Türkiye Devrimi’nin Karakteri Üzerine – II

313

H. Selim Açan

Diyalektik, insan aklının karşıtları neden ölü ve taşlaşmış olarak değil de canlı, koşullara bağlı, devingen, birbirine dönüşür olarak kavraması gerektiğini gösteren teoridir” (Lenin, Felsefe Defterleri)

Her şeyden önce ütopyacının gözünde sosyalizm bir oluşum(werden) olarak değil bir varlık(sein) olarak görünür.’’ (Lukacs, Devrimin Güncelliği)

Ölçü Darlığı

Devrimin karakterine dair tartışma gerçekte devrim stratejisi tartışmasıdır. Devrimi örgütlemeye çalışırken hangi sınıfın tarihsel amaçlarını esas alıp verili somut koşullarda onlara ulaşmak için nasıl bir yol izleneceği sorusuna verilen yanıtı içerir. Bu özelliğiyle ‘öznel’ bir karakter taşır. Bilinçli bir tercih ve yönelimi yansıtır. Fakat bu öznelliğin Marksist bir karakter taşıyıp taşımadığı nesnellikle kurduğu ilişkide somutlanır. Başka bir anlatımla, öznel bir tercih konusu olan devrim perspektifinin devrimci bir karaktere sahip olmasıyla bunun Marksist nitelikte bir devrimcilik olması bir ve aynı şeyler değildir. 

Belirli bir egemen sınıf iktidarını onun tarafından ezilip sömürülen sınıflar adına şiddet yoluyla yıkmayı hedefleyen her strateji genel anlamda devrimci bir stratejidir. İktidarı hedeflemek ve bunun ancak şiddet aracılığıyla mümkün olacağına inanmak devrimci bir stratejinin asgari temel koşuludur. Fakat bu özelliğe sahip olmak onu otomatik olarak Marksist bir strateji haline getirmez. 

Marksist karakterde bir devrim stratejisi, devrimci olmanın temel koşulunu içermenin yanında belirli bir tarihsel evrede değiştirmeye çalıştığı somut nesnelliği de dikkate alan materyalist bir nitelik taşımalıdır. Üstelik bu materyalizm nesnel ile öznel arasındaki ilişkiyi birincinin ikinciyi belirlediği şeklinde mekanik (Lenin’in nitelemeleriyle “ölü, cansız, kaba”) bir materyalizm değil diyalektik bir materyalizm olmak zorundadır. 

TDH’de konuya ilişkin tercihler ve tartışmalar sırasında bu ‘nesnellik’ koşulu -özellikle MDD’ci cenahta- en fazla sosyo-ekonomik yapı çözümlemesine indirgenmiş, onunla sınırlı görülmüştür. ’71 Hareketi’nin şekillendiği 12 Mart öncesi önce devrim stratejisine (devrimin izleyeceği yol) karar verilmiş, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin tespitler seçilen bu stratejilerin önkoşulu olarak görülen kalıplara uydurulmuştur. 1974 sonrasında ise konu bu kez sosyo-ekonomik yapı çözümlemeleri temelinde tartışılmaya başlanmış ama o dar sınır içinde de kalıpçı dogmatizmden bütünüyle kurtulunamamıştır. 

Bu temelde her ikisinin de kökleri 12 Mart öncesine dayanan iki ana kutup şekillenmiştir: Türkiye’nin feodal kalıntıların tam olarak tasfiye edilemediği emperyalizme bağımlı yarı sömürge bir ülke olduğu temel tespitinde birleşen MDD’cilikle (Milli Demokratik Devrimcilik) bağımlı bir kapitalizmin egemen hale geldiği tespitinden hareket eden Sosyalist Devrimcilik. 

