Düzen ve Kural “Müesses Nizam ve Çeteler”

225

Kazım Bayraktar

İlk kez İngiliz gazeteci H. Fairlie’nin 1955’de kullandığı “müesses nizam” kavramının genel anlamı yerleşik düzen olarak da ifade edilebilir ama mucidi onun özünü şöyle açıklıyor: “’Müesses nizam’ terimiyle sadece resmi güç merkezlerini kastetmiyorum -ki onlar kesinlikle bunun bir parçasıdır- ancak gücün kullanıldığı resmi ve sosyal ilişkilerin tüm matrisini kastediyorum. İngiltere’de (daha spesifik olarak İngiltere’de) gücün kullanımı, onun toplumsal olarak kullanıldığı kabul edilmediği sürece anlaşılamaz.”1

Türkiye’de 60’lı yıllarda ‘müesses nizam’ egemen gücün resmi dilinde dokunanın hapse atıldığı kutsal bir kavrama dönüştü. Nizamın muhaliflerine, devrimcilere, komünistlere “anarşist” deniliyordu, “terör” henüz revaçta değildi. Anarşizm kavramı toplumda yıkıcı, bozguncu algısı yaratmak için tercih edilmişti. 

İktidarların korkusu, müesses nizamın güvenliği adına ordu, polis, yargı gibi baskı aygıtlarını kullanma biçimlerinde kendini dışa vurur. Ordu ve polis korkunun silahlı şiddetini örgütlerken, bir yüzüyle hukuk-adalet adına sureti haktan görünen yargı diğer yüzüyle korkunun sefaletine sahne olur. Brecht’in Nazi Almanyası’nın günlük yaşamındaki faşizmi anlattığı III. Reich’in Korku ve Sefaleti adlı tiyatro oyununun adalet işleyişi sahnesinde üç SA subayını yargılarken iktidarın kendisinden ne beklediğini bilemeyen yargıcın ağzından dökülen şu sözler müesses nizamın mükemmel ifadesidir: “Şöyle de karar veririm, böyle de. Nasıl isteniyorsa öyle. Ama ne istendiğini bir bilsem! İnsan bunu bilmiyorsa hukuk yoktur artık.”

Hitler faşizminin güç odakları arasındaki çıkar kavgasında yargıç vereceği kararın öngöremediği güç matrisinde nereye denk geleceğini kestiremez. Dava komediye dönüşür. Talimat alacağı adresin defterini kolunun altına alır, sahneyi terk eder. Oyunun sonunda “durumdan vazife çıkarmayı” öğrenmiş olmalı ki, bir fırıncıyı “ekmeğe kepek kattı” diye, bir başka fırıncıyı “ekmeğe kepek katmadı” diye tutuklar. 

Bugünkü Türk yargısı Nazi yargısını çoktan aştı. Müesses nizamın en tepesinden çeperlerine kadar yuvalanmış çetelerin çıkarlarına göre dizayn edilmiş, kimi cezasız bırakacakları kime azami ceza yağdıracakları öğretilmiş yargıç ve savcılar adliyelere dolduruldular.

Fairlie’nin deyimiyle “resmi ve sosyal ilişkilerin tüm matrisindeki” güç iktisadi-siyasi bir güç olduğu sürece müesses nizamı çete kavramı ile ilişkilendirmekte bir sakınca yoktur. Çete sadece organize suç örgütünü ya da yasa dışılığı ifade etmez. Çok geniş bir anlama sahiptir ve kapitalist düzenin çürüme aşamasını ifşa etmek için uygun bir kavramdır. Horkheimer şöyle tanımlar: “Çete kendi kolektif çıkarlarını bütünün aleyhine dayatan gruptur…Toplum artık yukarı doğru yükselen veya statik bir evrede değil gerilemekte olan bir evrede bulunduğundan çete merkezi bir kategori haline gelir.”2

