Sol Liberal “Radikal Demokrasi”- II
Kazım Bayraktar
Kapitalizm gittikçe artan oranda dehşet saçıyor. Dünya burjuvazisi yıkıcı rekabet sarmalında, sermaye birikimi ve azami kâr uğruna doğaya ve insana ait ne varsa talan ediyor, ölümcül sonuçları binyıllara yayılacak şekilde zehirliyor, çürütüyor, yok ediyor. Sistemin doğasından kaynaklanan iktisadi kriz bir kez daha tarihinin en ağır krizine doğru derinleşirken, bir yandan da tüm dünyada faşizmi yeniden ve yeni biçimler altında inşa ederek üçüncü ve daha kanlı bir emperyalist paylaşım savaşının sinyallerini veriyor. Teknolojiyle uzayı keşfedip, yapay zekayla övünürken yeryüzünü ölü yıldıza dönüştürüyor. Tüm insanlığı refah içinde yaşatabilecek düzeye gelen bilim ve teknoloji burjuvazinin elinde geliştikçe yoksulluk tarihte görülmemiş oranda kitleselleşiyor, zenginlik ve servet küçük bir azınlığın elinde büyüyerek devasa boyutlara ulaşıyor.
Bu gidişatın en vahim yanı, onca tarihsel yaşanmışlıklara rağmen kapitalizmin hâlâ kendini siyaset arenasının –yapıbozumcu ikili E.Laclau-C. Mouffe’nin deyimiyle ifade edersek “Söylem” alanının- arkasına gizlemeyi, siyasal-ideolojik hegemonyasına kendinden menkul, sınıflar üstü bir görünüm vermeyi başarabilmesidir. Nasıl başardığı sorusuna çeşitli yanıtlar verilebilir. Ancak söylem/siyaset alanında olup bitenlerin önde gelen bir rolü olmalıdır.
Sağ muhafazakâr, gerici, ırkçı, faşist söylemin, kendisini doğurup besleyen kapitalizmle bir sorunu yok kuşkusuz. Tam tersine ırkı, dini, kimliği, geleneksel egemen kültürü bayraklaştırıp farklı olanları düşmanlaştırarak kapitalizmi ve sınıf gerçekliğini görünmez kılmak onun hem tarihsel misyonu hem de siyaset sahasıdır. Tam da bu nedenle, aynı farklılıkları “demokrasi ve eşitlik” söyleminin sonsuz varlık nedeni ve olması gereken çelişkiler olarak ele alıp (yazının geçen sayıda yayınlanan 1. bölümünde ele aldığımız sol liberal yapıbozumcuların, demokrasiyi sonsuz kılmak için Söylemsel olarak kurulmuş sonsuz farklılıkların “antagonizma”sı ve bunların “eşdeğerliliği” gibi saçmalıklarını hatırlayalım) aynı sahada farklı misyon oluşturmak, her şeyden önce egemen ideolojinin sahasında konumlanarak onun kapitalizmi ve sınıf çelişkilerini gizleme misyonuna yedeklenmek anlamına gelir. Bu özelliğiyle misyon ve vizyon yokluğundan başka bir şey değildir.
Söylem –kapitalizmi hedefe koymadan- kimlik, kültür vb. farklılıkları, seçim-parlamento taktikleri etrafında dönüp dururken, bu alanda at koşturanların –en sağcısından en solcusuna- en çok kullandıkları ortak siyasal kavram ‘demokrasi’dir. Bu aynı zamanda çıkarları uzlaşmaz sınıflar gerçekliğini gizleyebilen bir buluşma noktasıdır. Sol veya “sosyalizm” iddiası taşıyanların “nihai çözüm” ya da sosyalizme varmak için “tek yol” olarak sarıldıkları demokrasiyi -en “radikal” sıfatını da ekleseler– burjuvazinin demokrasi söyleminden ayıran nedir? Tarihin (sınıflar mücadelesinin) sonunu demokrasiyle düzeltilmiş kapitalizmde gören neoliberalizmden nerede ayrılmaktadırlar? Sol liberalin yanıtı bellidir: “Eşdeğer” Söylemlerin farklılığında.
