İnsanal Öz Nasıl Kazanıldı
Kazım Bayraktar
Paris Komünü burjuvazinin yükselme döneminde geleceğin sosyalist devrimlerini haber veren erken uyarı ateşiydi. Tıpkı toprak-köle üretim tarzının ilerleme çağında patlak veren Spartaküs ayaklanmasında olduğu gibi yenilgiye mahkumdu. Üretici güçlerin gelişme koşulları mevcut üstyapıyı yıkıp yenisini zorunlu kılacak düzeye gelmemişti.
Ekim Devrimi, kapitalizmin emperyalist çürüme çağında -Paris Komünü’nün yenilgisinin dersleriyle donanarak- tarihteki ilk sosyalist devrimi zafere ulaştırdı. On yıllar süren ve sosyalist dönüşüm yolunda birçok başarılara imza atan devrim yenilgiyle sonuçlandı. Bu kez yenilgi iktisadi koşulların olgunlaşmamasından değil, kapitalist-emperyalist dünyanın saldırıları yanında asıl olarak kendi iç dinamiklerinde gelişen çelişkilerin çözümünde ortaya çıkan hatalardan kaynaklanıyordu. Ancak onun en önemli tarihsel mirası, kendi yaşam araçlarını yeniden üreterek hayvandan ayrılmasıyla birlikte üretimin (üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin) peşinde sürüklenen insanın üretime bilinçli müdahalesinin üretimin insan için planlanıp uygulanabileceğinin, bu yazının da konusu olan insanal özün yeniden kazanılmasının mümkün olduğunu kanıtlamasıdır. Başarıları ve yenilgisinin dersleriyle geleceğimizi aydınlatıyor.
Öz derken mutlak ve değişmez bir ideadan, kendinde şeyden ya da tözden söz etmiyoruz. Birbirini özne-nesne nesne-özne ilişkisi ve hareket halinde var eden sonsuz maddi varlıkların her birini diğerlerinden ayıran -onu o yapan- belli maddi koşulların bir araya getirdiği özelliklerinden söz ediyoruz. Koşullar değiştiğinde öz de değişir ve farklı bir niteliğe dönüşür. İnsanı diğer türlerden farklı kılan özellik onu var eden maddi koşullarla (doğa ile) ilişki kurma, koşullara ihtiyaçları doğrultusunda şu veya bu biçimde müdahale ederek değiştirme yetisidir. Yazının konusu olan insanal öz bu yetinin kullanılma biçiminde diğer bir deyimle ihtiyaçların üretim-paylaşım tarzında test edilebilen bir özelliktir.
İnsanı hayvandan ayıran nedir sorusuna fiziksel-biyolojik özelliklerden başlayıp konuşma yetisi, aklı, bilinci, dini, ahlakı öne çıkarılarak çeşitli yanıtlar verilebilir. Ancak bazı doğabilimcilerin de paylaştığı bu yanıtlar evrimde görece tamamlanmış insana ampirik gözlemle bakılarak verilen en yüzeysel görüşlerdir. İnsanın hayvandan farklı özelliklerinin oluşumunu sağlayan ilişki ve hareketi açıklamazlar. Bir şey söyleme ihtiyacı duyulduğunda; doğabilimin fizik uzmanı Newton’un doğanın sonsuz hareketini çözemediği noktada illa ki bir başlangıcı olduğu inancıyla “ilahi bir ilk itiş”e sarılmasında olduğu gibi dine; ya da toplumsal düzen ve kuralların tarihsel kökenini açıklamaya kalkan bugünün ABD patentli neoliberal sermaye ideoloğu Hayek’in “kendiliğinden” kavramına sığınmasında olduğu gibi içi boş soyut kurgulara başvurulur. “Kendiliğinden” kavramı da hareketi içerir ama o hareketin o şekilde gerçekleşmesini, toplumsal düzen ve kuralların öyle değil de böyle oluşumunu sağlayan, üretim ekseninde gelişen içsel ilişkileri karanlıkta bırakır.