Gittikçe daha çok tanık olduğumuz organize suç olaylarının faillerinin kamuoyunda uyuşturucu çetesi, mafya çetesi, yeni doğan çetesi, bahis çetesi, ihale çetesi, otopark çetesi, tapu çetesi, altın kaçakçılığı çetesi vs. olarak anıldıklarını görüyoruz. Büyük çoğunluğunun bir şekilde devlet-iktidar bünyesinde Cumhurbaşkanı’ndan bakanlara, milletvekillerine, asker, polis, yargıç, savcı ve bürokratlara kadar nüfuz ve yetki sahibi kişilerle organize işbirliği içinde olduklarını da. Bunlar merkezi siyasi- iktisadi güçlerin hiyerarşik yapısı içinde ya da yanı başında ve onunla sıkı sıkıya ilişkili olan alt güçleri oluşturuyorlar. Çeteler hiyerarşisi, devletin siyasi baskı gücü ile özel sermaye arasında kurulmuş, bazen yasa biçimini alan çoğu zaman yasa dışı ve aynı zamanda fiilen imtiyazlı ortaklıklardır. 

İnsana ait her şeyi metalaştıran kapitalist sistem azami kâr ekseninde çeteleşirken Marx’ın şu sözleri bir kez daha doğrulanır: “Sermaye yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; yüzde 20 iştahını kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüzde 100 bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecekse bunu rahatça körükler.”3

O halde “devlet aklı” diye gizemli bir akıl da yoktur. Her şey berraktır.  “Devlet aklı” kavramını kullananlar farkında olsunlar ya da olmasınlar devleti kendinden menkul bir akıl yönetiyormuş gibi algı yaratmakla onun gerçek işlevini, egemen sınıfın merkezi siyasi çetesi içinde yuvalanmış çeteler federasyonu olduğu gerçekliğini bir giz perdesi arkasına saklamakla kalmazlar, devlet-hükümet çatışması arayışına girip devlet savunuculuğuna da zemin hazırlarlar. Devlet tarihi boyunca özel mülkiyet sisteminin (bugün itibariyle kapitalizmin) ahlaksızlık, soygunculuk, hırsızlık, dolandırıcılık, şiddet vb. tüm karakteristik özelliklerini bünyesinde toplayan, farklı iktisadi-siyasi güç odaklarının çatışmacı çıkarlarının sentezlendiği görünüşte toplumdan özerk siyasi bir aygıttır. Devlet aklı denilen şey kendinde bir akıl olmayıp tüm bu çirkefliğin çatışmacı akıllarının üzerinde bayrak dalgalandırdıkları merkezileşmiş bileşkesidir. Bu bileşkenin kutsadığı müesses nizamın bir de felsefi akıl hocaları vardır.

Neoliberalizmin Müesses Nizam Bekçileri

Kapitalizmin burjuva devrimleri aşamasında toplumu bağımsız bireylerin dışsal ilişkiler yoluyla bir araya geldiklerini varsayarak tanımlayan idealist-metafizik felsefe, tanrısal-feodal bağlardan kurtulmuş bireyleri Akıl yoluyla hukuksal ilişkiler kurarak bir arada tutmanın olması gereken düzen ve kuralları ile yeni ahlak biçimleri üzerine kafa yormakla tamamladı felsefi ömrünü. Kapitalizmin tekelci-emperyalizm aşamasında türemiş, hâlâ liberal felsefeyi diriltmeye çalışan M. Friedman, R.Dworkin, R. Rorty, J. Rawls,  A. Sen, H.  Soto, F. A. Hayek, F. Fukuyama gibi kalıntıları ise Marx’ın Felsefenin Sefaleti’nde teşhir ettiğinden daha kötü bir sefalet, klasik kölecilikle başlayan insan-dışılığı ücretli kölelikle tarihsel doruğuna ulaştıran kapitalizmin verili “müesses nizamı”nı -hem de tekelci-emperyalist çürüme döneminin en yıkıcı yüzyılında- olumlayarak düzeltmek için birbirinden “orijinal” kuruntular kurgulayarak yazdıkları ciltler dolusu kitaplarda sefil bir komedi sergiliyorlar. 

