmek ‘anlambilim’de ilerlemenin baş koşullarındandır… Spekülatif düşüncenin önemini inkâr etmiyorum… Kalkıp ‘Tarihi altyapı belirliyor’ veya tersine ‘Tarih devletin eyleminden ibarettir’ demek ne kadar olay sıralansa ve çözümleme yapılsa da tarihin gerçek anlambilimi açısından saptırılması ve çarpıtılmasından öteye bir sonuç vermez.”*13
Öcalan’ın “anlambilim”in anlamını ne kadar anladığı, anlambilimin ne kadar bilim olduğu da tartışılır. “Bilimlerin sınıflandırılması” der Engels, “Her bilim, hareketin tek bir biçimini ya da birbirine bağlı ve birbirine geçen bir dizi biçimini tahlil eder. Şu halde bilimlerin sınıflandırılması, hareketin bu biçimlerinin kendilerinde var olan sıralanışa göre sınıflandırılması, düzenlenmesidir ve onun önemi de buradadır.”*14
Bilim genel ve öz olarak maddi gerçekliği nesnel olarak inceler. Nesnelerin tarihsel veya zamansal hareketi içinde değişimlerine göre işlev ve anlamları da değişir. Bu anlam değişmelerini, nedenlerini, sınıflandırılmasını, genel devinimlerinin altında yatan yasaları inceleme konusu yapan anlambilim gittikçe tarihsellikten uzaklaşmış, şeylerin geçmişlerine bakılmaksızın andaki görünüşlerinden mistik ve gizemli anlamlar soyutlama tarzına dönüşerek bilimsel özelliğini yitirmiştir. Böyle bir bilim dalının ne kadar gerekli olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Öcalan “anlambilimi” tam da bu mistik, gizemli, bilim olmaktan çıkmış biçimiyle seviyor, “tarih yapan” “etkili zihniyeti”nin bilimsel bir dayanağı olduğuna dair algı oluşturmaya çalışıyor.
“APO gerçeği”nin tarih yapan “etkili zihniyet”ini neresinden tutsak elimizde kalıyor. Bilimsel nesnelliği reddeden Öcalan’ın sezgiciliği saçmalamanın da ötesine geçer, Marksizme yaptığı gibi bilime karşı da fütursuz bir saldırıya dönüşür: “Bilim adına yöntem konusundaki ısrar en tehlikeli diktatörlüğe götürebilir. Nitekim bilimsel yöntemin yalınkat savunucusu olan Alman ulus-devletçiliğinin faşizmi doğurması bu değerlendirmemizi doğrulamaktadır.”*15
Üretim ilişkileri ekseninde saflaşan çıkarları uzlaşmaz sınıfları ve tarihsel mücadelelerini, devletin üretim ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı sınıfsal yapısını inkar eden, kendini nesnel gerçekliğin bilimsel bağlarından azade kılan zihniyete, bilim ve teknolojinin hangi sınıfın elinde ve tekelinde doğaya ve insanlığa karşı nasıl kullanıldığını, bilimi ve teknolojisiyle tüm üretici güçlerin zor yoluyla egemen sınıfın elinden alınıp insanlığın hizmetine koşulması için komünist devrim zorunluluğunu anlatmanın, örneğin insanlığa hizmet için ömür veren, bedenlerini deneylerinde kullanırken can veren bilim insanlarının buluşları kapitalist-emperyalist faşist devletlerin ve silah tekellerinin elinde nükleer silaha dönüştürülüyorsa “bilimsel yöntemin ne suçu var” diye sormanın bir yararı yoktur. İç gözleme ve sezgiye kapanmış geri zihniyet anlamayacaktır.
Komün İktisadi Bir Pazar Değildir
Öcalan, Kürt sorununun uzlaşmayla çözümüne ideolojik temel oluşturma uğruna önce evrensel bilimsel gerçekliğin tüm uzlaşmaz çelişkilerini -hatta tarih, doğa, antropoloji ve sosyolojinin bilimsel olarak kanıtladıkları nesnel gerçeklikleri dahi- kendi zihin ve zihniyet dünyasından defettikten sonra yerine “karşıtların yapıcı birliği” (bba) gibi felsefi bir kavram uydurur ama evrensel, tarihsel, felsefi açıklamasını yapmaz. Sonra da kurguladığı kavrama uymayan, antagonist sınıfların mücadelesini tarihsel nesnel gerçeklik olarak açıklayan tarihsel materyalizm bilimini “bilimsel objektifliği en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı” olarak “sergilediği” gerekçesiyle dışlar, kavrama uygun yeni bir tarihsel materyalizm zihniyetini zihninde “inşa” ediverir: “Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum”. Ve ardından uyarır: “… sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir.”*16
Sınıf mücadelesini bırakalım, toplumu sınıflara bölmeyelim! Silahlara da veda edelim çünkü: “Ulus devlet nasıl kapitalizmin silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür”*17
Devlete karşı “silah” olarak komün denince aklınıza sakın Paris Komünü gibi proletaryanın tarihteki ilk devrimci iktidar deneyimi veya 1917 Ekiminde devrim yoluyla iktidarı ele geçiren sovyetler gelmesin! Öcalan, Bookchin gibi tüm yapıbozumcu post modernist akımlara özenerek komün kavramını tarihsel kökeninden, üretim-bölüşüm tarzından söküp ayırır, içini boşaltır, “ekonomi dışı kapitalist tekeller (!)”e karşı küçük-orta burjuvazinin “kapitalist olmayan pazarını (!)”, bu pazar ekseninde yapılanmış toplumu kendi “zihniyet dünyasında” kurgular: “Demokratik konfederasyonun temel aldığı toplum ekonomik ve ekolojiktir. Ekonomik olması pazarı tanıması ve tekelciliği reddetmesi anlamına gelir. (…) Toplumsal bir pazar mümkündür. Tekellerin hakimiyetine girmiş bir pazarın topluma hizmeti olmaz… Her ekonomik faaliyet alanında azami verimlilik ve yararlılık karşılığında toprak ve araç üzerindeki komünal tasarruf ideal olmalıdır.”*18
“Ekonomi” ve “pazar” meta mübadelesine dayanan iktisadi ilişkileri, “tasarruf” ise meta ilişkilerinin hukuksal biçimini yani bireyin değişim değeri olan özel mülkünü (toprak, sermaye, meta) istediği gibi (pazarda satarak, faize veya kiraya vererek) değerlendirme hakkını/hukukunu ifade eden kavramlardır. Oysa komün, insanın milyonlarca yıl süren evrimin ilk aşamasında kendi geçim araçlarını kolektif emekle yeniden üreterek, herkesin ihtiyacına göre eşit paylaşarak, emeğin nesnel araçlarını sunan doğayı kolektif sahiplenerek insanal öz kazandığı, sürüden topluma dönüştüğü aşamadaki ilk toplumsal yaşam biçiminin adıdır. Trampa ile başlayıp özel mülkiyet sistemine dönüşünceye kadar on binlerce yıl süren uzun ve zorlu evrim sürecinin gerçek komünal toplumlarında ne pazar vardır ne ekonomi ne özel mülkiyet ne de devlet.