Tarihsel-materyalist bakışla insanın kendi geçim araçlarını yeniden üreterek hayvandan ayrıldığı evrimsel bir gerçeklik olarak kabul edildiğinde; bilim ve teknolojideki gelişmelerle birlikte dünyanın üretici güçleri ayrımsız tüm insanlara insanca yaşam–insanca çalışma koşulları sağlayacak düzeye gelmiş olmasına rağmen, geçen yüzyılın iki emperyalist paylaşım savaşında ve sonu gelmeyen bölgesel savaşlarda ana karnındaki ceninden en yaşlısına kadar yüz milyonlarca insanın kitle imha silahlarıyla en vahşi biçimlerde katledilmesi, insan emeğinin on binlerce yıllık tarihsel birikiminin ürünü olan üretici güçlerin ve onun varlık bulduğu doğanın sınırsız biçimde tahribi ve yeryüzünden yükselen insan çığlıkları; bu çığlıklardan yankılanan “insanlığa karşı suç” kavramının ve sözde bu suçları yargılamak üzere kurulan mahkemelerin dahi bu vahşeti yönetenlerin elinde kirli siyasal çıkarların taktik malzemesine dönüştürülmesi vb. uzlaşmaz çelişkiler yumağı bize neyi anlatır? İnsanlığın bilim ve teknolojinin doruğa ulaştığı bu çağda içine düştüğü bu kanlı çirkefliğin özünde bir paylaşım sorunu olduğu apaçık göründüğüne göre “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes’un doğrulanmasını mı? İnsanın özü, mutlak ve sonsuz “bencil-birey” midir?
Yaşanan bu şiddet ve çirkefliğin içinden yükselen “insanca yaşam, insan onuruna yakışır çalışma” gibi insan odaklı taleplerin ne anlama geldiği, nasıl gerçekleşebileceği vb. sorulara da çeşitli yanıtlar verilebilir. Ancak kapitalist üretim tarzının tarihsel doruğuna ulaştığımız bugünkü koşullarda, atomize edilmiş bireyin “iradesini mülk edinmiş” (Marx) burjuva ideolojisi bireyi öyle alıklaştırmıştır ki, özel mülkiyetsiz bir dünya düşünemeyen burjuva toplum bireyi çözümü kapitalizmin düzeltilmesi ve bireyin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, hukuk, ahlak, adalet vb. ekseninde arar durur.
Kapitalizmi sürdürülebilir kılmaya odaklanan bu tür yanıtlar, insan ile çalışma/emek arasındaki, insanı insan yapan içsel ilişkiyi açıklamaları bir yana, ilişkinin görünmez kılınmasında burjuva ideolojisi ile aynı kulvarda yarışırlar. İnsanı ve çalışmayı yan yana gelmiş, birbirleriyle dışsal ilişki halinde, tarihten kopuk ve değişmez iki ayrı veri olarak alır. Dolaysıyla “maddi yaşam amaç, çalışma araç gibi görünür”1. Bu görünüm insan ile hayvan arasındaki özsel farklılığı gizler. Hayvan da salt yaşama içgüdüsüyle doğanın içinde yiyecek arar durur ama onun etkinliği emek değildir.
“İnsan Doğa İlişkisinde İnsanı Yaratan Emek”
İnsanı hayvandan ayıran gözle görünür en temel özellik, hayvan doğanın verdiklerini tüketerek varlık sürdürürken, doğanın verdiğini yeniden üreterek varlık sürdürmenin de ötesine geçmiş olmasıdır. Hayvandan gelip insana dönüşen türün bunu nasıl başardığı sorusuna, onun farklı özelliklerinden herhangi biri, örneğin Bronovski’nin2 iddia ettiği gibi imgeleme yetisi ya da düşünme yeteneği ileri sürülerek verilen benzer yanıtlar hayvanı insana dönüştüren doğa ile ilişkisine, dolayısıyla imgeleme yetisini vb. nasıl kazandığına dair hiçbir şey açıklamazlar.