MDD’ciliğin alt versiyonları emperyalizme bağımlı karakteri üzerinde hemfikir oldukları kapitalizmin ve onun temsilcisi burjuvazinin gelişkinlik düzeyine dair farklılıklarının sonucu olarak hem demokratik devrimin tanımı, kapsamı ve öncelikleri hem de sosyalizme geçişin hızı ve temposu konularında farklılıklar gösterir. Emperyalizme bağımlılığı tam bir boyunduruk ilişkisi olarak görüp bu bağlamda Türk burjuvazisini emperyalizmin çıkarlarının acentesi anlamında komprador burjuvazi olarak değerlendiren görüş emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluş (bağımsızlık) sorunuyla köylülüğün geniş yığınlarının toprak talebinin karşılanmasını (köylü toprak sorununun çözümü) demokratik devrimin öncelikli temel görevleri olarak tanımlar. Faşizmin tasfiyesi ve ulusal sorunun çözümü de tabii ki devrimin asli görevleri arasındadır. Sosyalist devrime geçişin zamanını ve temposunu bu görevlerin yerine getirilmesi sürecinin seyri ve hızı belirleyecektir. Türkiye kapitalizminin bağımlı, burjuvazisinin işbirlikçi karakterine rağmen Türkiye’yi kapitalizmin orta düzeyde geliştiği bir ülke olarak değerlendiren demokratik devrimcilik ise emperyalizmle bütün bağların kesilmesi, köylü toprak sorunu ve ulusal sorunun devrimci tarzda radikal çözümünü küçümsememekle (reddetmemekle) birlikte tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin mülksüzleştirilmesini esas alan yaklaşımı ön planda tutar. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin iktidardan alaşağı edilmelerinin ardından o güne dek çözülmemiş demokratik görevlerin hızla çözülmesi sürecinde sosyalizme geçişin hızını asıl olarak proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin belirleyeceğini savunur. * 

Geçmişten günümüze gelecek olursak, Türkiye devriminin içinde bulunduğumuz aşamasının karakterini tartışırken Marksist bir zeminde durulup durulmadığının belirleyici göstergesini oluşturan nesnellik ölçütünün dar ve sığ kavranışı maalesef hâlâ yaygın ve etkindir. Sorun hâlâ sosyo-ekonomik yapı çözümlemesine indirgenmekte, kapitalizmin hangi sınırlar içinde ne ölçüde geliştiği, feodal ve yarı feodal kalıntıların varlıklarını ne ölçüde sürdürdüğü baz alınmaktadır. Bu darlık kendi içinde yeni kırılmalara uğrayarak toplumsal gerçeklik, zorlama eklektik yorumlarla kafalardaki yerleşik kalıplara uydurulmaya çalışılmaktadır.

Devrimci bir örgüt olarak TKP-ML’nin geçtiğimiz yaz aylarında yapıldığı duyurulan 2. Kongre’sinde yapılan belirlemeleri buna örnek verebiliriz.** 

TKP-ML’nin son Kongre’sine ilişkin olarak Kasım 2024’te yayınlanan bir tür sonuç bildirgesi niteliğindeki açıklamada bu konuya ilişkin olarak şu görüşler dile getiriliyor:  

“2. Kongremiz ayrıca partimizin yarım asrı aşan mücadele tarihinde önemli bir tartışma konusu olan Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısını analiz etti ve belli sonuçlara ulaştı. Partimizin 2. Kongresi, Türkiye’nin toplumsal formasyonunun komprador kapitalist ve feodal kalıntıların hakim olduğu bir ekonomik ve sosyal yapıda olduğunu, buna bağlı olarak Türkiye devriminin niteliği ve yolunun değiştiğini tespit etti. 

Demokratik Halk Devrimi’nin kendine has özgünlüklerinden hareketle partimizin program ve tüzüğünü güncelledi. Günümüzde başlıca çelişmeler arasındaki temel çelişkinin, emperyalizm, komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olduğunu; Demokratik Halk Devrimi sürecinde baş çelişkinin ise komprador kapitalizm, feodal kalıntılar ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olduğunu belirledi.

2. Kongremiz; bu somut gerçeklikten hareketle Türkiye devriminin Demokratik Halk Devrimi aşamasında bulunduğunu ve bu devrimin ancak ve ancak silahlı mücadele yoluyla gerçekleştirilebilir olduğunu kabul etti.” (abç)

Türkiye’nin bugünkü sosyo-ekonomik gerçekliğinde hâlâ feodal kalıntıların iktidara ortak olacak ölçüde varlığından ve komprador karakterde bir kapitalizmden söz etmenin nasıl korkunç bir subjektivizm anlamına geldiğinin üzerinde duracağız. Fakat oraya geçmeden önce devrimin karakterini belirlerken Marksist yaklaşımın ‘olmazsa olmaz’ koşulunu oluşturan nesnellik ölçütünün TDH’de nasıl salt sosyo-ekonomik yapıda kapitalizmin gelişme düzeyine indirgendiği, halbuki kapsamının ne kadar farklı ve geniş olduğu üzerinde durmaya devam edelim. 

Çağımızda Hareket Noktamız Lenin ve Leninizm Olmak Zorunda

Proletarya devriminin çağımızda nasıl bir gelişme çizgisi izlemesi gerektiği yani devrim stratejisi konusunun ele alınışı sırasında Marksizmin devrimci özünden uzaklaşmak istemeyen her Marksist kendisine Lenin’i, onun teorik-siyasal çözümlemeleri ve pratiği anlamında Leninizm’i rehber almak zorundadır. 

