Leyleğin Ömrü Laklakla Geçer – II
H. Selim Açan
Devrimci Proletarya geleneği olarak faşizme karşı mücadele konusunu tarihimiz boyunca teori-siyaset-örgütlenme-pratik bütünlüğü içinde ele alma çabasında olduk. Bu bütünlüğün hakkını her birinde her zaman aynı ölçüde verdiğimizi söyleyemeyiz. Ama teorimizle pratiğimiz arasındaki makas -yaşadığımız iç kriz süreçleri dışında- fazla büyük olmadı. Bundan da önemlisi, teoride de pratikte de her zaman net ve belirgin bir devrimci militan duruş sahibi olduk.
Bugünden geriye doğru kuşbakışı bir değerlendirme yapacak olursak farklı kesitlerdeki duruşumuzun köşe taşları olarak şöyle bir özet yapabiliriz:
1977 ayrılığı sırasında Halkın Kurtuluşu çizgisiyle temel ayrılık noktalarımızdan birini de faşizm konusu oluşturuyordu. Dönemin HK yönetimi bu konuda hem ideolojik-siyasi çizgi hem de pratik olarak sağcı bir anlayışa sahipti. Devlet ve beslemesi sivil faşist güçlerle devrimciler ve halkın ilerici kesimleri arasındaki çatışmaların “iç savaşa gidiş süreci” olarak tanımlanabilecek boyutlar kazandığı bir evrede HK yönetimi Ecevit CHP’siyle ittifak kurarak “ileri demokratik bir düzen” kurulabileceği hayalini yayan TKP zihniyetinin izlerini taşıyan bir aymazlıkla hâlâ “faşizmin tırmandığı” tahlili yapıyor, sahip olunan güç ve olanakların büyüklüğüne karşın Dev-Yol ve Kurtuluş’tan farklı olarak pratikte de bu sağcılığın ürettiği etkisiz-edilgen bir profil sergiliyordu.
Ayrılık sonrası sergilediğimiz bütün beceriksizlik ve çapaçulluğa rağmen üç temel eleştiri ve ayrılık gerekçemiz arasında yer alan faşizme karşı mücadele konusundaki devrimci militan tutumumuz 1979 başındaki toparlanma sürecimiz sırasında kendisini ilk hissettiren özgünlüklerimizden biri oldu. Farkımız kendisini sadece pratikte göstermekle kalmadı teorik-siyasi çözümleme düzleminde de gösterdi. İlk toparlanma adımları kapsamında 1979 Nisanı’ndan itibaren yayınlanmaya başlayan yasadışı teorik yayın İhtilalci Komünist’in ikinci sayısında İsmail Cüneyt yoldaşın kaleme aldığı kapsamlı bir faşizm tahlili yer aldı.
Geleneğimizin faşizme karşı mücadele konusundaki tutumunun karakteristik özelliklerinden biri de teorimizle pratiğimizin zeytinyağı su ilişkisi gibi birbirinden kopuk hatta ayrı kanallarda akmayıp Leninist karakterde bir devrimciliğin ayırt edici yönlerinden birini oluşturan söz ile eylemin birliğine uygun bir bütünlük sergilemesidir. Bunun en büyük kanıtı ise, böbürlenmeye gelince “12 Eylül’ün gelişini önceden gördük” yarışına çıkanlardan farklı olarak 12 Eylül askeri faşist darbesini tepeden tırnağa en hazırlıklı karşılayan yapı olmamızdır. Pratikte sergilediğimiz bu somut tarihsel fark, toparlanma sürecinde başkaları gibi legalizme balıklama dalmak yerine yeraltı temelli örgütlenmeyi esas alışımızdan başlayarak faşizmi tahlil ederken 3. Enternasyonal çizgisinin devrimci ruhunu rehber almamızın doğal sonucudur.
