Çökmenin Bahanesi, İnkârın Çürütmesi

227

Poyraz Soysal

“Sabahtan kalktım

Çantama baktım

Ağlaya sızlaya boynuma taktım

Malımı mülkümü devlete sattım

Pahasını sorsan yarım ekmeğe”

Yalan nedir, gerçek ne? Hangi inkâr, hangi devlet terörü yukarıdaki ağıtın mıh gibi zihinlere çaktığı gerçekliği yok edebilir? Hangi kaynak halkın dilinden dökülen gerçekliği gölgeleyebilir? Pas tutmuş resmi yalanlar halkların bilincini süngü gibi her gün delik deşik ederken değdiği yeri kangren ediyor. 100 yıllık yaranın üzerini yalanla kapatmaya çalıştıkça, kangren olan yaralar yeni yaralara neden oluyor. Çünkü yaranın nedenini, altındaki gerçekliği bilmemiz çökme rejiminin sonunu getirecek etkiye sahip. Halkları sürekli birbirine kırdırıp sermayenin el değiştirmesini sağlamak çok kârlı bir sermaye birikim modeline dönüştü. Dün Ermeni, Rum sermayesinin mübadelesi üzerinden semiren Türk burjuvazisi, bugün çökme faaliyetini kendi içine kadar geliştirmiş durumda. Halklara ırkçılığı bir zehir gibi pompalarken, onları yoksullaştırıyor. Bu nedenle her politikanın sermayeyle ilişkisini atlayarak hiçbir süreci doğru değerlendiremeyiz.

Bugün içinde boğulmamaya çalıştığımız çürümenin kökeninde de bu yatıyor. Türkiye solunun devletin niteliğini, Kemalizm ile ilişkisini yanlış yerden kurması, Türk burjuvazisinin sermayesinin kökenini emekçilere doğru şekilde anlatmanın önüne geçti. Görece en güçlü olunan dönemler bile bu anlamda değerlendirilemedi. Öyle ki Russel mahkemesinde, yüzyılın ilk soykırımının ele alınması TİP lideri Mehmet Ali Aybar tarafından veto edildi. Yani halkların ittifakı değil, burjuva devletin hassasiyetleri öncelendi. Oysa Türk tekelci burjuvazisinin temsilcileri üzerinde yükseldikleri yalan ve talan politikasına bir gün olsun ara vermediler. Sermayesinin kökeninde çökülen Ermeni sermayesi olan Koç, 1900’lü yıllarda Türklerin askere gidip öldüğünü ama azınlıkların bundan muaf olduğunu belirtti. Yalan söylediğini adı gibi biliyordu ama onun sınıf ahlâkı onu gerektiriyordu.  Bizler de kendi sınıfımızın çıkarına uygun davranıp birbirine düşürerek kanlarından semirdikleri halklara gerçekleri hatırlatalım.

Soykırım Bir Çökme Projesi

Kemalistler ve onların ideolojik yörüngesinden hiç çıkamayan bir kısım sol, cumhuriyet dönemini Osmanlı’dan tam bir kopma olarak niteler. Oysa Türk sermayesinin oluşumu, İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet döneminde izlenen süreç bunu boşa düşürür. Bu çelişkiyi resmi ideologların soykırımı inkâr tutumunda da görebiliriz. Hiçbir şekilde savunmadıklarını söyledikleri Osmanlı’nın sancağı altında işlenen suçu inkâr etmeleri bile söylediklerini çürütmeleri anlamına gelir. Çünkü Türkiye’nin sosyopolitik gelişim sürecine baktığımızda, sermayenin sistematik olarak el değiştirmesinin bile Abdülhamid dönemine dayandığını görürüz.

19. Yüzyılda Abdülhamit kendisini Avrupa’ya hoşgörü timsali gibi gösterirken Anadolu’da 1916’ya gidecek süreci tetiklemişti. 1894-1896 arasında gerçekleşen Hamidiye Katliamları 1916’nın işaret fişeği ve ilk provasıydı. Önce Anadolu’nun ‘gözlerden ırak’ iç bölgelerinde başlayan katliamlar zamanla kanser gibi geniş bir coğrafyaya yayıldı. Bu katliamlar dizisinde öldürülen Ermeniler ile Süryaniler başta olmak üzere farklı azınlık mensuplarının sayısı değişik kaynaklara göre 80 bin ile 300 bin arasındadır. Dönemin gazete haberlerine göre 50 bin çocuk yetim kalmıştır. Ümmetçiliğin resmi devlet ideolojisi haline gelmesi de bu döneme denk düşer. O zamana kadar böyle bir yaklaşım yokken devletin resmi dininin İslam olduğu ilan edilir.