Gerçi Türkiye’deki demokratik devrim savunucuları da Lenin’i rehber alma iddiasındadırlar. Ne var ki bu konuda onların Lenin’i ve Leninizm’i kavrayışı, hangi koşulların ürünü olduğundan yani somut tarihsel bağlamından olduğu kadar Ekim Devrimi’ni mümkün kılan Nisan Tezleri’yle olan iç bağlantısından koparılmış mekanik bir İki Taktik okuması sınırları içinde kalır. Türkiye devrimci hareketi içinde demokratik devrim savunuculuğunun beslendiği asıl kaynak -açık ya da örtük biçimlerde- Maoculuktur. 

21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de ister hâlâ feodal kalıntıların varlığını koruduğundan hareket ederek ister emperyalizme bağımlılık, faşizmin varlığı ve ulusal sorunun çözülmemiş olmasından hareketle isterse sosyalizmin maddi ve (proletaryanın sınıf bilincinin gelişmemişliği anlamında) öznel koşullarının yeterince olgulaşmamış olduğu gerekçesiyle önce demokratik devrim arkasından sosyalizme geçiş şeklinde aşamalı devrimcilikte ısrar zaman tünelinde donup kalmış bir dogmatizmin ifadesidir. ‘Demokratik devrim fetişizmi’ olarak tanımlanmayı hak eden bir tutuculuk örneğidir. 

Bu fetişizm her şeyden önce emperyalizm çağının anlamını ve karakteristik özelliklerini gözardı eden bir dar görüşlülük anlamını taşır. Gözardı ettiği karakteristiklerin başında ise çürüme ve çöküş dönemine girmiş kapitalizmin emperyalizm aşamasında diğer bütün çelişkilerin gelip düğümlendiği noktayı sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çelişkinin (sınıfsal ifadesiyle emek-sermaye çelişkisi) oluşturduğu gerçeğini bir kenara bırakması gelir. 

Dogmatizmden kaynaklanan bu fetişizm ikinci olarak, emperyalist kapitalizm zincirinin en zayıf halkadan kırılmasını mümkün hale getiren eşitsiz gelişme yasasının proletarya açısından ne anlama geldiğini/sunduğu olanağı gözden kaçırır. Bu bağlamda, çağımızın tarihsel nesnelliğine proleter devrimin gerçekleşme olanakları açısından değil çözülmemiş demokratik sorunların varlığı odağından bakarlar.

“Önce çözülmemiş demokratik sorunların çözümü, sonra sosyalist devrim” şeklinde özetleyebileceğimiz aşamalı yaklaşım, toplumsal çelişkilerin çözümünü değişmez bir sıralamaya bağlayarak emek-sermaye çelişkisinin çözümünü en sona bırakır. Bu aslında Marksizmin özünü oluşturan diyalektik materyalizme aykırı doğrusal bir devrim anlayışının dışavurumudur. Leninizm’in “emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı” olarak tanımladığı çağımızın temel çelişkisi haline gelen kapitalizm ile sosyalizm (aynı anlama gelmek üzere emek-sermaye) çelişkisinin çözümünün, tarihsel anlamda daha geri sorunların (tamamlanmamış demokratik devrim görevlerinin) üstelik çok daha köklü ve hızlı çözüm yolu anlamına geldiğini göremez. Halbuki Lenin’in burjuva demokratik devrime özgü çözülmemiş sorunları proleter sosyalist devrimin “geçerken çözeceği sorunlar” olarak tanımlaması tam da bunu anlatır. Ekim Devrimi ise bunun en çarpıcı tarihsel pratik örneğidir.

Kaldı ki Lenin kararlı bir ‘demokratik devrimci’ olduğu dönemde bile “proletaryanın birincil çıkarlarını ve kapitalist sistemin tümünü” gözönünde tutarak hareket etmenin -tutarlı ve kararlı bir demokratik devrimcilik açısından da- önemini esas alarak hareket eder: “Hareket tarzını duruma göre belirlemek, kendini günün olaylarına, küçük siyasetin düzensizliklerine ve değişmelerine uydurmak, proletaryanın birincil çıkarlarını ve kapitalist sistemin tümünün, kapitalist evrimin tümünün ana özelliklerini unutmak, bu birincil çıkarları anın gerçek ya da varsayılan yararları uğruna feda etmek- revizyonizmin siyaseti budur.” (Lenin, Revizyonizm Üzerine, abç)”

Demokratik devrim fetişistlerinin kapitalizmin sadece ekonomide değil toplumsal ilişkiler alanında da bariz egemenliğine karşın sosyalist devrimi hâlâ ‘geleceğin sorunu’ olarak görmelerinin temel gerekçelerinden biri de proletaryanın bilinçlenme sürecinde demokrasi için mücadeleye biçtikleri roldür. Onu mutlaka yaşanması/geçilmesi gereken zorunlu bir uğrak olarak görmeleridir. Proletaryanın gelişkin bir sınıf bilincine ulaşıp toplumsal muhalefetin öncüsü haline gelebilmesi için bu uğraktan geçilmesini zorunlu görürler. 