Örneğin sermayenin ideolojik bekçilerinden Hayek, varlığının tarihsel koşulları çoktan sona ermiş klasik liberalizmi neoliberal biçim verip “zihni olarak yeniden inşa etmeye” çalışırken “kendiliğinden doğan düzen” kavramını kadercilikle soslayıp yeniden türeterek piyasaya sürdü. İlk bakışta akla uygun gibi görünen kavramın soyutlandığı gerçekliğin yani kapitalist düzenin içsel ilişkilerinin, tarihin en vahşi emek sömürüsünün iktisadi hareket yasalarının bulunup açığa çıkarılmasını hazmedemiyor, bu yöndeki inceleme ve araştırmalara -başta Marx’ın Kapital’ine “morfolojik inceleme” diyerek- dudak büküyor, iktisatçıların “kendiliğinden doğan düzene akıl erdiremediklerini” iddia ediyordu. Evrimi sözde veri alırken işine gelmeyen bilimsel buluşları utanmadan inkâr ediyordu:

 “…Sosyalizmin kurucu yaklaşımı tarafından mülkiyetin tarihin geç bir safhasında ‘icat edildiği’ ve bu icattan önce bir ilkel komünizm durumun mevcut olmuş olduğu şeklindeki hatalı fikrin etkisi altında ona itiraz edildi. Bu mit, antropolojik araştırmalar tarafından tamamen yalanlanmıştır. Mülkiyetin tanınmasının en iptidâi kültürlerin bile zuhurundan önce geldiği ve uygarlık diye adlandırdığımız her şeyin korunan alanlarının tayin edilmesi suretiyle mümkün kılınan kendiliğinden doğan eylemler düzeni temeli üzerinde büyüyüp geliştiği hakkında şimdi en küçük bir şüphe bile mevcut olamaz.4

Felsefi sefilliği gizlemenin bir yolu da dolayımlı entelektüel dil kullanmaktır. Basitleştirirsek: “İnsan önce mülkiyeti keşfetti, mülkiyetin tayin ettiği ‘korunan alanlar’da ‘en iptidai kültürler zuhur etti’, mülkiyet ‘kendiliğinden düzen’ doğurdu, uygarlık kendiliğinden doğan düzen üzerinde gelişti.” Üretimin hikmet-i mülkiyetle bir alakası yok! Milyonlarca yıla yayılan evrim sürecinde dilin ve bilincin ortak gelişimine, bunu sağlayan eylemin elbirliği tarzında üretim olduğuna dair bilimsel kanıtlar da yalan!  

Evrimin en yabanıl aşamasında doğanın organik bedeni olarak insanın emeğinin ve maddi toplumsal yaşamının nesnesi olan yeryüzünü ortak üretim faaliyetinin doğal sonucu olarak kolektif sahiplenmesi ile tekil bireyin iktisadi-siyasi güç ve servet birikim aracı olarak kendi emek ürünü olmayan nesneler üzerindeki özel mülkiyeti arasındaki özsel farklılığı yok sayıp aynılaştırmak kavram hokkabazlığından başka bir şey değildir.

Beynini özel mülkiyetin önsüz, kapitalist sistemin sonsuzluğuna dair teori üretmeye hasreden Hayek, tarih boyunca “kendiliğinden doğan düzen”leri -bilim ve teknolojinin doruklara ulaştığı bu çağda- hikmetinden sual olunmaz ilan ettiğinde sefalet komediye dönüşür: 

“… Şu an için sadece insan tarafından yapılmamış bir düzenin var olduğu gerçeğiyle ve bu hususun daha kolayca kabul edilmeyişinin sebepleriyle uğraşmaktayız. Ana sebep şudur: Piyasa düzeni gibi düzenler kendilerini bizim duyu sistemimiz çerçevesinde sunmazlar fakat aklımız tarafından takip edilmek mecburiyetindedirler. Anlamlı eylemlerin bu düzenini göremeyiz veya bunun tersine sezgisel olarak algılayamayız fakat yalnızca unsurları arasında mevcut olan ilişkileri izleyerek onu zihni olarak yeniden inşa etmeye muktedir olabiliriz.”5

“İyi çitler iyi komşular yapar” diskurunda ifadesini bulan çatışmasız özel mülkiyet toplumu tasarlamak için üç yüz yıldır “özel çıkarların sınırlarını tayin” etmeye çalışan felsefi liberalizmin neoliberal “filozof” artıkları, bundan 70 yıl önce sosyalizme ve Sovyetlere  karşı kendini “hür dünya” adıyla pazarlayan kapitalist-emperyalist dünyanın “kendiliğinden doğan düzenler”inin kaynak ve pazar ihtiyaçları uğruna Ortadoğu’yu, Afrika’yı, Latin Amerika’yı, Asya’yı defalarca ve elbirliğiyle kana buladıkları, en son on binlerce çocuk ve kadını katlederek Gazze soykırımını gerçekleştirdikleri günümüzde artık tiksinti uyandırıyor.