İnsanı hayvandan farklı kılan özelliklerin biyolojik-organik yapısında evrimsel bir dönüşümün sonucunda gerçekleştiği kabul edildiğinde, insan doğanın dışında kendinde bir varlık olmadığına ve doğa insana bu özellikleri durduk yerde bahşedip “yürü ya kulum” demediğine göre bu dönüşümü sağlayan şeyin her şeyden önce insanın doğa ile ilişkisinde gelişen etkinlikte aranması gerektiği kuşkusuzdur. Bu etkinlik evrimin başlangıcında yaşamsal varlık sürdürmenin zorunlu koşulu olan yaşam araçlarının yeniden üretilmesini sağlayan, “varoluş savaşının kıvılcımı”ndan3, yani emekten başka ne olabilir ki: “Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır der. Gerçekten de bir kaynaktır – ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bunda da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birinci temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.”4
İnsanı yaratan emek esas dönüştürücü dinamik olarak ele alındığında, diğer farklı özelliklerin nasıl oluştukları açıklanabilir duruma gelir. Doğa ile ilişki halindeki beden emek denilen yaratıcı etkinliği keşfederken, Darwin’in doğanın diyalektik akışını gözlemlerken tespit ettiği “karşılıklı gelişme yasası” diğer bir anlatımla birbirini var edip geliştiren ilişki pratiğinde emek de bedeni ve onu yöneten biyolojik merkezi parçası olan beyni dönüştürür. İnsan emek ile özdeşleşerek insan olurken, insanal öz de bu diyalektik özdeşlikte filizlenir.
Emek ile nesnel koşulları (doğanın sunduğu hammadde ile insanın keşfettiği yeniden üretim araçları) arasındaki ilişki evrimin ilk aşamasında, doğanın organik bedeni olan insan ile insanın inorganik bedeni olan doğa arasındaki ilişkidir. İnsan kendi geçim araçlarını üretirken doğa ile -emek aracıyla- bireysel-toplumsal ilişkiye girer. Hayvan da doğanın organik bir parçasıdır, toplu halde yaşayan türleri de vardır ama doğa ile böyle bir ilişki içinde değildir: “Hayvan kendi dirimsel etkinliği ile doğrudan doğruya özdeşleşir. Kendini ondan ayırmaz. O, bu etkinliktir. İnsan kendi dirimsel etkinliğinin kendisini, kendi irade ve bilincinin nesnesi (konusu) durumuna getirir. Onun bilinçli bir dirimsel etkinliği vardır. Kendisi ile doğrudan doğruya kaynaştığı bir belirlenim değildir bu. Bilinçli dirimsel etkinlik insanı, hayvanın dirimsel etkinliğinden doğrudan doğruya ayırır. İşte o tastamam bundan, ve sadece bundan ötürü türsel bir varlıktır.”5
İnsan emek faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bilinciyle kendini doğadan (düşüncede) ayırmaya, organik nesnesi olduğu doğanın aynı zamanda öznesi olmaya başlar ve ona bilinçli müdahalede bulunarak ilişki kurar. Bu nedenle insan hayvandan farklı üretir: “Gerçi hayvan da üretir. Arı, kunduz, karınca vb. gibi, kendine bir yuva, barınaklar kurar. Ama o yalnızca kendisi ya da yavrusu için dolayımsız gereksinme duyduğu şeyler üretir; … oysa insan hatta fizik gereksinmeden bağımsız olarak bile üretir ve ancak ondan bağımsız olduğu zaman gerçekten üretir; hayvan yalnızca kendi kendini üretir, oysa insan tüm doğayı yeniden üretir… Hayvan yalnızca kendi türünün ölçü ve gereksinmelerine göre yapar, oysa insan her türün ölçüsüne göre üretir ve nesneye her yerde kendi iç doğasını uygulamasını bilir; demek ki insan güzellik yasalarına göre de üretir … Bu üretim onun etkin türsel yaşamıdır. Bu üretim aracıyla, doğa, onun yapıtı ve onun gerçekliği olarak görünür. Çalışmanın (emeğin) amacı demek ki insanın türsel yaşamının nesneleşmesidir…”6
İnsan-emek özdeşliğinde, maddi yaşamı yeniden üretmenin ötesinde “güzellik yasalarına göre de üretim”, emekle filizlenen insanal özün zenginleşmesidir. İnsan insanal özüyle türselleşerek hayvandan ayrılır.