Bu yaklaşım öz olarak kapitalizmin yükseliş dönemine ait bir kavrayıştır. Kökeni Marx ve Engels’e dayanmakla birlikte emperyalizm aşamasında Lenin sayesinde teoride de pratikte de aşılmıştır. Teorinin temellerini attıkları evrede Marx ve Engels, tamamlanmamış burjuva devrimlerin çözmediği sorunların emek-sermaye çelişkisini perdeleyerek proletaryanın sosyalist bilince ulaşmasını geciktirip engellediği görüşünde oldukları için aşamalı bir devrim anlayışına sahiplerdi. Yükseliş halindeki kapitalizmin bir dünya sistemi haline geliş sürecinde büyüyüp serpilen bir sınıf olmakla birlikte proletarya hem nicel hem de nitel açıdan kendi devrimini yapabilecek güce henüz ulaşmış değildi. Bunun koşullarının olgunlaşabilmesi, kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin yaygınlaşıp derinleşmesine bağlıydı. Marksizm’in kurucu önderleri, teorinin temellerini attıkları o tarihsel evrede bu yüzden proletaryanın ilerici barutunu henüz yitirmemiş olan burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesini desteklemesi gerektiği görüşündeydiler. Çünkü bu sayede hem emek-sermaye çelişkisini perdeleyen bütün siyasal ve dinsel yanılsamaların perdesi yırtılacak, Manifesto’daki tanımla “perdelenmiş sömürünün yerini açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürü” alacaktı hem de proletarya örgütlenme ve mücadele yeteneğini geliştirerek siyasal eğitimini tamamlayacaktı. Aşamalı devrim savunucusu demokratik devrimcilerin günümüzde hâlâ tekrarladıkları temel gerekçe de budur. 

Ne var ki Marx ve Engels 1848 Devrimleri deneyiminin arkasından bu görüşü terk ederler. 1848 Devrimleri sırasında burjuvazi proletaryanın güçlenip özgüven kazanmasından duyduğu korku nedeniyle o zamana dek baş düşmanı olan feodalizmle uzlaşmaya yönelir, o güne dek bayraktarlığını yaptığı demokratik ideallere sırtını döner. Bu anlamda 1848 Devrimleri burjuvazinin sınıf olarak ilerici barutunun tükenişini simgeler. Marx ve Engels o zamana dek kurguladıkları devrim modelini o tarihsel deneyimin ardından revize ederler. Takipçilerinin sonradan Troçki’ye mal etme çabasına girdikleri ‘sürekli devrim’ tezini ortaya atarlar. 

Bu teze göre, tamamlanmamış burjuva demokratik devrimleri sonuca götürme misyonu artık küçük burjuvaziye geçmiştir. Proletarya küçük burjuvaziyi bu doğrultuda cesaretlendirip demokratik devrimi tamamlama yönünde attığı her adımı desteklerken sınıf karakterinden dolayı onun soluğunun tıkanıp yalpalamaya başladığı noktada bayrağı eline alıp devrimi sürdürmelidir. Sürekli Devrim kavramı bunu anlatır. 

Marx ve Engels, devrim teorilerinde üçüncü revizyonu Komün deneyiminden çıkardıkları dersler temelinde yaparlar. En başta o güne dek genel bir tanım düzeyinde dile getirdikleri proletaryanın siyasal iktidarı olarak proletarya diktatörlüğünün hangi esaslar temelinde nasıl örgütlenmesi gerektiğini somutlarlar. Bilindiği gibi Komünist Manifesto’da tek değişikliği bu konuda yaparlar. Fakat Komün’den çıkardıkları dersler temelinde Marx ve Engels’in devrim anlayışlarında farklılaşan en az ilki kadar önemli bir değişiklik çoğu kez gözden kaçırılır: Siyasal devrim-toplumsal devrim basamaklandırmasının silinmeye yüz tutması. O güne kadar savundukları devrim anlayışlarında işçi sınıfının bilinçlenme sürecinin tamamlanıp toplumsal devrimi gerçekleştirebilecek güç ve yeteneği kazanabilmesi için öncelikle siyasal devrimin gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgularlar. Bu yaklaşım, yapısı gereği siyasal devrimle toplumsal devrim arasında bir aralık bırakır. 