Neoliberal rüzgârı da arkasına alıp kimlik-kültür vb. haklar ekseninde –uzlaşmaz sınıf çelişkilerinden, devletin sınıfsal yapısından, kapitalizmin zorunlu iktisadi hareket yasalarından, tarihsel zorunluluklardan vb. arındırılmış olarak- yaklaşık kırk yıldır söylenip duran o Söylem, işçi sınıfını ve ezilen halkları maddi yaşamlarını ve kapitalist düzeni sorgulamaya yöneltecek asgari düzeyde dahi bilinçsel bir gelişim kazandırmadığı gibi (ki sol liberalizmin böyle bir amacı ve pratiği zaten yoktur) vaat edilen demokrasi bilincini de geliştirmedi. Çünkü toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin gerçek demokrasi bilinci öncelikle sınıf bilincinde gelişebilirdi. Öte yandan kapitalist ekonominin zorunlu hareket yasalarının dayattığı stratejilerde biçimlenen burjuva söylem, yapıbozumcu sol liberalizmin “Söylemin iktisadi kuruculuğu” denilen saçmalığını da ezdi geçti. Burjuvazi azami kâr yasasının zorunlu kıldığı azami siyasal egemenliğini yeni stratejik adımlarla pekiştirirken, söylemini kapitalist ekonominin zorunluluklarına göre biçimlendiriyordu.
Sol liberalizmin “radikal demokrasi”si, kapitalizmin doğayı ve insanlığı barbarlık içinde yok oluşa doğru götüren iktisadi hareket yasalarına çarpıp dağılınca C. Mouffe, Söylemi popülistleştirme önerisiyle yeniden ortaya çıktı. Zaten esas olan ilkesizlik, bu kez “Sol Popülizm” adı altında sınırsız bir oportünizme kapı açarak kitle kuyrukçuluğuna dönüştürüldü.*3
Sol popülist söylemin, başta İngiltere’de İşçi Partisi-J. Corbyn, Yunanistan’da Syriza-Çipras olmak üzere dünyadaki pratiklerinin sonu malûm. Şu an Türkiye’de TİP aynı yöntemi deniyor. Sonucunu çok uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz.
“Kavrama sığmayan oyun”un mucitleri, “sol popülizm”i keşfetmeden önce “Söylemin kuruculuğu”na örnek olarak tarihsel bir trajediyi gösterdiler:
“… Demokratik devrimin başlangıç dönemlerindeki anahtar nokta Fransız devrimi içinde bulunabilir, çünkü, François Furet’in gösterdiği gibi, kendi halkının mutlak iktidarını ortaya koyması toplumsal tasavvur düzeyinde gerçekten yeni bir şey getirmiştir. Furet’ye göre gerçek kesintinin yeri burada, yeni bir meşruluğun tesisinde, demokratik kültürün icadındadır: ‘Fransız Devrimi bir geçiş değildir, bir kökendir ve bir köken hayalidir. Onda eşsiz olan şey, onun tarihsel çıkarını oluşturan şeydir ve dahası bu ‘eşsiz’ öğe evrensel olmuştur: ilk demokrasi deneyimi.’ Hannah Arendt’in dediği gibi ‘dünyayı ateşe veren Amerikan değil Fransız Devrimi oldu’ ise, bu onun halktan başka hiçbir meşruluğa dayanmama hususunda ilk olmasındandır.”*1
Liberal demokrasiyi referans alan yapıbozumcu ikili, Jakoben devrimini Fransız devriminden dışlayan liberal siyasete karşı şu şerhi düşüyorlardı: “Jakoben dost/düşman siyaset modelini demokratik siyaset için uygunsuz bir paradigma olarak görüp bir kenara atan … liberal siyaseti benimsemek gerektiğini asla düşünmedik.”*2
Köksüz kavramlarla oyun kurarken, hayal ettikleri “köken”deki amansız çelişkiyi görmediler. Her şey Söylemde göründüğü gibi değildi. Görünenin arkasındaki nesnel gerçekliğin (kapitalizmin) uzlaşmaz çelişkilerinde gelişen iktisadi hareket yasaları ne Söylem dinliyordu ne de Kavram.