İnsanın beş duyusu –ki hayvanda da vardır– sadece organik duyular olarak kalmaz; her duyu bilinçle, bilinç duyularla ilişki halinde insanın özüne yeni örgensel ilişki biçimleri kazandırır. Örneğin; en ilkel aşamadaki insanın mağara duvarına çizdiği resim, taşa verdiği biçim beş duyusunun onun doğa ile insanal ilişkiye girmeye başladığına, örgensel ilişki biçimlerinden biri olan sanata tanıklık eder. Sanat, insanı hayvandan ayıran özelliklerinden biridir. Marx’ın deyimiyle “yaşamın insanileştirilmesidir.” Doğa malzemesine verdiği biçim doğa ile ilişkisinin bilince yansımasını ifade ederken, göz de görsel biçim güzelliğini örgenleştirir. Kulak sadece belli sesleri salt belli biçimde duymakla kalmaz, onu farklı seslere dönüştürerek insanın doğa ile yeni bir örgensel ilişki biçimi (müzik) geliştirmesine aracılık ederken, müziğin sesteki ahengini insanın bedenine yansıtan başka bir örgensel ilişkiye de (dans) aracılık eder. Doğa-insan (doğa-insan ilişkisi aynı zamanda insan-insan ve kadın-erkek ilişkisidir) ilişkisinde beş duyu, organik beş duyu olarak kalmaz; insanal özün nesnelleşmesine, insan olarak doğanın, doğa olarak insanın duyusal zenginleşmesine aracılık eder: “…ancak insanal özün nesnel olarak açılmış zenginliği sayesindedir ki, …sadece beş duyu değil, ama tinsel duyular, pratik duyular (istek, sevgi vb.) denilen duyular da, kısacası insanal duyu, duyuların insanlığı, ancak kendi nesnelerinin varoluşu, insanlaştırılmış doğa sayesinde oluşurlar..”7
Komünal toplumlarda ve çağın ilkel koşullarında başlangıç halinde ortaya çıkan “İnsanal özün nesnel olarak açılmış zenginliğinde” gelişen duyulardan biri de onurdur. Onur bireyin diğer bireylerle ilişkilerinde gelişen öz saygısı olarak tam da Marx’ın “1844 El Yazmaları”nda insan için üretim ilişkilerinden hareketle açımladığı insanal özde gelişen bir duygu biçimidir. Üretim ilişkileri onurun temel ölçütüdür ve bu nedenle insanın insanı sömürdüğü üretim ilişkilerinde gerçek insanal bir onurdan söz edilemez. Yaşadığımız çağda kapitalist-emperyalist sömürünün bir zorbalık rejimi olarak kavramlaşan faşizmin insana ve insanlığa yönelik saldırılarına tepki biçimi olarak gündemleşen “insanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganı da bu temelde anlamlandırılmalıdır. Çünkü işkence ve diğer insanlığa karşı suçlar, sömürü ilişkileri sistemlerinde sistemleşen, insan onuruna yönelik en aşağılık saldırı biçimlerinden biridir.