Marx’ın deyimiyle özel mülkiyet fetişizmi burjuva zihinleri öyle alıklaştırmıştır ki, -nesnesiz mülkiyet olamayacağı ampirik bir olgu olduğu halde- nesnenin üretilme biçimi ve üretim faaliyetinin mülkiyetle ilişkisi onu hiç ilgilendirmez. O sadece özel mülkiyet alanına giren nesnelere bakar. Öte yandan çitlerin olmadığı yeryüzünde başlayan insan tarihi, “iyi çitler”in kendi emeğinin hiçbir katkısı olmadan devasa boyutlarda üretilmiş nesnelerin “mutlak efendisi” olan bireylerin mülksüzleştirilerek üretmeye mahkum edilmiş bireylere karşı ördükleri, gözeneklerinden kan damlayan silahlı güvenlik duvarlarından, sürekli değişen çitlerin labirente dönüşmüş müesses nizam ve kurallarından başka bir şey olmadığını göstere göstere ilerlemeye devam ediyor. 

Sürüden Topluma Evrimde Gelişen İlk Düzen ve Kurallar

Çitlerin olmadığı yeryüzünde evrimleşirken insanlar “Varlıklarının toplumsal üretiminde aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar …” (K. Marx). Kendi yaşam araçlarını ve neslini yeniden üreterek varlık sürdürürler. Birbirinin varlık koşulu ve aynı zamanda tarihin devindirici gücü olarak ilerleyen bu iki toplumsal üretim faaliyetinde aralarında gelişen ve kendi bireysel tercihlerine bağlı olmayan içsel-toplumsal ilişkiler, hayvandan uzaklaştıkça toplumsal düzen ve kurallara dönüşür. Yüzeysel bakıldığında kendiliğinden doğmuş gibi görünen düzenin iç ilişkilerine ışık düşüren insan bilimciler, düzenin görülebilir, algılanabilir, bilinebilir olduğunu buluşlarıyla kanıtlayalı yaklaşık iki yüzyıl oluyor. Son yüzyıldaki yeni buluşlarla birlikte bu husus artık bilimsel kesinlik kazanmış ve maddi üretici güçler ile düzen ve kurallar arasındaki ilişkinin tarihsel seyri, hareket yasaları Marx ve Engels’in öncülüğünde tarihsel-materyalizm tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. 

İnsanların varlıklarının toplumsal üretiminden doğan düzen ve kurallar doğal olarak üretim tarzına göre biçimlenirler ve karşılıklı etkileşim içinde, nihayetinde üretim düzeni mülkiyet düzenini belirleyip peşinden sürükleyerek bugüne gelirler. “Kural ve düzen”, toplumun salt keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup kendisini kalıcı kılmasının bir biçimidir. Toplum bu biçime, üretim sürecinin ve bu sürece denk düşen toplumsal ilişkilerin durağan anlarında kendini sürgit yeniden üretmek suretiyle erişir. Bu oluşum belirli bir zaman kesiti boyunca süregelmişse gelenek ve görenek olarak taşlaşır ve sonunda da açık bir yasa olarak kutsallaştırılır. Bu kural ve düzen, toplumsal dayanıklılığa kavuşacak ve rastlantıdan, keyfilikten bağımsızlık kazanacak her üretim biçiminin kendisinden vazgeçilmez öğesidir.”6

Maddi yaşamın üretim tarzı sadece düzen ve kuralları değil genel olarak toplumsal, siyasal, kültürel ve entelektüel yaşam sürecini de koşullandırır. Örneğin, komünal toplumlar üzerine yapılan bilimsel araştırmalarda tespit edilen bireylerin birbirlerine olan tutkunlukları, her bireyin diğer bireyler ve toplum için kendi canını feda edebilmesi, topluma aidiyet duygusu komünal üretim tarzından doğan bir kültür biçimidir. Üretimle ilerleyen uzun evrim sürecinde her birey, hayvandan ve sürü biçiminden uzaklaştıkça kendi yaşam araçlarının ve varlığının, bireysel emeğinin içinde eridiği topluluğun elbirliği tarzında üretildiğini, emeğinin nesnel koşullarını sunan yeryüzü parçasını topluluk sayesinde üretim aracı olarak kullanabildiğini, varlığını topluma borçlu olduğunu görür ve -bugün burjuva iktidarların duymaktan hiç hoşlanmadıkları, politik pratikte düşmanlaştıkları- insanal özünün filizlendiği komünal ilişkideki paylaşımcı dayanışmanın kendiliğinden bilincine ulaşır ve kültür biçimini alır.