Burada siyasal devrime öncelik verilmesinde bir problem yoktur, tersine bir devrimin temel göstergesi politik iktidarın ele geçirilmesidir, iktidarın ele geçirilmesi toplumsal devrim doğrultusunda adımlar atılabilmesinin de ön koşuludur. Hal böyleyken Marx ve Engels’in daha önceki devrim anlayışlarında bu ikisi arasında bir aralık bırakmaları, o kesitte proletaryayı henüz devrime öncülük edebilecek bir gelişkinlik ve olgunlukta görmemelerinden kaynaklanan mantıki bir sonuçtur.

Fakat kısa süren Komün deneyimi sırasında iktidarı ele geçiren proletaryanın eski devlet cihazını koruyarak değil paramparça ederek kendi iktidarını nasıl kurabileceğini görmekle kalmaz, toplumsal yaşamı yepyeni ilkeler temelinde örgütleme işine de bununla iç içe geçecek şekilde hemen başlayabileceği gerçeğini görürler. Hatta Marx, olağanüstü saygıyla selamladığı Komünarları Merkez Bankası’na el koymamak başta olmak üzere burjuvaziyi mülksüzleştirip güçten düşürecek önlemleri almakta gösterdikleri tereddüt ve bıraktıkları boşluklar nedeniyle eleştirir.***

Siyasal devrimle toplumsal devrimi birbirinden ayırarak basamaklandırmak şurada dursun aralarında herhangi bir aralık bırakmadan derhal iç içe örmenin zorunluluğu Nisan Tezleri ekseninde süren tartışma sürecinde teorik açıklığa kavuşur, 1917 Ekim pratiğinde de somutlanır. Ekim’de iktidar ele geçirilir geçirilmez yayınlanan ilk kararnameler bunun göstergesidir. Gel gör ki Türkiye devrimci hareketinde aşamalı devrim kavrayışında ısrarlı demokratik devrim fetişistleri arasında bu ikisi arasında mesafe bırakmayı ‘devrimci netlik ve kararlılığın nişanesi’ olarak görebilen yaklaşımlara hâlâ rastlanabilmektedir.****

Bilimsel sosyalizm öğretisinin temellerini attıkları dönemde Marx ve Engels’in zihinlerinde canlanan devrim modeli haliyle bazı eksikler, dahası yanlışlar taşır. Kapitalizmin gelişiminin toplumdaki diğer bütün çelişkileri çözüp sadeleştirerek emek-sermaye çelişkisini biricikleştireceği düşüncesiyle proletaryanın devrimi başarabilecek güç ve olgunluğa yine kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin gelişmesine paralel biçimde kendiliğinden ulaşabileceği beklentisi bunların başında gelir. Bunlar elbette nesnel-tarihsel koşulların o kesitteki olgunlaşma düzeyinden kaynaklıdır. Zaten süreçlerin seyrinden çıkardıkları sonuçlar ışığında kendileri de ilk başlarda savundukları modeli kimi yönlerde gözden geçirip zamanla revize etmişlerdir. Fakat asıl kopuşu gerçekleştiren Lenin’dir. 

Lenin’in parti ve öncülük anlayışı, bu süreklilik içinde kopuşun tayin edici ilk halkasıdır. Marx ve Engels’in temellerini attıkları Marksizm’i Marksizm-Leninizm düzlemine yükselten (aynı anlama gelmek üzere “emperyalizm çağının Marksizm’i” haline getiren) bu parti ve devrim anlayışıdır. Proletarya devriminin kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki yasallıklarının yeniden tanımı, bunu tamamlayıp yetkinleştiren adımı oluşturur.  

Lenin’in parti -bir anlamda da devrim- anlayışını “mekanik kadercilikten ikili bir kopuş” olarak tanımlayan Lukacs, öznel-nesnel ilişkisinin parti-devrim ilişkisi bağlamında devrimci diyalektik kuruluşunu şöyle tanımlar:

“… bu örgüt anlayışı, hem proletaryanın sınıf bilincinin onun sınıfsal konumunun mekanik bir ürünü olarak kavranmasından, hem de bizzat devrimin kendisinde yalnızca kaderci biçimde harekete geçen ekonomik güçlerin mekanik işleyişinin -nesnel devrim koşulları yeterli olgunluğa eriştiğinde, bu mekanik işleyiş proletaryayı her nasılsa otomatik olarak zafere götürecektir-görülmesinden kurtulmak demektir. […] Böylece partinin örgütsel iç sorunları da yeni bir perspektif kazanır. Gerek devrimci eylemin önkoşulunu örgütün oluşturduğu yolundaki eski anlayışın -Kautsky tarafından temsil olunmaktadır- gerekse Rosa Luxemburg’un partinin, devrimci kitle hareketinin bir ürünü olduğu yolundaki düşüncesinin diyalektik değil, tekyanlı olduğu görülür. Partinin devrimi hazırlama görevi, partiyi, aynı zamanda ve aynı yoğunlukta devrimci kitle hareketlerinin yaratıcısı ve ürünü yapar, partiyi bu hareketlerin önkoşulu ve meyvası haline getirir. […] Leninist örgütün kendisi de diyalektik bir nitelik taşıdığına göre, kendi kendisinin aynı zamanda hem ürünü hem de yaratıcısı olduğu sürece, yalnız diyalektik tarihsel gelişmenin ürünü değil, aynı zamanda onun bilinçli ilerleticisidir...” (Lukacs, Lenin’in Düşüncesi/Devrimin Güncelliği, sf. 32-39, abç)

Lenin Farkının Kaynağı

Lenin’in parti ve devrim anlayışını farklı ve tarihsel kılan can alıcı nokta nedir? Devrimin nesnelliği sorununu tarihsel materyalist bir yaklaşımla ama devrimci diyalektik yöntemle ele alıp yorumlaması. Yani nesnelliğin üzerinden atlamamakla birlikte işçi sınıfının devrimdeki rolünü nesnelliğe boyun eğip teslim olmak şeklinde yorumlamaktan kopararak devrimci proletaryanın tarihsel amaçlarını esas alan bir hedef bilinciyle hareket etmek, içinde bulunulan an’ın stratejisini bu yaklaşımla belirlemek. 

Michael Löwy, bu sıçramayı ve onu mümkün kılan felsefi-düşünsel arka planı şöyle açıklar: 

 Gerçekliğin farklı duraklarının yalıtılması, sabitleştirilmesi, birbirinden ayrılması ve soyut bir karşıtlık haline getirilmesi bir yandan bütün kategorisiyle öte yandan da Lenin’in şu saptamasıyla aşılır: ‘Diyalektik, insan aklının karşıtları neden ölü ve taşlaşmış olarak değil de canlı, koşullara bağlı, devingen, birbirine dönüşür olarak kavranması gerektiğini… gösteren teoridir.’ Kuşkusuz burada bizi ilgilendiren, Defterler’in (Lenin’in Felsefe Defterleri kastediliyor -nba) ‘kendi içinde’ felsefi içeriğinden çok siyasal sonuçlarıdır. Defterler’in yöntemsel öncüllerini Lenin’in 1917’deki tezlerine bağlayan damarı bulmak güç değildir (abç): Bütün kategorisinden emperyalizmin en zayıf halkası teorisine; karşıtların birbirine dönüşmesinden demokratik devrimin sosyalist devrime dönüşmesine; nedenselliğin diyalektik olarak kavranışından Rus Devrimi’nin niteliğinin yalnızca ‘geri ekonomik temel’e dayanarak tanımlanmasının reddine (abç); bayağı evrimciliğin eleştirisinden 1917’de ‘süreklilik içinde kopuş’a (abç) vb… 

Ama en önemlisi şudur: Hegel’i eleştirel, maddeci bir gözle okuması Lenin’i açıkça ve düpedüz II. Enternasyonal’in sözde Ortodoks Marksizm’inin sıkı boyunduruğundan, onun kendi düşüncesine dayattığı teorik sınırdan kurtarmıştır. Hegel Mantığı incelemesi, Lenin’in Petrograd Finlandiya Tren İstasyonu’na varan yolu açmasını sağlayan alet olmuştur.

1917 Mart-Nisan’ında diyalektik öncesi Marksizm’in temsil ettiği engelden kurtulmuş olan Lenin, olayların itişiyle kısa sürede kendini onun politik uzantısından da sıyırır: Bu, soyut ve dondurulmuş bir ilke olan ‘Rus Devrimi ancak bir burjuva devrimi olabilir- Rusya sosyalist bir devrimin gerektirdiği olgunluğa erişmemiştir’ ilkesidir. Bu sırat köprüsünü geçtikten sonra Lenin sorunu pratik, somut ve gerçekçi bir açıdan incelemeye girişir: Gerçekte sosyalizme doğru bir geçişi oluşturacak ve halkın çoğunluğuna, yani işçi ve köylü kitlelerine kabul ettirilebilecek olan önlemler nelerdir?” (Michael Löwy, Hegel’in Büyük Mantığından Petrograd Finlandiya Tren İstasyonuna, Sınıf Bilinci, sayı 14, Ocak 1994, sf. 26-27)