Bu noktada bir paranteze ihtiyaç var. Marx ve Engels’in doğa-insan ilişkisine dair -özellikle Marx’ın “1844 El Yazmaları”ndaki– açıklamalarına doğacılık veya insancılık eleştirileri yapılabilir, yapılıyor da. Eleştirenlerin şeyleri birbirinden ayıran idealist düşünme alışkanlığıyla gözden kaçırdıkları husus; Marksizmin insan ile doğa arasında gelişen ve insanı hayvandan ayırarak türselleştiren içsel ilişkiye, hem ilişkinin hem de öznelerinin hareketine ve bu harekete yön veren (iradeden, düşünceden, duygudan bağımsız) hareket yasalarının tarihsel gelişimine, harekete insan ve doğa yararına yön verecek bilinçli müdahalenin koşullarına odaklanmasıdır. İnsan-doğa ilişkisi doğacı ve hümanist akımlarda dışsaldır. İnsanın doğa içinde yaşadığı, doğadan beslendiği ampirik olarak gözlemlenir, felsefi kavram ve kategoriler kullanılarak “olması gereken”ler insancıl veya doğacıl duygularla kurgulanır. Bu nedenle, insanın doğadan gelip doğa ile ilişkiye girmesiyle birlikte aralarında gelişen doğal-içsel ilişki ile bu ilişkinin bozuşup başka bir ilişki biçimine dönüşmesi arasındaki niteliksel farklılık ve ilişkinin öznelerinin birbirinden ayrılması, ayrılmaya yol açan tarihsel koşullar bu akımların görüş alanı dışında kalır.
Ortaçağın Tanrı’ya odaklı feodal zincirleri kırılırken Akıl’a tutulan idealist felsefe İnsan kavramını soyut Akıl’da geliştirmeye çalışıyor, yeni çağın kapitalist üretim ilişkilerinin peşinde burjuva idealizmine dönüşürken, hümanizm (insancıllık) bireyci ve seküler bir felsefi akım olarak ortaya çıkıyordu. Soyut insanı merkeze alan, salt insana odaklanan hümanizm, onu “doğasından” gelen haklarla ve ahlak kurallarıyla donatarak olması gereken insanı tanımlıyor, insanın doğası ile maddi yaşamı yeniden üretme faaliyeti arasındaki ilişkiyi kuramıyordu.
Kölelik ve serflik bugünkü Akıl’a göre insanlık dışı; hümanist felsefeye göre insanın doğasına aykırıdır. Ama ne idealizm ne de hümanizm binlerce yıl süren bu durumu; insanı antik çağın köleciliğinde özel mülkiyet nesnesi olarak sahibine, orta çağın serfliğinde zümre mülkiyetli toprağa zincirleyen, her iki çağda da onu insanal doğasından ayıran şeyi bize açıklamaz. Dolaysıyla insan hakları diskurunun “demokrasi, yasalar önünde eşitlik, özgürlük, kardeşlik vb.” ilkelerinin pratikleşmesiyle sorunun çözüleceğini vaat eder. Marksizm ise güncel siyasal mücadelede bu ilkelere proletaryanın dilinde farklı bir anlam kazandırarak mücadeleye biçim verirken nihai çözüm olarak özel mülkiyetin tarihsel son biçimi olan kapitalist sistemi hedef alan devrim zorunluluğuna işaret eder. Çünkü mülkiyet ilişkileri insan-doğa ilişkisinde belirleyici tarihsel bir role sahiptir.
Kolektif Emek-Kolektif Mülkiyet Özdeşliğinde Gelişen İnsanal Öz
“Doğal hak” feodal zincirin dinsel meşruiyetine karşı tarihsel bir ilerlemeyi ifade eden ancak gerçek tarihten kopuk -Rousseau doğal hakkın tarihsel bir kökene dayanmadığını özellikle belirtir- soyut olarak kurgulanmış idealist bir kavram ve bugünkü insan haklarının da meşruiyet dayanağı olarak biçimleniyordu. İdealist burjuva hümanizmi “İnsan haklarıyla insandır” diyor, özel mülkiyetle birlikte “doğal hak” olarak tanımladığı hakları “vazgeçilmez, devredilmez”likle “güvence” altına alıyor, hakların dağılımı maddi yaşamın yeniden üretiminden ayrı soyut düşünce olarak kurgulanıyordu.