Katliamlar aylara hatta yıllara yayıldığı halde İngiliz emperyalizmi Kıbrıs nedeniyle bu konuda sessiz kalır, Fransa emperyalizmi Osmanlı üzerindeki etkisi ve çıkarlarının Osmanlı’nın toprak bütünlüğüyle süreceğini düşünür, Berlin Konferansı’nda Bismark’ın yol vermesiyle Abdülhamid’in eli bu konuda hiç beklemediği oranda rahatlar. Emperyalistlerin Osmanlı içerisindeki azınlıkların güvenliği bahanesini bir araç olarak kullandıkları gerçeği bir kez daha kendisini gösterir. “Uygar dünya” nihayet 1897’de harekete geçer ve Abdülhamid’e baskı yapmaya başlar. Kürtlerden devşirilen Hamidiye Alayları’nın kullanıldığı kâtliamlar o tarihten sonra seyrelip sona erer. Ama olan olmuş yol bir kez açılmıştır.

Abdülhamid elinin rahat bırakılmasıyla, bugün de bilinen yöntemle kanlı sürecin startını verdi. Ermenilerin “tek hakkımız şikayet edebilmekti” dediği Gülhane Hatt-ı Hümayûnu’nu Müslüman halkların hoşnutsuzluğunu perçinleyecek şekilde kullandı. Onları kışkırttı, silahlandırdı ve Hamidiye Alayları’na giden süreci yarattı. Bazı Kürt ve Çerkes aşiretleri Ermenilere karşı örgütledi. Kendi elini kirletmeden yağma ve katliam sürecini başlattı. Ticarette belli bir yoğunluğu olan Ermenilerin sermaye birikimine çökme planını adım adım gerçekleştirdi.

İktidara gelirken Ermenilerin de desteğini alan ve “Hürriyet” sloganlarını dilinden düşürmeyen İttihat ve Terakki iktidarında soykırıma giden süreç hızlanır. Zaten soykırımın altında da İttihat’çı şeflerin kanlı imzaları vardır. Adana katliâmı, Zeytun isyanı gibi kanlı süreçlerin ardından 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da Ermeni aydınlara yönelik tutuklamalar gerçekleştirilir. Süreç İstanbul’da başlar ama en kanlı biçimiyle Anadolu’da uygulanır. Milyonlarca Ermeni işkenceler altında ölüm yolculuğuna çıkarılır. Erkekler zaten orduya alınıp ağır işlerde çalıştırılarak katledilmiştir. Kadın ve çocuklar adeta bir ganimet muamelesi görürler. Katiller, öldürmedikleri çocuk ve kadınları en ağır işlerde çalıştırır ve zorla din değiştirterek kendileriyle evlenmeye zorlarlar. Tüm Ermeni malları yağmalanır. 27 Mayıs 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu’nun ardından 10 Haziran 1915’te İskân Kanunu çıkar. Gayrimenkullere devlet el koyar.

Sermaye değişimi 3 karara dayandırılır. 30 Mayıs 1915’te yayımlanan Meclis kararı, 10 Haziran tarihli Talimatname ve Tasfiye Kanunu. Bunlardan en önemlisi Tasfiye Kanunu’dur. Çünkü bu kanun Ermenilerin devlet tarafından dahili harp kapsamında kabul edilmesinin bir sonucudur. Talat paşanın şifreli mektubuyla bu durum resmileştiriliyor.

Ermenilere ait malların müsaderesi (el konulması) ve satışını düzenleyen Tasfiye Kanunu’nun devamı olarak Cumhuriyet döneminde (15 Nisan 1923) Emval-i Metruke Kanunu çıkarılır. Bu yasa 1915’dekinden bile kapsamlıdır,  el konacak malların kapsamını genişletir. Bu özelliğiyle Kemalist Cumhuriyet’le İttihatçılar ve Osmanlı arasındaki zihniyet ve yöntem devamlılığının simgelerinden biridir. Sonrası hepimizin malûmu zaten. 30’larda Yahudi pogromuyla, 40’larda Varlık Vergisi’yle, 50’lerde 6-7 Eylül ile, 60’larda Kıbrıs bahane edilerek Rumların göçürülmesiyle, 70’larda Maraş Katliamı ile, 80’ler ve 90’larda köy boşaltmalarla devam ediyor. Yıllarca Çankaya Köşkü olarak kullanılan bölgenin bile Kasapçıyan ailesine ait olduğu bir gerçek. Keza döneminin modern matbaalarından Ermeni işadamı Vahan Matosyan’a ait Matosyan matbaasının bu kanuna dayanarak Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’ye peşkeş çekilmesi öyküsü ibretlik bir örnektir. 1923’te çıkarılan Emval-i Metruke Kanunu bile 1988 yılında kaldırılıyor.

Yalanlarla, nefret tohumlarıyla emekçileri birbirine düşman edenler, iki tarafa da aynı kötülüğü yapıyor. Dün birilerinin mülkünü gasp ederek oluşturduğu sermayesiyle bugün başkalarını sömürüyor. Düşmanlaştıkça ekmeğimiz küçülüyor ve çürüyoruz. Oysa düşman olmamız gereken belli. Bunu anladığımız gün, bunları konuşmamıza gerek kalmayacak günlerin miladı olacak..