İşgal ve İmha Saldırılarının Ekonomik Arka Plânı

174

Çiğdem Devran

Türk tekelci burjuvazisi ve faşist devletinin Ortadoğu,  Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgesel güç olma hevesleri bilinir. Bu stratejinin odak noktasını ise Kürt silahlı mücadelesinin ezilmesi, Kürt halkının boyunduruk altında tutulması oluşturur. Türk burjuva devletinin, ABD ve Rusya’nın yanı sıra bölge gericilikleri ve dünyanın görmezden geldiği sınır ötesi operasyonları ve Rojava’daki işgali bu inkar ve imha siyasetinin sonucudur. O şimdi, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım operasyonunun etkili bir tepki görmemesinden cesaret alarak  Rojava’ya yeni bir kapsamlı saldırı hazırlığındadır.

Silahlı Kürt hareketinin ezilmesi ve Rojava devriminin ortadan kaldırılması, ideolojik-siyasi nedenler yanında Türk tekelci burjuvazisinin bölgeye yönelik ekonomik çıkar hesapları ve beklentileri açısından da tayin edici öneme sahip. Türkiye’nin kıtalar arası enerji ve mal akışını sağlayacak koridor savaşlarında stratejik bir konum elde edebilmesi, emperyalist ülke ve tekellerle kurduğu ilişkiler kadar bu hatların sorunsuz işleyişini sağlayabileceği konusunda vereceği güvene bağlı. Türk tekelci burjuvazisinin kendisini yeniden üretebilmek için yeni kaynaklara duyduğu ihtiyacın büyüklüğü gözönüne getirilecek olursa böyle bir pozisyon elde etmenin ekonomik açıdan olduğu kadar uluslararası siyaset arenasında da kendisine kazandıracağı avantajların onun açısından taşıdığı önem belirginlik kazanır. Onun Kürt özgürlük mücadelesine neden bu kadar büyük bir kin ve öfkeyle saldırdığı bu çerçeve içinde daha iyi anlaşılır.

Türk tekelci burjuvazisinin 1990’larda kabaran bölgesel güç olma hevesi AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle vites büyüttü. AKP ve yandaşları bu hevesi ambalajlamak için bir çok politik kavram geliştirdiler. Sonradan tedavülden kaldırdıkları “Yeni Osmanlıcılık“ bunların içinde bu stratejiye belki en yakışanıdır. Yeni Osmanlıcılık sadece göz diktiği bölgeler bakımından değil kullandığı yöntemler bakımından da atalarının izindedir. Doğrudan yatırımlar ve ticaretin yanında hırsızlık, yağma, kışkırtıcıları arasında yer aldığı Suriye’deki savaş nedeniyle Türkiye’ye sığınan göçmenleri kölelik koşullarında çalıştırma, onları bir taraftan da Avrupa’ya şantaj ve para sızdırma aracı olarak kullanma Osmanlı’dan miras yöntemlerdir.

Kuzey Kürdistan’da derinleşen sömürü

Kuzey Kürdistan, Özal döneminden başlayarak Türkiye burjuvazisi için güvencesiz kayıtdışı üretimin başını çeken yerlerden biri oldu. Bir anlamda Türkiye’nin Çin’i haline geldi. Kürt illeri kadınları, erkekleri, çocukları, doğası, hayvanı, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla topyekûn sermaye birikim dinamiği olarak görüldü. Kuzey Kürdistan’a yatırım yapacak tekellerin önü vergi muafiyetleri, KDV istisnası, işverenin sigorta primini devletin ödemesi, arsa temini, faiz desteği, gelir vergisi stopaj desteği vb. teşviklerle açıldı.

Kirli savaşta  köy yakma ve boşaltmalardan kaynaklı olarak Kürt köylülüğünün çözülmesi ve proleterleşme süreci hızlandı. Geleneksel yöntemlerle yapılan tarım ve hayvancılık çökertildi, tarımda da modern kapitalist işletmeler yaygınlaştı.

Tekstil, gıda ve inşaat gibi ucuz emek sömürüsüne dayalı sektörlerin yanı sıra ekolojik sistemi altüst eden madencilik patlama yaptı. Kürdistan coğrafyası emeğin ve doğanın açgözlü sömürüsünün sembolleri olarak OSB’ler ve HES’lerle örülü bir coğrafyaya dönüştü. Bunun nasıl kural tanımaz bir talan ve sömürü olduğunu İliç maden katliamı örneğinde somut olarak gördük. Konfeksiyon, tekstil ve iplik özellikle Batman, Adıyaman ve Urfa gibi illerde yoğunlaşırken Hakkari, Şırnak ve Dersim’de maden talanı öne çıktı. Dersim merkezin yüzde 62’si, Ovacık ilçesinin yüzde 57’si, Munzur Dağı’nın ise tamamı madenler için ruhsatlandı. Yine Cudi, Besta, Gabar’da ormanlık alanlar maden faaliyetine açıdı. Maden atıklarının derelere akıtılması sonucu Şırnak’taki nehirler kullanılmaz hale geldi. Hakkari‘de  onlarca kaçak madenin yanı sıra Zap Vadisi boyunca taş ocakları ve beton santralleri bölgenin doğasını katletti.