Komünal Üretim Tarzında Gelişen Doğal Doğrudan-Demokrasi

Üretim ekseninde oluşan düzen kendi doğasına uygun yönetim tarzı ile özdeşleşerek tarihe girer. Yönetimsiz toplumsal düzen, düzensiz yönetim olmaz ama kimin, neyi, nasıl yönettiğinin bilincinde olunması tayin edici öneme sahiptir. Üretenlerin yönettiği ya da yönetimi doğrudan denetleyebildiği komünal aşamada yönetim tarzı ve konusunun kavranmasında toplumsal bilincin önü açıktır. Kavramayı zorlaştıran ve giderek imkansız hale getirecek olan koşullar -düzen kurma ve kural koyma yet(k)isinin üretenlerin elinden alındığı üretimden bağımsız aldatıcı bir görünme büründüğü siyasi koşullar- henüz oluşmamıştır.

 

Yönetme yetkisinin özel mülk sahiplerinin eline geçtiği, ilk özel mülkiyet biçiminin toprak-köle tarzında sistemleştiği çağdan başlayarak adımıza karar verip canımıza okuyan, her türlü alçaklığı, ahlaksızlığı, çirkefliği, kanla yoğrulmuş insan-dışılığı devlet denilen baskı aygıtının bünyesinde toplayıp merkezileştirerek bugüne gelen “müesses nizam” diktatörlükleri görünen meşruiyetlerini, bin yıllar boyunca kendini üretimden özerkleştiren siyasetin (devletin) ve egemen sınıf ideolojisinin sis perdesine borçludurlar. İnsanın doğal özünden ayrılmasını, ürettikçe yoksullaşmasının iktisadi-siyasi müesses nizamla ilişkisini, emeğinin ve kendisinin varlık nedeni olan yeryüzünün cehenneme dönüşmekte oluşunu görünmez kılan, kanıksatan şey tam da budur. 

Oysa sis çökmeden, “politik hayvan”a dönüşmeden önce insan parlayan güneşin, göz kırpan yıldızların altında birlikte üreterek evrimleşiyor, hayvandan uzaklaştıkça insanal öz kazanıyor, tarihte ilk toplumsal-insanal düzen, uzun bir evrim sürecinin en zorlu koşulları altında hem yaşam araçlarını hem de kendi neslini yeniden üretenler tarafından kuruluyordu. Toplumsal düzen aynı zamanda kendi doğasına, işleyişine uygun karar alma tarzı geliştiriyordu. 

Sürüden topluma evrimi sağlayan birlikte üretim etkinliği, milyonlarca yıl süren üretim mücadelesinde kazanılan ortak dil ve bilinç, emeğin nesnel koşullarını sunan yeryüzünün doğal olarak ortak sahiplenilmesi, bireyin topluluğa aidiyet duygusu doğal olarak başlangıçta -özellikle göçebelik aşamasında- hep birlikte karar almayı zorunlu kılıyor, adı konulmamış doğal doğrudan-demokrasi biçimleniyordu:

“…Çünkü kolektif karar alma esnek ve işlerli bir topluluk-içi haberleşmeyi ve insanlar arası ilişkilerde canlı bir duyarlılığı gerektirmektedir. Bunlar ise hiç de kolay olmayan şeylerdir. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığı ile geçinen topluluklarda karar alma süreci ilk anda fark edilemeyecek kadar önemli bir konudur. Karar alma sürecinde etkinlik üyelerin gerçek işbirliğine ve katılmalarına; ama bu katılmaların bireylerin kişisel düşüncelerini, duygularını ifade etmelerini engellemeyecek şekilde olabilmesine bağlı bulunmakta; bunun için, en açık olarak Eskimolarda görüldüğü üzere bireysel çeşitlenmelere olanak bırakılması gerekmektedir. Bu durum, bizim bireyin kendini ifade etmesi olgusu ile rekabet olgusunu yakın şeyler sayan kültüre-bağımlı psikolojik kuramlarımızla zor anlaşılabilecek bir durum olmaktadır”.7