Jakoben Devrimi: Söylemin Gerçeklik Karşısında Trajik Yenilgisi
18-19. yüzyıllarda her ülkede farklı yollardan geçerek gerçekleşen burjuva toplumsal devrimlerinin prototipi Fransız Devrimi’dir. Dolayısıyla kapitalist mülkiyet ilişkilerini burjuva toplum ilişkilere en iyi uyarlayan hukuk biçimi de Fransa’ya aittir: “… Devrim, geçmişin gelenekleriyle bütün bağları kopardı, feodalitenin en son kalıntılarını da silip süpürdü ve Code Civil’in (Fransız Medeni Kanununun) bünyesinde, eski Roma hukukunun –Marx tarafından ‘meta üretimi’ diye nitelenen o hemen hemen tastamam anlatımının– modern kapitalist ilişkilere ustaca uyarlanışını gerçekleştirdi…”*4
Fransa, “Roma hukukunun modern kapitalist ilişkilere ustaca uyarlanması”nı Jakoben Devrimi’ne borçludur. Fransa’da devrimin feodaliteyi silip süpürmesi Jakobenlerin –kendi devrimini ilerletmekte tereddüt eden burjuvazinin ve liberal siyasetin ekonomik-sınıfsal çıkarlarına da dokunan- buzkıran rolü sayesindedir. Son yıllarda Fransa’da yaşanan isyanlarda bile onların attıkları tarihsel temelde biçimlenen toplumsal siyasal bilincin izleri vardır. Devrimci isyan ve şiddetin evrensel rumuzu “Fransızca konuşmak” olduysa Jakobenlerin sayesindedir.
Feodal üstyapıyı silip süpürmeye elverecek kadar olgunlaşmış kapitalist iktisadi altyapı olmasaydı Jakoben devrimi “Söylem”iyle o buzu kırabilir miydi? Öte yandan Jakoben söylemin, kendisine iktidar yolunu açan kapitalist gerçekliğin özüne ters düşmesi ile devrimin yenilgisi arasındaki ilişkinin de sorgulanması gerekiyor.
1789 Fransız Devrimi, 26 Ağustos 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni ilân etmesine rağmen Anayasal monarşi ile sınırlı kalmış, burjuvazinin Jironden hizbi aristokrasi ile ittifak kurmuş, Kral XVI. Louis tahtını korumuştu. Yarım kalan devrimi, 1792 isyanına öncülük eden Robespierre, Saint Just, Marat, Danton ve Mirebeau önderliğindeki Jakobenler, Kralı da Jirondenlerin önderlerini de giyotine göndererek tamamladılar. Hazırladıkları 1793 Anayasası yaklaşık 1 milyon 800 bin seçmenden 1 milyon 784 bin 377’sinin oyunu alarak devrimle gelen siyasal meşruiyetini pekiştirdi. İktisadi altyapıda ömrünü tamamlamış olan feodal üretim tarzının devrilmiş ama varlığını hâlâ sürdüren üstyapıdaki siyasi kalıntıları üzerinde devrimci diktatörlük uygulanmadan amaçladıkları demokrasinin kurulamayacağının bilinciyle iktidar yürüttüler.
Bugünkü “radikal demokrasi”cilerin kavram oyunları kurarak inkâr ettikleri demokrasi-diktatörlük özdeşliği, Saint Just’ün tarihe geçen şu sözünde bir kez daha yankılandı: “Özgürlüğün diktatörlüğünü istiyoruz.” Demokrasi-diktatörlük ilişkisindeki çelişkili özdeşlik programlarına da yansıdı.
Jakobenlerin 1793 Anayasası ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 1789 Bildirgesi’nden daha ileriydi. Öyle ki mülkiyet hakkını içerse de devrimler sürecinde işçi sınıfının soluğunu ensesinde hisseden burjuvazinin dahi kabul edemeyeceği, öte yandan kapitalizmin zorunlu iktisadi hareket yasaları karşısında yenilmeye mahkûm saf idealist-ütopik ama radikal devrimci demokratik ilkeler (yani “Söylem”) damgasını vuruyordu. Bildirgeden birkaç örnek:
“11- Gereksinimlerinden yoksun olanlara yapılacak zorunlu yardımlar, ihtiyaç fazlasına sahip olanların yükümlülüğüdür; bu yükümlülüğün nasıl yerine getirileceği yasayla belirlenir.
12- Gelirleri geçimleri için gerekli olanı aşmayan yurttaşlar kamu harcamalarına katılma yükümlülüğünden muaftır. Diğerleri servetlerinin boyutuna göre artan oranda bu yükümlülüğü yerine getirmek zorundadırlar.
18- İnsanın lağvedilemez haklarını ihlal eden her yasa temelden haksız ve zorbacadır; yok hükmündedir.
29- Hükümet halkın haklarını ihlâl ettiğinde ayaklanma halk için ve halkın her bir bölümü için en kutsal haktır ve en vazgeçilemez görevdir.
37- Özgürlüğün gelişimini durdurmak ve insan haklarını ortadan kaldırmak için bir tek halka bile savaş açanlar, tüm halklar tarafından, yalnızca sıradan düşman olarak değil, katiller ve haydutlar sürüsü olarak geri püskürtülmelidir.”