1990’lar ve AFMK politikası
Faşizm ve faşizme karşı mücadele konusunda 12 Eylül sonrası pratiğine yön veren teorik açılım, TDH’nin 1990’lardaki gelişim seyrini belirleyici hale gelen anti faşist dinamiğin açığa çıktığı 1995 Martı’ndaki Gazi Halk İsyanı’ndan aylar önce, o kesitte çıkarılan teorik dergi Devrimci Proletarya’nın Kasım ’94 sayısında yayınlandı. Faşizm, Mücadele ve Antifaşist Mücadele Komiteleri (AFMK) Üzerine Notlar başlığını taşıyan çözümleme, söze, “Türkiye’de faşizme karşı sürekli, tutarlı ve militan bir mücadele yürütmeyen bir hareket ne devrimcidir ne de kitleselleşebilir” tezini ileri sürerek başlıyordu. Devamında bu tezi, “Bu yalın gerçek, Türkiye devrimci hareketinin son 30 yıllık tarihinden de çıkarılabilir. Özel olarak bu konudaki ideolojik yaklaşımlarında da bütün sapma ve hatalarına karşın az çok militan bir pratik izleyen örgüt ve hareketler genellikle kitleselleşirken; soruna duyarsız kalan ya da antifaşist mücadelenin lafını edip buna uygun bir pratik sergilemeyenler güç kaybetmekten, devrimci bir ruh ve karakterden yoksun oportünist çevreler olarak yozlaşmaktan kurtulamamışlardır” argümanıyla temellendiriyordu.
Faşizme karşı mücadelenin sınıf temelli bir devrim ve iktidar mücadelesi olarak kavranmasının önemini döne döne vurgulayan çözümlemenin temel politik önermesini oluşturan Antifaşist Mücadele Komiteleri (AFMK’lar), işçi sınıfı öncülüğünde militan bir kitle mücadelesini örgütlemenin ‘temel biçimi’/’çekirdek örgütlenmeler’ olarak tanımlanıyordu. Yalnız bu noktada “Özel işlevlerinden ötürü AFMK’ların rolünü yalnızca askeri faaliyetlerden ibaret görmek büyük bir hata olur” uyarısında bulunuluyordu. Devamla, “Bu, salt askeri bakış açısının bir ifadesidir. Bu örgütlenmelerin tabanını ve işlevlerini daraltır, onları her türlü yozlaşmaya açık hale getirir. AFMK’lar askeri olduğu kadar hatta bundan da önce siyasal örgütlenmelerdir. Siyasal faaliyet, onların askeri faaliyetlerinin de temelini oluşturur” alt çizmesiyle uyarı sürüyordu.
Bölümün devamında AFMK’ların hangi perspektifle nasıl örgütlenmesi gerektiği, bileşimi, siyasal işlevleri üzerinde duruluyor ve finalde de sakınılması gereken iki temel yanlış olarak “Faşizme karşı mücadelenin salt ‘öncülerin savaşı’ olarak” ele alınıp darlaştırılmaması” ve “AFMK’ların yalnızca semtlere özgü örgütlenmeler olarak düşünülmemesi” gerektiğine dikkat çekiliyordu (Ne var ki AFMK pratiği, ilerleyen süreçte bu iki vahim hatayı da işleyecek yönde seyretti.).
O kesitte teori pratiğin önünü açtı. Daha doğrusu ona itilim ve genişlik kazandırdı. Faaliyet yürütülen bölge ve alanların istisnasız hepsinde yaygın bir AFMK örgütlenmesi ortaya çıktı. Etkili bir militan pratik sergilenmeye başlandı. Yeni bölge ve alanlara açılım sağlandı. Bu bağlamda geleneğin tarihinde teori ile pratik o kesitte de birbirine yakın seyretti. Fakat bu aralarında tam bir uyum olduğu anlamına gelmiyordu. 1995 Martı’nda patlak veren Gazi Ayaklanması’nın ardından makas teoriye bariz şekilde aykırı yönde açılmaya başladı. Kitleleri örgütlemenin militan bir biçimi olarak önerilen AFMK’lar, örgüt taraftarlarından oluşan dar kadro yapılanmalarına dönüşmekle kalmadı, örgütü sınıftan uzaklaştırıp semtlere çeken bir rol oynadı. Örgütün dokusu bozuldu. Marksizm-Leninizm ve proletarya sosyalizminin düşünce tarzı, ölçü ve değer yargılarının yerini semt devrimciliğinin yarı lümpen ölçü ve alışkanlıkları aldı. Bu deformasyon, sonrasında yaşanan iç kriz süreçlerinin de döl yatağı oldu.