Lenin’i Lenin’in Karşısına Çıkarmak

Demokratik devrim fetişizmi, Leninizm’e bağlılığını gösterme ihtiyacı duyduğunda hemen İki Taktik’e sarılır. İki Taktik’in ruhuna nüfuz etmek yerine söyleminden hareketle tamamlanmamış demokratik devrimle sosyalist devrim arasında mekanik bir basamaklandırma ilişkisi kurar. Halbuki Lenin o tarihsel koşullarda Rusya’nın demokratik devrim aşamasında bulunduğunu reddetmemekle birlikte hem onu hızla sonuna kadar götürebilmek hem de bir an önce sosyalizme geçebilmek için her seferinde ısrarla o devrime proletaryanın öncülük etmesinin önemi ve zorunluluğu üzerinde durur.  Dolayısıyla İki Taktik dahil Lenin’in 1905 Devrimi sürecinde kaleme aldığı yazılarının ayırt edici yönünü demokratik devrimin zorunluluğunu vurgulaması değil proletaryanın öncülüğünü ısrarla vurgulaması oluşturur. Çünkü bu konu, Rusya’nın henüz burjuva demokratik devrim aşamasında bulunduğu gerekçesinden hareketle öncülüğün burjuvaziye bırakılmasını savunan Anayasacı Demokratlar ve Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki temel ayrım noktasıdır. İki Taktik’i ve Lenin’in o tarihsel kesitte kaleme aldığı makalelerini aşamalı devrim anlayışının amentüsü olarak yorumlayan demokratik devrim fetişizmi onları bu tarihsel bağlamından kopararak ele aldığı için bu özgünlüğü de gözden kaçırır. 

İkinci olarak, Marx ve Engels’in 1840’larda formüle ettikleri, belli revizyonlardan geçmekle birlikte sonraları II. Enternasyonal tarafından miras alınıp sürdürülen haliyle ‘aşamalı devrim’ anlayışı o yıllarda Lenin üzerinde de etkilidir. Zaten bu yüzden Marx ve Engels’in kapitalizm koşullarında proletaryanın bağımsız sınıf bilincinin ve devrimci inisiyatifinin demokrasi için mücadele okulunda edineceği deneyim sayesinde gelişip olgunlaşacağına dair vurgularına sık sık atıfta bulunur. Fakat aynı Lenin, 1917 Şubat Devrimi’nin hemen arkasından Rusya’ya ayak basar basmaz hatta ondan da önce 21 ve 22 Mart tarihlerinde Pravda’da yayınlanan Uzaktan Mektuplar’ında yani proletarya bu okula henüz tam manasıyla kayıt bile olmamışken sosyalist devrimi gündeme getirir. İki Taktik ezbercisi demokratik devrim fetişistleri bu değişimin farkında değilmiş gibi davranırlar. İki Taktik’le Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri arasındaki diyalektik iç bağlantı ve sürekliliğin farkında değillerdir çünkü. Lenin’in başka bir vesileyle yaptığı tanımdaki gibi, “Hepsi de Marksist olduklarını söylüyorlar ama Marksizm’i mümkün olan en bilgiç biçimde anlayarak. Marksizm’in özünde yatan şeyi yani onun devrimci diyalektiğini hiç kavramamışlar(dır)” (Lenin, Devrimimiz Üzerine- N. Suhanov’un Anıları Üzerine)”  

Lenin, daha sonra Nisan Tezleri’nde açımlayacağı görüşlerini 1917 Şubat Devrimi’nin hemen arkasından önce 11-26 Mart tarihleri arasında Parti’ye yolladığı Uzaktan Mektuplar’da ardından Rusya’ya ayak basar basmaz (3 Nisan gecesi) Petrograd İstasyonu’nda yaptığı konuşmada dile getirir. Kendisini karşılamaya gelen kitleye “Sosyalist devrim için sonuna kadar, proletaryanın tam zaferine kadar mücadele etmeniz gerekiyor” çağrısı yaptıktan sonra sözlerini “Yaşasın sosyalist devrim” sloganıyla bağlar.  Bu sadece o güne kadar Rus sosyal demokrat hareketinin geneli tarafından paylaşılan “Ortodoks Marksizm” anlayışından değil bir bakıma bizzat kendi geçmiş görüşlerinden de bir ‘kopuştur’. İki Taktik’in dogmatik yorumuna saplanıp kalmış Merkez Komite içindeki yoldaşları bile bu yüzden onun karşısına yine onun 1903’ten beri söyledikleriyle çıkarlar. Lenin’in sosyalist devrim çağrısı onlara bile ‘anarşist bir plan’ olarak görünür. Plehanov “Bunlar saçma sapan düşler…” diye tepki gösterir. (Aynı Plehanov, Ekim Devrimi’ni duyduğunda da “Ama bu bütün tarih yasalarının ihlali demek” der.) Tasfiyecilik yıllarında dinle Marksizmi birleştirmeye soyunan Tanrıkurcu idealizmin başını çekenlerden Menşevik Bogdanov, “Bu bir hezeyan! Bir delinin hezeyanı! Bu saçma sapan sözleri alkışlamak utanç verici! Sizin adınıza utanıyorum. Bir de Marksist olacaksınız!” çığlığını basar. Eski Bolşeviklerden I.P. Goldenberg, Bakunin’in yerini aldığını iddia ettiği Lenin’i “İlkel bir anarşizmin aşılmış gerekçelerini tekrarlayarak Rus sosyal demokrat hareketinin bağrına iç savaş bayrağı dikmekle” suçlar. 