Yeniden üretimin ilk tarihsel biçimi kolektif emektir. Bilincin ve dilin ortak/komünal gelişmesinin temel dinamiği olan emek –ki bilinç ve dildeki ortaklık da emeğin kolektifliğinin tarihsel kanıtlarıdır- maddi yaşam araçlarını yeniden üreterek hayvanı insana dönüştürürken doğa ile alış-veriş ilişkisine girer.8 İnsan ne kadar doğaya ait ise onun sunduğu nesnel koşulları kendi geçim araçlarına dönüştürdüğü kadar doğayı kendine ait sayar.
Rousseau’nun özdeyişiyle “Özgür doğan insan” doğayı ama hiçbir yerde “zincire vurulmadan”; Marksizmin kavramlarıyla “emeğin nesnel koşulu” olarak ve “dirimsel etkinliğinin nesnesi ve aleti” kılarak, kendi neslini de bu etkinliğin doğal bileşeni olan “İnsandan insana doğal zorunlu ilişkiyle” yeniden üreterek, her bireyi diğerinin varlık nedeni kılan özdeşlik ilişkisi içinde ve topluluk halinde doğal biçimde sahiplenir: “1- Emeğin doğal koşullarının, yeryüzünün, ilk iş aracı olarak, hem laboratuvar ve hem de onun hammadde deposu olarak mülk edinilmesi; ama emek aracılığıyla değil, emeğin ilk koşulu olarak mülk edinilmesi. Birey, emeğinin nesnel koşullarını, basitçe kendi malı, bunlar sayesinde gerçekleşen öznelliğinin inorganik doğası olarak görür.”9
İnsanın doğayı sahiplenme duygusu elbirliği halinde toplumsal-bireysel emeğin nesnel koşulları ile ilişki içinde gerçekleşirken, emek bu ilişkinin evrimle gelişen tek dinamiğidir. Emeğin gerçekleşme biçimi insanın doğayı sahiplenme biçimini de belirler: “6. Üretimin örgütlenmesi. Klanlar düzeninin doruk noktasında, üretimin temel biçimi ilkel elbirliği (kooperasyon, ortaklaşa çalışma), yani klan üyelerinin ortaklaşa çalışmasıydı. Sürek avı, ağla balık avlama, örgütlü toplama gibi işler ancak topluca yapılan işlerdi. … Toprağın ortaklaşa işlenmesi yöntemi tarımla uğraşan bütün halklarda yürürlükteydi; Yeni Gine Papua’ları önce toprağı sivri sopalarla kabartıyorlar, bu işi yapan erkeklerin arkasından ilkel bel kullanan kadınlar geliyor, bunların arkasından gelen çocuklar toprak keseklerini elleriyle ufalıyor ve taşları ayıklıyorlardı. Ortaklaşa üretim ortaklaşa mülkiyeti koşullandırıyordu”10
Topluluk halinde varoluş için, “… eylemin (hayvancılıkla uğraşanların, avcıların, tarım yapanların vb. eyleminin)” der Marx “nesnel koşullarının elde edilmesinin ilk koşuludur.” İnsan bir ön koşul olarak topluluk halinde olmasaydı ne geçim araçlarının üretimi başarılabilirdi ne dil ne de bilinç kazanılabilirdi. Sürüden evrimleşerek gelen ve ön koşulu oluşturan topluluk, “eylemi”, yani üretim faaliyetini ancak birlikte hareket ederek gerçekleştirirken “… bireyler, emekçi olarak değil, mülk sahibi olarak –ve aynı zamanda çalışan bir topluluk üyesi olarak– davranırlar.”11
Doğal sahiplenme emek aracıyla gerçekleştiği halde Marx’ın emek sahibinin emekçi olmadığına dair vurgusu önemlidir. Emekçi kavramı emek gücünü ya da ürününü satmak zorunda bırakılan, emeğinden başka her şeyden mülksüzleştirilmiş birey için kullanılan bir kavramdır. Ön koşul olan sürü emek aracıyla topluma dönüşürken hiç kimse emekçi olmadığı gibi başkasının emeğini bireysel çıkarı için kullanmasını gerektirecek özel mülk sahibi de değildir. Dolaysıyla toprağı bencil-birey olarak değil kendi emeğinin de dahil olduğu topluluk emeğinin malzemesi olması nedeniyle doğal olarak sahiplenir:
“… Toprak, hem iş araçlarını ve malzemesini, ve hem de yerleşim yerini, topluluğun temelini sağlayan büyük bir laboratuvardır, cephaneliktir. İnsanların toprakla olan ilişkisi pek safçadır (naiv): onu topluluğun mülkü sayarlar.”