Yapıbozumcuların tümden reddettikleri iktisadi hareket yasalarından biri, kapitalizmin hukuk yasalarıyla ya da siyasal söylemle engellenmesi asla mümkün olmayan eşitsiz gelişme yasasıdır. Jakoben Devrimi, yapıbozumcular gibi kavram canbazlıklarıyla inkâr ederek değil, bilincinde olmayarak bu iktisadi yasaya kılıç çekiyor, onun sonuçlarını hukuk-siyaset-iktidar gücünü radikal demokrasi ve aynı zamanda diktatörlük biçiminde kullanarak hafifletmeye, hızla artan ekonomik eşitsizliğin önünü kesmeye çalışıyordu. Tam da bu noktada yapıbozumcuların eşitsizliğe yol açan asıl etkenin burjuvazinin hegemonik Söylemi olduğunu, bu Söyleme karşı ekonomik-demokratik hak talepleriyle/Söylemiyle sosyalist eşitliğe ve diğer tüm eşitliklere ulaşılacağını iddia eden “eşitlik söylemi”ne bir parantez açalım:
“Farklı sosyalist söylemlerin kullanılışı, politik eşitsizliğin eleştirisinden ekonomik eşitsizliğin eleştirisine doğru, diğer tabiyet biçimlerinin sorgulanmasına ve yeni hakların talep edilmesine götüren bir yeni-oluşun ortaya çıkmasına neden olur. Dolayısıyla sosyalist taleplerin, demokratik devrim içindeki bir moment olarak görülmesi ve ancak demokratik devrimin kurduğu eşdeğerlik mantığı temelinde anlaşılır olması gerekir. Aydınlatıcı etkiler de çeşitli doğrultularda artar. Feminizmin durumunda bu, kadınlar için önce politik haklara, sonra ekonomik eşitliğe ve çağdaş feminizmle birlikte cinsellik alanında eşitliğe ulaşması sorunu olmuştur. De Toqueville’in işaret ettiği gibi: ‘Eşitliğin, politik dünyaya girdiği kadar sonunda diğer alanlara da girmeyeceğine inanmak olanaksızdır. İnsanları tek bir konuda ebediyen eşitsiz, diğer konularda ise eşit olarak düşünmek mümkün değildir; belli bir anda, bütün konularda eşit hale geleceklerdir.’”*5
Komünist eşitliğin tarihsel zorunluluğuna dair Marksist bilimsel açıklamayı reddeden yapıbozumcu, “bütün konularda eşitliğin” gerçekleşeceğine dair “varlığın zaman olduğu” kurgusundan hareketle zamansal kehanette bulunuyor: “Belli bir anda.” Özel mülkiyet ekseninde gelişen tarihsel-toplumsal koşulları dışlayarak sosyalist eşitliği sıradan demokratik hak talebine indirgeyip, ne zaman ve nasıl geleceği belirsiz “belli bir anda” her şeyin eşit hale geleceğini iddia ediyor. Politik dünyaya –demokratik “Söylemle”– girecek olan eşitliğin başta ekonomi olmak üzere “diğer alanlara da gireceğine inanın” diyor ve inanmamız için “kavrama sığmayan oyunlar”a başvuruyor. Kaba idealist spekülasyon, köksüz kavramların kuralsız oyunları arkasında sırıtıyor. Parantezi kapatalım.