1996-2010 Arası
Faşizme karşı mücadele konusunda teorik çözümleme ve siyaset üretiminde yakalanan düzey 1996 sonrasında da korunup sürdürülürken pratik tam tersi yönde geriledi. Ortaya konulan çözümleme ve politikalar kağıt üzerinde kalmaya başladı. Bunun sınıf ve kitle hareketindeki gerilemenin belirgin bir hal alması gibi nesnel bir zemini de vardı. Fakat asıl tayin edici neden örgütü paralize eden ilk iç krizden yararlanarak güç kazanan sağcı bir teorisizmin örgütü teslim almasıydı. Öyle ki, işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin birikim krizindeki derinleşmeye paralel olarak faşizmin tüm toplumu sindirip yaşamı hücreleştirmeye yöneldiği bir tarihsel kesitte aylık teorik bir derginin çıkarılması adeta her şey haline getirildi, yetmezmiş gibi o derginin çıkışı da iki yıla yakın bir süre kuantum fiziği ve belirsizlik felsefesi üzerine bir yazının kaleme alınmasına endekslendi. Uzun lafın kısası, Togliatti’nin İtalyan faşizminin ilerleme sürecinde komünist partinin sergilediği aymazlık üzerine söylediklerinin katmerlisi o kesitte TİKB özgülünde kendisini gösterdi.
Bizim o kesitte sergilediğimiz tablo, aslında tutarlı ve samimi bir antifaşizm açısından bu yazıda dikkat çekmeye çalıştığımız zaaf konusunda ibret alınacak somut bir örnektir. Çözümlemeye, politika önerisine geldiği zaman ortaya ne kadar dikkate değer açılımlar koyarsanız koyun eğer bunların pratikte bir karşılığı yoksa, en başta sizin pratiğinizde bir farklılaşmaya yol açmıyorsa, bu yönde bir motivasyon yaratıp çabaya dönüşmüyorsa söylediklerinizin sınıf mücadelesi açısından gök kubbede hoş bir sada olmaktan öte bir anlam ve değeri yoktur.
Düşünün ki, liberal aydın oportünizminin “demokratikleşme” ve “ikinci Cumhuriyet” beklentisiyle kendinden geçtiği ya da dünyada “ulus devletlerin aşılıp devletlerin küçüleceği bir tarihsel sürece girildiği” fantezilerinin ortalığı kapladığı 1999 Şubatı gibi erken bir tarihte siz, burjuva liberal demokrasinin siyasal bakımdan da tasfiye edilerek dünya çapında yeni tipte bir faşizm dalgasının yükselmekte olduğuna (bu arada Ortadoğu’nun Balkanlaşması olasılığına, Türkiye’de de karşı devrimin iç savaş hazırlıklarına) dikkat çekmişsiniz, öte yandan sadece çözümlemeyle yetinmeyip bu süreç tahlilini 19 Aralık ve ÖO.’larının ardından politika alanında Emeğin Yumruğu ve Kardeşlik Müfrezeleri gibi somut taktik politikalar düzlemine taşımışsınız ama bunlar o dönemin atmosferinde içinizden bazılarının bile bir kulağından girip öbür kulağından çıkmış. (*)
1996 sonrası yaşadığımız patinaj ve paralizasyon, teorimizle pratiğimiz arasındaki makasın -faşizme karşı mücadeleyle sınırlı kalmayacak şekilde- günden güne açılmasıyla sınırlı kalmadı; pratiğin körelmesinden birinci dereceden sorumlu fiili tasfiyeciliğin teori alanında da o güne kadarki devrimci birikimi kökten reddederek tam ters kutba, “demokratikleşen Türkiye” liberalizmine savrulmasıyla yeni bir iç kriz ve çürüme sürecine evrildi.