Kirli savaş uygulamaları ve baskılar yüzünden Kürt kentlerinin varoşlarına göç etmek zorunda kalan Kürt yoksulları ise mevsimlik tarım işçileri ve inşaat işçileri olarak gittikleri her yerde katmerli bir sömürüye uğramanın yanında ırkçı saldırıların hedefi oluyor. Aynı şey Türkiye metropollerine göçmek zorunda bırakılan Kürt işçi ve emekçileri için de geçerli. Kürt işçiler genellikle tekstil, inşaat, tersane gibi en ağır işlerde, ucuz ve güvencesiz çalışmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyorlar.  

Petrol hırsızlığı

Kârlarını büyütme ve yeni kaynak ihtiyacı içindeki Türk tekelci burjuvazisi pençelerini sadece Kuzey Kürdistan’a geçirmekle yetinmiyor elbette. Sızabileceği bütün çatlaklardan yararlanıp koşullar elverirse askeri gücünü de kullanarak kollarını uzatabileceği her yere uzatıyor. Bu bağlamda Güney Kürdistan ve Rojava, onun için askeri ve siyasi açıdan olduğu kadar ekonomik bakımdan da önem kazanan özel hedefler. Güney Kürdistan, Türk tekelci burjuvazisi ve şoven milliyetçiliğinin tarihsel rüyasını oluşturan Musul-Kerkük petrollerine bir biçimde çökme hevesi yanında bu petrolün nakli ve satışından pay alma yönüyle öne çıkarken Rojava içerdiği yağma olanaklarıyla ağzının suyunu akıtıyor.

Ankara, 2014 yılında Bağdat’ı pas geçerek Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başına çöreklenmiş Barzani çetesiyle 50 yıllık bir petrol anlaşması yaptı. Anlaşma, Kerkük petrollerinin Kerkük-Ceyhan Boru Hattı üzerinden taşınıp satılmasını içeriyordu. Bu aslında Tayyip Erdoğan ailesiyle Barzani ailesi arasında yapılmış bir petrol hırsızlığı anlaşmasıydı. Şebekenin başındaki organizatörler Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’la Barzani’nin damadı Neçirvan Barzani’ydi. Anlaşmanın altına atılan imzalar daha kurumadan tam 9 milyar dolarlık petrol satılmıştı. Kayıtlı olarak günde 445 bin varil ham petrol Türkiye’ye akıyordu. Kayıt dışı olarak pompalanan ya da tanker filolarıyla taşınanlar bu rakama dahil değildi. Çalınan petrolün en büyük alıcısı ise İsrail’di.

Türkiye tarafında bu büyük hırsızlıktan cebini dolduranlar sadece Erdoğan ailesi, Binali Yıldırım ve oğulları gibi AKP şebekesi değil çalıntı petrolü ucuza kapatıp Batman’daki Tüpraş Rafinerisi‘nde işledikten sonra misliyle pahalıya satan Koç ailesi gibi tekelci burjuvalar da vardı. Bu voli 2023 yılına kadar sürdü. Irak Hükümeti, Paris’teki Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne Irak’a ait doğal zenginlikler arasında yer alan petrolü kendisinden izinsiz satın alıp pazarlamaya ortak olduğu için Türkiye ve BOTAŞ aleyhine dava açtı. Türkiye’den 30 milyar dolar tazminat istedi. Mahkeme 2023 yılında Türkiye’yi Irak’a 1 milyar 700 milyon dolar tazminat ödemeye mahkûm etti. Türkiye bu parayı hâlâ ödemedi, Irak’la pazarlıklarında  koz olarak kullanıyor. Ama bu arada Kerkük-Ceyhan boru hattından petrol akışı da durdu.

Erdoğangillerle Türk tekelci burjuvalarının Güney Kürdistan’da cebe indirdikleri sadece petrol hırsızlığından aldıkları paylarla sınırlı değil. İnşaat başta olmak üzere Güney’de neredeyse her alanda Türk sermayesi ve Türk malları boy göstermekte. Türk tekelci ve orta burjuvazisinin yatırımlarında Ortadoğu ülkeleri arasında Irak, özellikle Kürdistan Özerk Yönetimi bölgesi başı çekmektedir.