Kapitalist üretim ilişkilerinde büyüyen iktisadi güç yani sermaye burjuvazinin elindeyken, siyasi güç/iktidar iki yıllığına da olsa “Akıl, Ahlak, Erdem ve İyiliği” diskur edinen devrimci demokrasinin yani bugünkü sol liberallerin deyimiyle “radikal demokrasi”nin eline geçti: “Biz öyle bir düzen istiyoruz ki, orada bütün aşağılık ve kıyıcı tutkular, yasalarla zincire vurulsun … ticaret, yalnız birkaç firmanın korkunç servetinin değil, halkın zenginlik kaynağı olsun … Biz memleketimizde, bencilliğin yerine ahlâkı, törelerin yerine ilkeleri, basma kalıp nezaket kuralları yerine ödevleri, modanın zorbalığı yerine aklın egemenliğini koyacağız … Kısacası, doğanın isteklerini yerine getirmek, insanlığın kaderini gerçekleştirmek, felsefenin vaatlerini tutmak, o uzun cinayet ve zorbalık yönetiminin alınyazısıyla bir ilgisi olmadığını göstermek istiyoruz … Eserimizi kanımızla damgalayarak, hiç olmazsa evrensel mutluluğun doğuşunu görebilmek istiyoruz.”*6
Jakoben söylem, çağın en derin ahlâk ve iyilik felsefesiyle de uyumluydu: “Dünyada, dünyanın dışında bile, iyi biristemeden başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez. Anlama yetisi, zeka, yargı gücü ve adı ne olursa olsun düşüncenin diğer doğa vergisi yetenekleri ya da mizacın özellikleri olarak yüreklilik, kararlılık, tasarlananda sebat, çeşitli bakımdan iyi ve istemeye değerdirler …”*7
İnsanın isteklerini ve karakterini belirleyen şeyi kavramlarda arayan çağın idealist felsefesiyle de donanmış olan Jakobenler, kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu iktisadi hareket yasalarını kavramadan onun “Akıl”a ve “Ahlâk”a aykırı sonuçlarına muhalefet ediyorlar, –yapıbozumcunun deyimiyle- sonuçlara karşı Söylem kuruyorlar, devrimci demokrasinin hukuk yasalarıyla onu düzeltmeyi, siyaseti olduğu gibi kapitalist ekonomiyi de demokratikleştirmeyi hayal ediyorlardı. Ne örgütlü bir işçi sınıfına dayanıyorlardı ne de Jirondenler gibi mevcut burjuvazinin örgütlü gücüydüler.
Jakobenlerin siyasi söylevlerinin azımsanmayacak bir bölümü iktisadi krize, enflasyona, kıtlığa, stokçuluğa, yolsuzluklara vb. karşıydı. Kapitalizmin iktisadi krizi ortalığı kasıp kavururken yargının giyotini iki yıl boyunca sadece karşı-devrimcilere ve aristokrasi artıklarına değil, kapitalist sistemin geliştikçe daha fazla ürettiği ticari ahlâksızlığın, toplumsal çürümenin faillerine de çalışıyordu.
Antikçağın Roma Cumhuriyeti’nden de ilham alan devrimci demokrasi, kapitalist ekonomiye temsili radikal demokrasi uygulayarak onun sürekli eşitsizlik ve ahlâksızlık üreten sonuçlarına karşı amansız bir savaş açmıştı. Savaşın trajik sonucunu, Jakobenlerin antikçağın Roma’sına duydukları özlem değil kapitalizm çağının iktisadi altyapısının hareket yasaları ve tarihsel zorunlulukları belirledi:
“… Son olarak Saint-Just, şöyle dediği zaman, istediği ‘özgürlük, adalet ve erdem’i bir tek söz ile belirtir: ‘Devrimci insanlar Romains (Romalı gibi-ç) olsunlar’
Robespierre, Saint-Just ve yandaşları, ilkçağın gerçek kölelik temeline dayanan gerçekçi demokrasili toplumunu, kurtulmuş köleliğe, burjuva topluma dayanan tinselci demokrasili modern temsili devlet ile karıştırmış bulundukları için yenik düştüler. İnsan haklarında, modern burjuva toplumu sanayi, evrensel rekabet, kendi ereklerini özgürce izleyen özel çıkarlar toplumunu, bu kendine yabancılaşmış anarşi, doğal ve tinsel bireycilik rejimini tanıma ve onaylama zorunda olmak; aynı zamanda da bu toplumun siyasal başını ilkçağ biçimi eğitme savında bulunarak, bu toplumun dirimsel belirtilerini iş işten geçtikten sonra şu ya da bu tikel birey için yürürlükten kaldırmak istemek: Bu ne devsel yanılsama!
Bu yanılsamanın tüm acıklılığı, giyotine giden Saint-Jost’ün Conciergerie salonunda asılmış bulunan büyük insan hakları tablosunu göstererek, mertlikle ‘c’est pourtant moi gui ai fait cela’ (Bunu yapan gene de benim-ç) diye haykırdığı gün patlak verdi. Bu tablo, tastamam içinde yaşadığı iktisat ve sanayi koşulları ilkçağ koşulları olmaktan ne kadar uzaksa, kendisi de ilkçağ insanı olmaktan o kadar uzak bir insanın hakkını ilân ediyordu.” *8
Halk isyanıyla siyasal iktidarı ele alan radikal demokratik “Söylem”, ekonomik eşitliği kapitalist sistemin üzerine inşa etmek istiyordu. Mevcut tarihsel-toplumsal koşulların ve kapitalist ekonominin hareket yasalarının bilincinde olmadıkları, antikçağın doğrudan demokrasisinin sınıfsal temeli ile burjuvazinin temsili demokrasisinin sınıfsal temelinin ayırdına varamadıkları için yenildiler.