Komünal toplum bireyinin kendini ifade etmesi ile özel mülkiyet kültürüne bağımlı burjuva toplumun bencil-bireyinin “rekabetçi özel çıkarını ifade etmesi” arasındaki özsel farklılık burjuva kültüre bağımlı zihinlere yabancıdır. Kendi bireysel yaşamsal varlığı toplumun varlığı ile özdeşleşmiş göçebe-komünal toplum bireyi hep birlikte karar alma sürecinde kendini diğer bireylerin rakibi olarak değil, bireysel varlığının kollayıcısı olan topluluğun çıkarı için hep birlikte verilecek kararın doğal öznesi olarak hareket eder. Diğer bireyleri kendi özel çıkarının rakibi (potansiyel düşmanı) olarak gören dolayısıyla toplumu ve diğer bireyleri kendi bencil çıkarının aracı kılma eğilimiyle güdülenmiş burjuva toplum bireyi ise gündelik yaşamında iktisadi-siyasi-toplumsal konularda tercihini belirlerken veya oyunu kullanırken kendi özel mülkiyetinin nesnesidir. İlkinde doğal doğrudan demokrasisinin öznesi olan birey ikincisinde bir yüzü yıkıcı rekabet diğer yüzü diktatörlük (baskı, tehdit, şiddet) olan sınıf-demokrasisinin nesnesidir. İlkinin iradesi doğa koşullarının zorunluluklarını kavradığı kadar özgür ve insanal öze sahipken ikincisinin iradesi -içgüdüsüne bağımlı hayvanda olduğu gibi- bireysel özel çıkarlarına zincirlenmiştir.  

Göçebelik, yabanıllık aşamasında topluluk içi ilişkilerin sağlanmasında yaşanan zorluklar, bireysel ifadenin topluluğa iletilmesi sorununun çözümü için bulunan yöntemler birlikte karar almanın yaşamsal önemini gösterir. Her birey üretim ekseninde varlığını toplulukta, topluluk varlığını bireyler arasındaki iletişimin sağlanmasında ve ortak iradenin oluşumunda bulur. Toplum kendini doğrudan ve hep birlikte karar alarak yönetir. Onları bir arada tutan ne bir “Sosyal Sözleşme”dir ne de önceden var olduğu varsayılan “İdea”nın, “Anlam”ın, “Tasarı”nın, “Mutlak Akıl”ın vb. gerçekleşmesidir. Kolektif üretim mücadelesinde evrimleşerek gelişen bireysel beyinlerin ortak bilincinin maddi zorunluluğu kavramasından başka bir şey değildir.

Bu aşamada altı çizilmesi gereken üç önemli husus: 1- Üretim ile tüketimin arasına meta değişiminin (mübadelenin), özel mülkiyetin girmediği insan için üretimin doğal sonucu eşit paylaşım olunca ortak karar alma mekanizması da bu üretim-bölüşüm ilişkisine göre biçimlenir. 2- Hep birlikte alınan kararların başta gelen konusu yeniden üretim ve birlikte yaşamın diğer zorunluluklarıdır. Esas olarak insanlar değil ihtiyaçlar yönetilir,8 ihtiyaçlara göre görev bölüşümü yapılır. 3- Üreten, yaşadığı yeryüzü parçasını emeğiyle doğal-mülk edinen ve yöneten aynı toplumsal özne olduğu için üretim, mülk edinme ve yönetim tarzı çatışmalı değil uyumlu, kural ihlali istisnai, dolayısıyla “insan insanın kurdu” (Hobbes) değil varlık nedenidir. 

Göçebelik aşamasında toplumsal düzen topluluğun kendi içindeki ilişkilere dayanır.