“Irak Türkiye’nin şantiyesi gibi”

Türkiye’nin Irak’ta bir çok şirketi bulunuyor. 2017’lerde inşa edilen hemen her şeyin altından Makyol, Tepe grubu, Nursoy, Elegan, Günay İnşaat, Taşyapı, İlnur Çevik’in Çevikler İnşaatı gibi firmalar çıkıyordu. Günümüzde ise, “Irak Türkiye’nin şantiyesi gibi” yorumlarına neden olan bin 210 Türk firmasının yüzde 55-60’ı inşaat ve inşaat malzemeleri alanında faaliyet gösteriyor. Aynı zamanda ucuz emek sömürüsü cenneti olan bölgedeki şirketlerin yüzde 30’u ev eşyaları ve giyim, kalan yüzde 10-15‘i ise elektrik ve enerji, lojistik-nakliye-turizm, reklam-pazarlama, gıda, AVM-lokanta, otel işletmeciliği, yemek servisi, danışmanlık müşavirlik, petrol arama-çıkarma, araç kiralama, sigortacılık gibi alanlarda. Bankacılık alanında da Ziraat Bankası, Vakıfbank, İş Bankası, Bank Asya ve Al Baraka bulunuyor.

Resmi rakamlara göre Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacmi 2022 yılında 15,2 milyar dolara ulaştı. Türkiye’nin  Orta Doğu ve Körfez ülkelerine ihracatı  2023’ün Ocak-Ekim döneminde 26,7 milyar dolarken en fazla dış satım 7,8 milyar dolarla  Irak’a gerçekleşti.

Bu arada yapılan her ekonomik anlaşmanın maddelerinden birinin “Anlaşma aynı zamanda askeri, güvenlik ve istihbarat noktalarını da içerir” biçiminde olması tek başına çok şey anlatır. Bu anlamda inşaat, gıda, tekstil, lojistik, türetim malları yatırımlarının yanı sıra her türlü kirli işin de içindedirler. “1990’ların Türkiye’sini Irak Kürdistan’ına taşıdılar” tespitinin dile getirdiği gibi MİT ya da Türkiye’nin kontra örgütlerinin istediği operasyonu istediği suikasti istediği yerde yapabilmesinin önünü açan bir kirli ilişkiler yumağı söz konusudur.* 

Çalıp çırpıp sermayeye çevirmedikleri bir şey kalmadı

Türk burjuva devletinin teorisini Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı Yeni Osmanlıcılık hayâlleri doğrultusunda gözünü diktiği ülkelerden biri de Suriye’ydi. Başlangıçta Beşar Esad rejimiyle arayı sıcak tutup o rejimin sıkışma ve çıkmazlarından yararlanarak kanatları altına alma stratejisi izlendi. Suriye burjuvazisi ve Esad rejiminin bu zokayı yutmaya pek gönüllü olmadığı görülünce bu kez taktik değiştirdiler. Mısır’da olduğu gibi Suriye’de de Müslüman Kardeşler iktidarının kurulması için iç savaş kışkırtıcılarına katıldılar. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi krallığı gibi bölge gericiliklerinin yer aldığı ittifaka katıldılar. Perde arkasında Amerikan emperyalizmi ve onun bölgedeki sopası İsrail vardı. Balkan ülkelerinden Çin’deki Uygurlara, Türki cumhuriyetlerden Habeşistan ve Kuzey Afrika’ya kadar dünyanın neredeyse dört yanından topladıkları fanatik İslamcı militanlardan oluşan besleme ordular kurdular. Körfez gericilikleri bu dinci çetelerin finansmanını üstlenirken Suriye’nin hemen bitişiğinde güvenli bir üs ve eğitim alanı olarak Türkiye bu çetelerin askeri eğitimi ve politik yönlendirmesinde öne çıktı. 

Savaşın ilk yıllarında işler istedikleri gibi giderken iki etken bütün planlarını bozdu: Önce Kuzey ve Kuzey doğu Suriye’yi kapsayan Rojava’daki Kürtler siyasi ve askeri örgütlülüklerini hızla geliştirerek El Kaide’sinden IŞİD’ine, Nusra Cephesi’nden Türkiye’nin maşası SMO’ya gerici çetelerin önünde barikat oluşturdular, bu arada Rusya ve İran devreye girdiler. Sonuçta Türkiye ve bölge gericiliklerinin hevesleri kursaklarında kaldı ama Yeni Osmanlıcı yöntemler burada da devreye girdi: Yağma ve talan. 