“Radikal demokrasi”, yapıbozumcuların “bir köken hayali” olarak 1789 Fransız devriminde kısmen, 1792 Jakoben devriminde ise tam anlamıyla denendi ve kapitalizmin zorunlu hareket yasalarına çarparak yenilgiye uğradı. Bu gerçek bir tarihsel trajediydi. Günümüzün radikal demokrasicileri ise kavram oyunlarıyla trajediyi komedi etiketinde yeniden sergiliyorlar. Jakoben trajedisinin en önemli tarihsel özelliği, çürümüş, tarihsel açıdan sonuna gelmiş ama 1789 devriminde tam olarak yıkılmamış feodal aristokrasiyi kökten temizleyerek tarihsel ilerlemeye hız vermesiydi. Sol liberal komedi ise kapitalizmin çürüme çağında onu demokrasi yoluyla düzeltmeye çalışarak tam tersini yapıyor.
Jakobenlerin iki yıl süren iktidarları, Ulusal Konvansiyon darbesiyle sonuçlandı, devrim yenilgiye uğradı. Öncüleri giyotine gönderildi. Yerini alan direktuvar diktatörlüğünden sonra Napolyon Bonapart imparatorluğunu ilân etmiş olsa da aristokrasinin ve feodal toprak mülkiyetinin tasfiyesine engel ol(a)madı. Bu da tarihin akışını hızlandıran Jakoben devriminin başarısıydı.
Jakoben deneyimi iki şeyi bir kez daha kanıtladı: 1- Çıkarları uzlaşmaz sınıflar temelinde oluşan demokrasi-diktatörlük özdeşliği, 2- Tarihsel bir zorunluluk olarak üretim ilişkilerinin nihai belirleyiciliği.
Jakobenlerin ilham aldıkları Roma Cumhuriyeti demokrasi-diktatörlük özdeşliğinin temsili değil gerçek biçimiydi.
Özel Mülkiyet Ekseninde Tarihe Giren Demokrasi-Diktatörlük
Yapıbozumcu, toplumsal üstyapıdan da dışladığı siyaseti “radikal demokrasi” kavramına göre istediği gibi biçimlendirirken diktatörlüğü de demokrasiden dışlar. Dolayısıyla iki yönetim biçiminin tarihte özel mülkiyet ekseninde başlayıp bugüne gelen özdeşliğini de inkâr eder.
Komünalden özel mülkiyete geçiş toplumlarında yapılan bilimsel araştırmalarda*9 tespit edilen “iktisadi tabakalanmalar”, özel mülkiyetin iktisadi gücünden gelen “iktidar fonksiyonları”, fiilen başlayan ayrıcalıklar ve sınıfsal saflaşmalar, özel mülk sahiplerinin elinde gelişen arabulucu yargılama biçimleri tarihsel materyalizmi doğrulayan yeni bilimsel kanıtlardır. Öte yandan, bu geçiş toplumlarının tarih ilerledikçe nasıl bir iktisadi-siyasi yapıya dönüşecekleri, beşbin yıl önce bu aşamalardan geçmiş ilk devletlerin tarihsel pratiklerinde ve yazılı yasalarında bütün çıplaklığıyla kanıtlıdır. Kural koyma, uygulama ve yargılama yetkileri/erkleri toprak-köle sahiplerinin kendi sınıfı içinde demokratik-cumhuriyet (meclis, senato, yetkileri sınırlı kral, konsül, praetor vb.) biçiminde örgütlenip paylaşılarak kurumsallaşırken, devlet köleler üzerinde tam bir diktatörlükle tamamlandığında yük hayvanı eşek ile köle insan özel mülkiyet nesneleri olarak yasalar önünde eşitlenir.
Bir yandan üretenlerin mülksüzleştirilerek tüm haklardan dışlanması ve sadece üretmeye mahkûm edilmesi, diğer yandan üretilenin ve üretim araçlarının tüm haklarıyla birlikte bir sınıfın elinde toplanması, her biri diğerinin varlık nedeni olan zıtların (çıkarları uzlaşmaz sınıfların) özdeşliği olarak iktisadi altyapıda biçimlenirken diktatörlük ve demokrasi siyasal üstyapıda özdeşleşir. İlki, ayrıcalıklı (toprak-köle sahiplerinin) sınıf diktatörlüğünün nesnesi olarak nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturur. İkincisi, gittikçe azalan kitlesi ve büyüyen özel mülküyle kendi sınıfı içindeki gerçek -temsili olmayan- demokrasinin öznesidir.