2010 Sonrası
2010 sonrası yapı olarak bizim için gömülmek istendiğimiz neoBersnteinci liberal tasfiyeci mezardan çıkış süreciydi. Elbette her açıdan çok yıpranmış ve güç kaybetmiştik. Fakat sadece biz değil TDH’nin geneli ağır bir kriz içindeydi. 2000’lerin başında faşizmin tüm toplumsal yaşamı hücreleştirmeyi hedefleyen F tipleri saldırısına karşı direniş sürecinde yapılan vahim hatalar yüzünden sadece büyük kadro kayıplarına uğramakla kalmamış, toplum nezdindeki siyasi-manevi otorite ve prestijini yitirmişti. Yenilen çok yönlü darbe, bütün zaaf ve kusurlarına karşın 1990’ların militan antifaşizminden eser bırakmadığı gibi bazı örgütleri varlık-yokluk noktasına sürüklemiş, ayakta kalanların çoğunda da derin bir özgüven bunalımı yaratmıştı. Önünü arkasını düşünmeden ileri atılıp kaldırmaya çalıştığı taşı ayağına düşürerek faşizme kolay ve ucuz zafer olanağı kazandıran maceracı düşüncesizlikten farklı bir akılcılıkla öne çıkıp geride kalanlara ve tereddütlü kesimlere esin ve cesaret verecek öncü rol oynamak şurada dursun elde kalanı korumayı esas alan bir savunma refleksi baskın hale gelmişti. Üstelik toplumsal muhalefet dağınık, örgütsüz, daha da kötüsü yönünü kaybetmiş haldeydi.
İşin kötüsü aynı kesitte, burjuva karşı devrim cephesinde faşizmin neoliberal tipte restorasyon süreci hızlanmıştı. “Yetmez ama evet”çi liberal aymazlığın da yancılık yaptığı 2011 referandumuyla dönülen virajın ardından 2016 Temmuzu’ndaki “Türk tipi Uzun Bıçaklar Gecesi” bahane edilerek führerci tipte tek adam diktatörlüğünün inşası vites büyüttü. Sürecin ruhunu görüp kavramakta sergilenen akıl almaz aymazlık yanında örgütsüzlükten kaynaklanan güçsüzlük ve umutsuzluk çareyi CHP’nin kuyruğuna takılmakta gördü. Bu bile bile lades yönelimi her seferinde yeni bir hüsranla sonuçlandı. Çünkü ortada az-çok güven veren devrimci bir alternatif yoktu.
Bu kesitte kendi adımıza, teorik planda, yaşanan süreci Tayyip Erdoğan’ın iktidar hırsından kaynaklanan Türkiye’ye özgü ‘yerli ve milli bir felaket’ olarak algılayan dar görüşlülüğü sarsıp kendine getirmeye ağırlık verirken siyasi-pratik planda ise bütün baskılara ve dağınıklığına rağmen varlığını inatla sürdüren anti faşist muhalefete umut ve güven verecek birleşik devrimci bir siyasal ve sendikal odağın inşası doğrultusunda çabalara yoğunlaştık. Emperyalizm çağının gericileşme yönündeki genel karakteristiğiyle bağlantısı içinde bu gidişin neoliberalizmin bir anlamda ‘doğal’ sonucu olduğuna dikkat çekerek dünyanın nasıl “Tayyip’ler dünyası” haline geldiğini sergilemeye çalıştık. Siyasal ve sendikal planda devrimci bir odak inşası konusunda ise zorlamadığımız yol kalmadı. Kimilerinde belirli bir yol alınır gibi oldu. Ama hiçbiri istediğimiz hız, kapsam ve derinlikte sonuçlar vermedi henüz.
Sonuç yerine
Horkheimer’ın ünlü sözünü değiştirerek kullanacak olursak, Bugünün Türkiye’si -ve dünyasında- pratikten, en azından nasıl bir mücadele hattı önerdiğinden söz etmeyen biri faşizm üzerine ahkam kesmeyi de bırakmalı! Günümüz koşullarında bu artık bir nitelik ve samimiyet ölçütüdür.
Bu noktada doğal olarak “Nasıl bir pratik? Hangi esaslar dahilinde nasıl bir mücadele hattı?” soruları gündeme gelecektir.