Türkiye’nin beslemesi dinci çeteler savaşın ilk yıllarında ele geçirdikleri Halep başta olmak üzere Şeyh Neccar Han, El Asel, Kefer Hamra, Kefer Naha, Mansura gibi Suriye sanayisinin kalbi sayılan bölgelerde binin üzerinde fabrikanın makinalarını sökerek Türkiye’ye taşıdılar. Yerinden kaldırılıp taşınması zor tarihi eserleri dahi yağmalayarak muazzam bir tarihi eser kaçakçılığı ağı kurdular. Suriye’de ve Rojava Kürdistan’ında Türk Ordusu‘nun da yardımıyla işgal edilen bölgelerdeki bütün tarım ve sanayi ürünlerini, buğdayı, zeytini, zeytinyağını, petrolü, tıbbi ekipmanları yağmalayıp Türkiye pazarında sattılar. Ormanları kesip kereste ticareti yaptılar. Suriyeli kadınlar ve çocuklar fuhuş ve organ mafyaları tarafından alınır satılır oldular. Bu yağma ve hırsızlıklarla ilgili olarak bu kez Suriye rejimi Türkiye’yi uluslararası mahkemelere şikayet etti.

Efrin yağması bu gözü dönmüşlüğün adeta simgesidir. Rojava’nın zeytini ve zeytin yağıyla ünlü aynı zamanda çok verimli tarım arazilerine sahip olan Kürt kenti Efrin, 2018 Ocak’ında Türk Ordusu ve yancısı SMO çeteleri tarafından işgal edildi. Kıbrıs’ın 1974’deki işgaline Barış Harekatı denilmesi gibi Efrin’in işgaline de Zeytin Dalı Harekatı denildi. İşgalle birlikte kentte yaşayan Kürtlerin evleri, malları mülkleri talan edilmekle kalmadı zeytinliklerine, tarlalarına, tarım aletleri ve araçlarına el konuldu. Efrin zeytini ve ondan üretilen zeytinyağı Türkiye’ye taşınıp hem iç piyasaya sürüldü hem de Türk ürünü olarak etiketlenip dünya pazarlarında satıldı. 

Sonuç olarak, uzun bir geçmişe sahip Kürt düşmanı şoven azgınlığın tarihsel, ideolojik ve siyasi arka plânı yanında sorunun temelinde yatan sömürü ve yağma iştahı gözden kaçırılmamalıdır.

*Bu yazının kaleme alınmasını izleyen süreçte Türk faşizmiyle Bağdat hükümeti ve Barzani klanı arasındaki kirli pazarlıklar hız kazandı. Türk Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve MİT Müsteşarı hem birlikte hem ayrı ayrı  Bağdat ve Erbil seferlerine çıktılar. Aynı şekilde Irak’tan da peşpeşe heyetler geldi. Gündemdeki temel konu tabii ki Irak topraklarında PKK’ye yönelik yeni askeri operasyonlardı. Türkiye, Barzani kuvvetlerinin yanı sıra Irak ordu birlikleri hatta İran yanlısı Haşd-i Şabi güçlerini de Kandil ve Şengal’i hedef alacak bu saldırılarda kendisiyle birlikte hareket etmeye ikna etmenin peşinde. Türk faşizmi, Iraklı muhataplarını kendisiyle suç ortaklığına „ikna etmek“ için elindeki su kozunun yanı sıra Irak’ın Basra Körfezi’ndekşi Faw limanını  Avrupa’ya bağlayacak ticaret ve enerji nakil koridorunu şantaj aracı olarak kullanıyor. Dicle ve Fırat‘ tan  bırakılacak su miktarı, altyapısı zaten büyük ölçüde tahrip olmuş Irak tarımının bunun üzerine bir de su kıtlığı nedeniyle yaşadığı üretim kaybı nedeniyle Irak için hayati öneme sahip. Türk faşizminin „Kalkınma Yolu“ diye ambalajladığı Iraklıların ise „Kuru Kanal“ olarak adlandırdıkları proje ise Türk burjuvazisi kadar Irak tarafının da ağzının suyunu akıtıyor. Türk tarafı PKK’nin tasfiyesini bu projenin güvenliği için şart olduğu iddiasında. Irak’taki parçalı iktidarın kimi bileşenleri bu zokayı yutmaya hazır bir görüntü çiziyorlar ama İran ve İran yanlısı kesimler Türkiye’nin Irak’taki askeri, ekonomik ve siyasi etkisinin artışına o kadar gönüllü olmayacaklardır. 2005 yılından beri gündemde olan bu proje daha çok su götürür ama Kürt düşmanlığı ve su şantajının belirli sınırlar içinde kirli bir işbirliğine zemin oluşturması olasılığı hafife alınmamalıdır.