Ayrılmaz Dörtlü: Özel Mülkiyet-Silah-Kanun-Yargı
Saint Just “özgürlüğün diktatörlüğünü” isterken temsili demokrasiden gerçek insanal özgürlük bekliyordu. Bu nedenle bildirgenin 4. maddesinde özgürlük “insanın sahip olduğu tüm yetilerini dilediği gibi geliştirme gücü” olarak tanımlanmıştı. Ancak temsili demokrasinin gerçekten temsil ettiği kapitalist gerçeklik karşısında yenilgiye uğradı.
Özgürlük, burjuvazinin temsili demokrasisine yakışan anlamını Hayek‘in meşhur üçlüsünde buldu: “Hukuk, özgürlük ve mülkiyet ayrılmaz üçlüdür… Bu, uzun süre kendiliğinden doğru olan ve hiçbir kanıt gerektirmeyen bir husus olarak telakki edilmiştir. O, bu bölümün başına konulmuş olan alıntının da göstermekte olduğu gibi Milton ve Hobbes’tan Montesguieu ve Bentham’a doğru liberal düşünce okulunun bütün kurucuları tarafından da, Kadim Yunanlar tarafından da anlaşıldığı kadar açık bir şekilde kavrandı ve yakın zamanda H. S. Maine ve Lord Acton tarafından yeniden vurgulandı…”*10
Doğrudur. Özgürlüğün özel mülkiyet ile ilişkisi “Kadim Yunanlar” tarafından kavrandığında, Atina kent devletinde 1 özgür yurttaşa 18 köle düşüyordu. “Kadim Yunan”, üretici güçlerin daha o zamanki gelişme düzeyinde insan emeğinin artı-ürününün özel mülkiyete nasıl dönüşebileceğini iyi kavradı, insanı özel mülk üreten mülkiyet nesnesine dönüştürmek için bedenine el koymayı keşfetti. Birilerinin özel mülkiyetle özgürleşmeleri, ötekilerin emek güçlerine bedenleriyle birlikte el koymayı zorunlu kılıyordu. Tıpkı kapitalizm çağında işçinin, diğer tüm geçim ve üretim araçlarından yoksun bırakılıp (yegâne özel mülkü olan emek gücünü satma özgürlüğüne sahip eşit yurttaş sıfatıyla) ücrete mahkûm edilerek emek gücünün artı-değerine el konulmasında olduğu gibi.
Hayek’in “ayrılmaz üçlü”sünün özüne ve tarihsel kökenine gittiğimizde, ayrılmaz bir dörtlü bütün çıplaklığıyla sırıtır: Özel mülkiyet-silah-kanun-yargı. İnsanlığın evriminde kolektif ve doğal eşitlik içinde gelişen özgürlük, özel mülkiyete zincirlenerek devletin silahlı güvenliğine teslim edilmiştir.
Antikçağ demokrasilerinde özel mülk ve silahlı güçle orantılı oy ve seçim hakkı, hem halk meclisinin hem de -eski komünal halk milislerinin yerini alan- profesyonel ordunun güç ve yetkilerinin (toprak-köle sahipleri sınıfının kendi içinde) demokratik paylaşım yönteminden başka bir şey değildir. Paylaşılan bu hak ve yetkiler aynı zamanda köleler üzerindeki diktatörlüğün de siyasi araçlarıdır. Demokrasi, tarihe özel mülk miktarı ve onun silahlı gücü ile orantılı hak, yetki ve görevlerin dağılım/paylaşım yöntemi olarak girerken, diktatörlük de aynı araçların köleler üzerinde kullanılma yöntemi olarak girer. Demokrasi-diktatörlük özdeşliğinin en parlak örneği, bugünkü burjuva hukukuna da ilham kaynağı olan Roma hukuku ve onun ünlü Oniki Levha Kanunudur.*11
Antikçağın egemen sınıfına ayrıcalıklı egemenliği sağlayan şey, o sınıf bireylerinin kendi kendine oluşan keyfi iradeleri ya da yapıbozumcuların deyimiyle siyasi “Söylem”leri veya kendinden menkul “Akıl”ın, “Tin”in, “Mutlak Fikir” vb. uğrağı olarak değil; evrimi birkaç binyılda tamamlanan özel mülkiyetin toprak-köle biçimine dayanan üretim tarzıdır. Egemen sınıfın siyasal gücünün, hukuktan değil doğrudan iktisadi gücünden doğarak hukuksal-siyasal (hegemonik) bir biçim alması ve iktisadi gücünü koruyup geliştirecek ölçüde siyasal yetki/güç elde etme zorunluğudur. Çünkü özel mülkiyet sadece iktisadi ilişkiler yoluyla değil aynı zamanda mülkiyete saldırarak (savaş, yasa, gasp yoluyla) siyasi güç kullanarak varlık sürdürmektedir.