Faşizme karşı mücadele denildiği zaman Türkiye solunun devrimci kesimleri içinde akıllara genellikle yoksul emekçi semtleri ile semt gençliği gelir. Mücadelenin merkez üsleri ve asli kuvveti olarak bunlar görülür. Bu yaklaşımın temelinde küçük burjuva halkçılık ve stratejik perspektiflerin hâlâ demokratik devrimcilikle sınırlı kalması yatar. Halkçılık, tekelci burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün bir biçimi olarak faşizmin sınıfsal karakterini, tehlikenin kaynağı olarak kapitalist sistemle olan ilişkisini bulanıklaştırıp gözden kaçırmakla kalmaz mücadelenin stratejik hedefini siyasal alanla, demokratik hak ve özgürlüklerin korunup elde edilmesiyle sınırlar. Bu iki vahim yanlış yanında 12 Eylül’ün hemen öncesi ve ‘90’ların ikinci yarısında tanık olduğumuz üzere mücadelenin örgütlenişi, yürütülüş biçimi, kullanılan yöntemler ve hedefler konusunda da bir dizi savrulmaya açıktır.
Günümüzde faşizme karşı mücadele her şeyden önce kapitalist sistemin temellerine yönelip onu ortadan kaldırmayı hedefleyen bir perspektifle ele alınıp örgütlenmek zorundadır. Bu bağlamda, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün herhangi bir biçimde restorasyonu ve devamını kabullenmeyi ilkesel olarak baştan dışlayan stratejik bir yaklaşımla işçi sınıfının öncülüğünde yürütülecek bir devrim ve iktidar sorunu olarak kavranmalıdır. Gerek günümüzde dünya çapında yükselen yeni faşizm dalgasının neoliberalizmle ve sistemin yapısal kriziyle olan bağı gerekse Alman ve İtalyan faşizmlerinin büyük bedeller pahasına yenilgiye uğratıldığı 1945 sonrasında özellikle Yunanistan, İtalya ve Fransa’da olgunlaşmış devrim koşullarının akıl almaz bir dar görüşlülükle düpedüz harcanmasından alınması gereken tarihsel ders bu konuda uyarıcı olmalıdır.
İşçi sınıfının devrimci militan bir sınıf çizgisinde örgütlenip harekete geçirilmesi faşizme karşı mücadelede tayin edici önemdedir. Sınıfa dayalı militan bir örgütlenme, burjuvaziyi sınıf olarak köşeye sıkıştırma kabiliyetinin yüksekliği yanında diğer toplumsal muhalefet dinamiklerini de etkileyip peşinden sürükleme potansiyelinin yüksekliği sayesinde faşizme etkili vuruşlar indirip kalıcı sonuçlar elde etme imkanına sahiptir. Dahası, burjuvazinin kolayca denetim altına alabileceği semtlere ve semt gençliğinin istikrarsız devrimciliğiyle daralmış bir anti faşizmden farklı olarak inisiyatifi burjuvazi ve burjuva devletin eline bırakmadığı gibi faşizme karşı mücadelenin burjuvazinin sivil beslemeleri ve resmi güçleriyle yürütülen bir düello biçiminde darlaşıp yozlaşmasına da meydan vermez.
2004 yılında gündeme getirdiğimiz Emeğin Yumruğu (EY) politikası gibi sendikal ve siyasal planda çekim gücü yüksek yeni bir devrimci odak inşası doğrultusunda son yıllardaki ısrarımız da çıkışını kabaca özetlediğimiz bu yaklaşımdan alan somut politikalardır. Çeşitli girişimlerimizin her seferinde sonuçsuz kalması nedeniyle uğradığımız hayal kırıklıklarına rağmen TDH olarak fazlasıyla zaman ve mevzi kaybetmemiz yetmezmiş gibi yeni bir emperyalist dünya savaşı olasılığının kapıya dayanması yanında yeni tipte faşizmin dünya çapındaki yükselişini dikkate alarak birleşik bir devrimci odak inşasında ısrar dışında bir yol ve tutum görmüyoruz. Tutarlı, samimi ve militan bir antifaşizmin, tutarlı, samimi ve devrimci bir anti emperyalizmin ve hepsinin düğüm noktası olarak tutarlı ve samimi bir anti kapitalizmin günümüzde her şeyden önce bunu gerektirdiği görüşündeyiz.