“…2- Toprağa, yeryüzüne, çalışan bireyin mülkü olarak davranılması, insanın, daha baştan, ‘çalışan birey’ soyutlamasının ötesinde bir şey olması demektir, eylemine ön gelen ve onun salt bir sonucu olarak ortaya çıkmayan, ve eyleminin deri, duyu organları kadar bir ön koşulu olan –çünkü deri ve duyu organları da yaşam süreci içinde gelişirler, yeniden üretilirler vb., onun ön koşuludurlar– yeryüzü üzerindeki mülkiyetinde nesnel bir varlık biçimine sahip bulunması demektir.”12
Her bireyin emeği kolektif emek içinde gelişirken, her birey kendi emeğinin nesnel-doğal koşullarını içinde geliştiği topluluk sayesinde elde eder. Bu nedenle birey, üzerinde çalıştığı toprak parçasının zilyedi olurken toplum tüm bireylerin birlikte çalıştıkları toprağın doğal ortak sahibidir.
Dolaysıyla her bireyin diğerlerine karşı ne korumak zorunda olduğu bireysel-özerk çıkar alanları vardır ne de onu diğer bireylere karşı bencil-bireyci çatışmalara sürükleyen özel mülkiyetin uzlaşmaz çıkar çelişkileri. (sürecek)
DİPNOTLAR:
1Marx-Engels Alman İdeolojisi
2Jakob Bronovski:“İnsanın Yükselişi” adlı eseri BBC televizyon dizisine konu olan, California, San Diego’da Salk Biyolojik Araştırmalar Enstitüsü’nde İnsan Biyolojisi ile ilgili Konsey’in önde gelen üyesi ve direktörü
3 Stranen-keziya-sor müzikal filmi
4F. Engels, Doğanın Diyalektiği, sf. 186
5K. Marx, 1844 El Yazmaları, sf. 160. Sol yayınlarının “Yabancılaşma” derlemesinde bu kavram “cinsil varlık” olarak çevrilmiştir. “türsel” ya da “cinsil varlık”; insanı diğer canlılardan tek başına, tek tür olarak ayıran kavramlardır. Hayvanlar da kendi içinde farklı organik biçimlerine bakılarak türlere ayrılabilir. Ancak insan başlangıçta hayvanlar alemi içinde sıradan bir tür iken, geçim araçlarını üreterek ve bu üretme faaliyeti içinde, bu faaliyet sayesinde bilinç de kazanarak bu alemden ayrılır. Üretimi ve bilinci geliştikçe ortaya çıkan tüm insanal özellikler ona özgül bir farklılık, gittikçe zenginleşen, derinleşen ilişki biçimleri kazandırır. Bu nedenle insan türsel ya da cinsil varlık olarak kavramlaştırılmıştır.
6K. Marx, 1844 El Yazmaları, sf. 161-162
7K. Marx, 1844 El Yazmaları, sf. 198]
8“…açıktır ki, birey kendi diline, ancak bir insan topluluğunun doğal üyesi olarak kendisine ait bir şey olarak bakar. Dilin tek bir bireyin ürünü olması saçmalıktır. Ama aynı şey mülkiyet için de geçerlidir.” K. Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay. sf. 80.
9K. Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay. sf. 74, bba
10V. Diakov S. Kovalev, İlkçağ Tarihi I, Çeviren Özdemir İnce, sf 50, bba
11 K. Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay. sf. 62
12K. Marx, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay. sf. 62, 74