İktisadi gücün varlığını koruyacak ve geliştirecek siyasal güce, yetkiye ve “Söyleme” dönüşme zorunluluğu, özel mülkiyetin biçiminde değil özünde içerilidir ve tarihsel varlığını sürdürme koşuludur. Mülkiyetin toprak-köle biçiminden toprak-serf veya sermaye-emek biçimlerine dönüşümü bu zorunluluğu ortadan kaldırmaz, gerçekleşme biçimini değiştirir. Zorunluluğun devamlılığını belirleyen şey, varlık nedenini üretim ilişkilerinde bulan uzlaşmaz çıkar çelişkileri temelinde, başta eşitsiz gelişme olmak üzere onun zorunlu iktisadi hareket yasalarıdır. Bu zorunluk aynı zamanda, iktidar yetkilerinin dağılımını ve ekonomiyi düzenleyen kurallar bütünü olan hukukun egemen sınıf iktidarının hükmü altına girmesini de zorunlu kılar. Bu nedenle özel mülkiyetin iktisadi sisteminin ve siyasi yapısının işleyiş kurallarını düzenleyerek belli bir özerkliğe ulaşan hukuk, aynı zamanda özel mülk sahibi egemen sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda aldığı siyasi kararları yasa biçimine dönüştürme ve aynı zamanda sağladığı meşruiyetle birlikte bir hegemonya aracıdır.
Siyaset ise bütün çıplaklığıyla, kendini yeniden üretmekte olan ekonominin bağrından doğarak ve onunla sürekli ilişki halinde varlık sürdürerek tarihe girer. Ekonomi-siyaset-hukuk arasındaki diyalektik ilişki gözden kaçırıldığında ya da birbirlerinden sökülüp ayrıldıklarında ele alınan şey hiçbir şeydir ve o şey gerçeklikten kopuk her türlü idealist kavramlaştırmalara ve spekülasyonlara açık hale gelir. Nitekim tarih boyunca idealist felsefenin, günümüzde neoliberal ve sol liberallerin yaptıkları da budur. Kapitalizm kendini siyasetin arkasına gizlemeyi bu ayırma sayesinde başarır.
*1E. Laclau-C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim Yay. sf.240, abç
*2Age, sf. 19
*3Chantal Mouffe, “Sol Popülizm”
*4Engels’in “Tarihsel Maddecilik” başlıklı yazısı. Çağdaş Hukukçular Derneğinin girişimiyle Rona Serozan’ın çevirisiyle yayınlanan “Devlet ve Hukuk Üzerine” adlı derleme.
*5Age, sf.241, abç
*6Robespierre, “Devrim Yazıları”, hazırlayan Vedat Günyol, Belge Yay. sf. 79-80
*7E. Kant, Ahlâk Metafiziğinin Değerlendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu, sf. 8, vurgu yazara ait.
*8K. Marx- F. Engels, Kutsal Aile, sf.187, italikler yazarlara ait
*9Akademik araştırmacı yazar Mehmet Tevfik Özcan’ın, başta E. Adamson Hoebel olmak üzere Lewis Herny Morgan, Bronislav Malinowski, Henr Summer Maine, R. f. Barton, Leopold Pospisil, Robert Redfield gibi bilim insanlarının araştırma, inceleme ve tespitlerine dayanarak yazdığı “İlkel Toplumlarda Toplumsal Kontrol, Hukuk Dışı Mekanizmalar ve İlkel Hukuk”, Onikilevha yay.
*10A. Hayek, “Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük” sf. 162
*11Yazılı tarihe geçildikten sonra Roma’da M.Ö. 451-449’da, oniki levha üzerine yazılarak bu adı alan kanun hem kamu hukukunu hem de özel hukuku düzenleyen yüzlerce maddeden oluşur. Özel hukuk kapsamında; köleler, kadını ve çocukları erkeklerin kölesi gibi düzenleyen aile hukuku, meta değişimini ve özel mülkiyeti konu alan mamelek işlemlerinin, borç ve tefeciliğin yer aldığı usul ve icra, ceza hukuku ve din kuralları yer almaktadır.