(*) Sözünü ettiğimiz çözümleme (Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine-I) o dönemki Devrimci Proletarya’nın Şubat 1999 tarihli üçüncü sayısında yayınlandı. (Bkz. Alınteri sitesi Arşiv Unutmaz sekmesi: https://alinteri9.org/2020/08/29/devletin-yeniden-yapilandirilmasi-yonelimi-uzerine/) Makale daha girişinde, o yıllarda neoliberalizmin değişik sözcüleri tarafından farklı gerekçeler ve tanımlar eşliğinde sık sık dile getirilen ‘devletin yeniden yapılandırılması’ yönelimini, “kapitalist sistemi ve egemenliğini koruyup sürdürebilmesi için tarihsel koşulların sınıf olarak burjuvaziye dayattığı zorunlulukların sonucu … yerel değil evrensel bir yönelim” olarak tanımlıyordu. “Siyasal planda dünya çapında bir ‘yönetememe krizi’ biçiminde dışa vursa da salt bir ‘yönetememe krizi’nden ibaret olmayan burjuvazinin ‘hegemonya krizi’ne, gündelik ve geçici değil yeni bir burjuva devlet felsefesi temelinde (abç) köklü ve kalıcı bir çözüm arayışını, bu anlamda taktik değil stratejik bir yönelimi ifade ettiği(ni)” vurguladıktan sonra “Onun için, tekelci burjuva devleti yeniden yapılandırma yönelimini, kapitalist ekonomi ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan değişikliklerden, özellikle de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının günümüzde kazandığı boyutlardan, mali sermayenin hacminde ve rolündeki olağanüstü büyümeden, emperyalist mali ve sınai sermaye ihracındaki artıştan, krizin keskinleştirdiği rekabet koşullarında emperyalist sermayenin emeği alabildiğine ucuzlatmaya duyduğu ihtiyacın yanı sıra ‘güven’ ve ‘istikrar’ arayışından, bu arada sistemin ve burjuva rejimlerin toplumsal temellerindeki daralmanın büyüttüğü tehlikelere karşı burjuva devlet cihazını güçlendirip yetkinleştirmenin yanı sıra özellikle orta sınıfları yeniden kazanarak onları sisteme daha sıkı bağlama amacından kopuk olarak ele alıp ‘kendi içinde bir amaç’ şeklinde algılamaktan kesinlikle uzak durmak gerekiyor...” uyarısında bulunuyordu.
“Yeni bir burjuva devlet felsefesi temelinde” şekillendirilmeye çalışılan bu “yeni” rejim modelinin ‘ayırt edici özelliği ise: “…Günümüzde burjuvazi, halkın (demos’un) biçimsel olarak dahi siyasetten büyük ölçüde dışlandığı ‘halksız bir demokrasi’ peşindedir. Burjuva devleti yeniden yapılandırma yönelimine de yön veren bu temel düşünce, ‘Yeni Dünya Düzeni Demokrasisi’ni burjuvazinin tarihsel bakımdan iki temel egemenlik biçimini oluşturan klasik burjuva demokrasisinden daha çok faşizme yaklaştıran ayırt edici bir özelliktir. Başka bir anlatımla, ‘YDD demokrasisi’, zaten sahte ve aldatıcı burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi yönünde değil bunun tam tersine onun biçimsel bazı yönlerinin dahi törpülendiği, burjuvazinin egemenlik sisteminde faşizme özgü yöntem ve çizgilerin öne çıkıp derinleşmesi yönünde bir gidişin ifadesidir.” (agy, abç) şeklinde tanımlanıyordu.
Alıntıları uzun tutmamızın bir nedeni meramımızın daha iyi anlaşılmasını sağlamaksa bir nedeni de dünya çapında yükselen faşizme dair tartışmalar sırasında günümüzde artık çıplak gözle dahi görülebilir hale gelmiş bu yükselişin evrensel karakterine dikkat çekmenin, neoliberalizmle bağını kurmanın, kapitalizmin siyaseti ile ekonomisi arasındaki ilişkiye dikkat çekmenin vb. büyük bir keşifmiş gibi görülmemesi gerektiğini hatırlatmaktır.