İnsan emeğinin artı-ürün üretmediği evrimin ilk ve en zorlu aşamasında çalışabilecek durumda olan herkes çalışmak ve yaşayabileceği kadar pay almak zorundadır. Aksi halde toplumsal varlığı sürdürmek olanaksızdır. Yaşamın kolektif emek sayesinde sürdürülebildiği koşullarda eşitlik doğal, zorunlu ve bölüşümün üretim tarzı tarafından koşullanmasının ilk tarihsel biçimi, aynı zamanda komünü komün yapan özelliğin vazgeçilmez unsurudur. Burjuvazinin iktisadi gerçek eşitsizliği hukuk-siyaset perdesi arkasına gizlediği “yasalar önünde eşit yurttaşlık hakkı” değildir.
Komünal eşitliği biçimlendiren kolektif üretim-bölüşüm ilişkisi, doğanın zorunluluklarının toplumsal olarak kavranmasının da önünü açar. Zorunluluğun kavranması, insanın doğa ile ilişkisinde başlayan, doğanın egemenliğinden kurtulma anlamında ilk özgürlük biçimidir. Hayvandan insana evrimin başlangıcında henüz kavranamayan zorunluluk karşısında özgürlükten söz edilemez. Doğanın zorunlulukları kavrandıkça özgürlük gelişirken, kavranan zorunluluk özgürlüğün sınırlarını ve kavranması gereken yeni zorunlulukları gösterir: “…Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığına bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının metnini belirleyen zorunluluk o denli büyüktür; (…) Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar, her özel noktada hayvanlar denli az özgür idiler…”*19
Doğanın egemenliğinden kurtulan insanın gerçek özgürlüğü artı-üretimle başlar. Üretim araçlarının belli bir gelişme aşamasında emek artı-ürün üretmeye başladığında yaşamak için zorunlu üretim faaliyetinden arta kalan, bireye doğayla, toplumla ve diğer bireylerle ilişkisinde yeni insanal özellikler geliştirme olanağı sunan artı-zaman tüm bireylerin, dolayısıyla üretenlerin komünal toplumsal insanal özgürlüğüdür. Özel mülkiyet sistemlerinin yasal ve siyasal koşullarına zincirlenmemiştir.
Üretenlerle mülk edinenlerin ayrılmadığı evrimin komünal aşamasında biçimlenen toplumsal yaşam tarzının tarihsel bir ifadesi olan komün kavramının (dolayIsıyla geleceğin sınıfsız-devletsiz komünist toplumunun) vazgeçilmez dört unsuru vardır: 1- Kolektif emek, 2- Doğanın kolektif sahiplenilmesi, 3- Eşitlik, 4- Özgürlük.
Bookchin ile Öcalan’ın komünü çarpıtarak kurguladıkları “komünalizm”de bu unsurların hiçbirine yer yoktur. [sürecek]
Dipnotlar:
*1A. Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları, sf.31, bba
*2A. Öcalan, Perspektif
*3F. Engels, Doğanın Diyalektiği, sf. 186
*4F. Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol yay. sf. 189, bba
*5F. Engels, Ludwig Feuerbach Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol yay. sf. 55, bba
*6A. Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı Ziggurat, Demokratik Modernite Sayı 18, bba
*7Öcalan, agy
*8Öcalan, agy, bba
*9K. Marx-F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol yay. Sf 48, dipnot 14]
*10Öcalan, agy
*11A. Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, sf. 116
*12A. Öcalan, Perspektif, Serxwebûn, bba
*13Öcalan,“Kapitalizmin Döl Yatağı Ziggurat”, Demokratik Modernite, bba
*14F. Engels, Doğanın Diyalektiği, sol yay. sf. 272
*15A. Öcalan,“Kapitalizmin Döl Yatağı Ziggurat”, Demokratik Modernite, sayı 18, bba
*16A. Öcalan, Perspektif, Serxwebûn, bba
*17A. Öcalan, Perspektif, Serxwebûn, bba
*18Öcalan, Demokratik Konfederalizm, bba
*19Engels, Anti-Dühring, Sol yay. sf. 202