Tarıma dayalı üretime ve yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte geçim araçlarının yeniden üretimi (sınırlı bir artı-ürün de sağlayarak) geliştikçe kendi neslini yeniden ve daha fazla üretmenin koşulları da gelişir, nüfus artar, karar alınması gereken konular çoğalır ve birlikte karar almak giderek yorucu ve olanaksız hale gelir. Seçime dayanan yeni bir yönetim tarzının belirlenmesi, aynı komünal kültürün yeni biçim altında devamı olarak gerçekleşir.9

Meta ve özel mülkiyet ilişkilerinin dolayısıyla gerçek anlamda hukukun olmadığı komünal çağda toplumun yönetim biçimi de siyasal değil doğaldır: “Toplumlar, önceleri, aralarında evlenebilir kadın ve erkeklerden oluşan ‘sınıflar’ esasına göre ve cinsiyet temeline göre kurulmuştur. Daha sonraları, evlenebilirlik kalıplarının ilerlemeci bir nitelikte kısıtlanması üzerine soy’lar (gens) meydana gelmiştir. Bundan sonraki biçimsel siyasal örgütlenmeye kadarki aşamalar ise şunlar olmuştur: 1) kabile reisleri ve kabile reisleri kurulu; 2) kabileler konfederasyonu; 3) reisler kurulu ile halk topluluğu meclisine dayanan uluslar; ve son olarak, 4) birleşen kabilelerin askeri ihtiyaçlarının sonucunda üçüncü bir güç olarak ortaya çıkan fakat bu ikisine bağımlı ‘genel askeri komutan’…”10

Üretenlerle üretim araçlarını ve ürünleri mülk edinenler aynı toplumsal özneyi oluşturduğunda ne siyasete ne insanların siyasal yönetilmesine dolaysıyla ne de devlet denilen çeteler bileşkesine ihtiyaç vardır. İnsanlığın gerçek kurtuluşunun, diğer deyimle sınıfsız komünist toplumun tarihsel kodları evrimin ilk aşamasında gelişen komünal üretim-bölüşüm-yönetim özdeşliğinde saklıdır. Özel mülkiyet çağları boyunca sömürülen sınıfların, ezilen halkların siyasal dinsel biçimlere bürünerek süregelen isyan ve mücadelelerinde varlığını sürdüren insanal özün, saklı olanı açığa çıkarması için zorunlu olan koşullar olgunlaşmış, geleceğin sınıfsız toplumunun ön koşulu olan üretici güçlerin gelişimi tarihsel doruğuna ulaşmıştır. Yeni toplumun ebesi olacak devrimi beklemektedir. 

Dipnotlar:

1Wikipedia, bba

2Aktaran Kai Lindemann, Çetelerin Siyaseti, İletişim Yay. bba

3K. Marx, Kapital 1

4F. A. Hayek, Hukuk Yasama ve Özgürlük, T. İşbankası Yay. sf. 162, bba

5age sf. 58, bba

6K. Marx, MEW XXV, 801, “Devlet ve Hukuk Üzerine, ÇHD Yay. Derleyen ve çeviren Rona Serozan, sf. 26

7L. H. Morgan’ın “Eski Toplum”unun belli kısımlarına açıklayıcı ve yorumlayıcı “Giriş”ler yazan Eleanor Burke Leacock.  Eski Toplum I, Payel Yayınları, sf. 116

8Şeylerin yönetilmesiyle insanların yönetilmesine ilk ütopik sosyalistlerden Saint-Simon değinir ve Engels Simon’un düşüncesine Anti-Dühring’te şu atıfta bulunur: “Ekonomik durumun siyasal kurumların temeli olduğu fikri, her ne denli burada ancak tohum durumunda görünüyorsa da, insanların siyasal yönetiminden (gouvernement) şeylerin yönetimine (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) geçiş yani son zamanlarda üzerinde o denli gürültü yapılan devletin ortadan kalkması, burada, daha şimdiden açıkça dile getirilmiş bulunur.” Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, sf. 414

9Bu konuda V. Diakov ile S. Kovalev’in müşterek yapıtı olan İlkçağ Tarihi’nin 1. cildinde hâlâ komünal aşamada olan klanlar üzerinde yapılan bilimsel incelemelere dayanan ancak yazının sınırları nedeniyle aktaramadığım, oldukça zengin verilere bakılabilir.

10E. B. Leacock, age, sf. 109-110