Parti içindeki yoldaşlarının tepkileri de farklı değildir. 4 Nisan günü Tauride Sarayı’nda hem Bolşeviklerin kendi aralarında hem de ardından Menşeviklerle yapılan birleşme amaçlı ortak toplantıda tezlerini “Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri” başlığı altında sunar. Bolşevik Petrograd Komitesi’yle yaptığı toplantıda 13 üyenin oylarıyla reddedilir görüşleri. Sadece Molotov ve Kollontay lehte oy kullanır, bir üye çekimser kalır. Partinin yayın organı Pravda’nın yöneticisi Kamanev, 8 Nisan tarihinde yayınlanan başyazısında “Lenin yoldaşın genel planına gelince: Bu plan, burjuva demokratik devrimi tamamlanmış gibi sunduğu ve bu devrimin hemen sosyalist devrime dönüşeceği varsayımına dayandığı ölçüde bize kabul edilir gelmiyor” diyerek Lenin’e kamuoyu önünde de karşı çıkar. Kamanev’in muhalefeti bu sınırlar içinde de kalmaz, karşı çıkışını Zinovyev’le birlikte Ekim ayaklanmasını burjuvaziye ihbar etmeye kadar vardırır. 

İşin özü, Lenin, kendisine karşı çıkan yoldaşları dahil diğer herkesten farklı olarak Şubat Devrimi’nin ortaya çıkardığı tabloda henüz yerine getirilmemiş demokratik devrim görevlerinin eksikliğini değil sosyalist devrimi gerçekleştirme olanağının doğmuş olmasını esas alır. 23 Nisan’da Pravda’da yayınlanan Rusya’da Siyasal Partiler ve Proletaryanın Görevleri başlıklı makalesinde bu yaklaşım farkını şu şekilde tanımlar: “Menşevikler (de) ‘sosyalizm taraftarıdırlar ama sosyalizmi düşünmek ve onu gerçekleştirmeye yönelik pratik önlemleri şimdiden almak için henüz erken olduğu kanısındadırlar’; buna karşılık Bolşevikler ‘sosyalizmin zafere ulaşması için’ Sovyetlerin ‘pratikte gerçekleşebilecek olan her önlemi hemen alması gerektiğini’ düşünürler.” İki Taktik’le Nisan Tezleri arasındaki içsel bağlantı da bu yaklaşımda gizlidir.

Tabii ki bu kopuşun bir arka planı, bir birikim süreci vardır. Bu birikim sürecinin kilit halkalarını ise Felsefe Defterleri, emperyalizm çözümlemesi ve II. Enternasyonal çizgisine damgasını vuran Ortodoks Marksizm’in rezilce iflasını görmek oluşturur. Lenin’deki dönüşümü Löwy şöyle açıklar:

“Lenin’in sözleri üzerine kopan bu olağanüstü fırtınayı ve söylediklerinin koro halinde lanetlenmesini nasıl açıklayabiliriz? Suhanov’un (1917 sonrası Partiye katılan eski bir Menşevik -nba) safdil ama açıklayıcı betimlemesi bu sorunun yanıtını ima ediyor: Lenin gerçekten de ‘geçmişin bilimsel sosyalizmi’nden, Marksizm’in ‘temel ilkeleri’ne ilişkin belirli bir anlayıştan kopmuştu; bu anlayış, Rus Marksist sosyal demokrasisinin bütün akımlarının bir ölçüde paylaştığı bir anlayıştı. Gerek Menşevik gerekse Bolşevik parti önderlerinin Nisan Tezleri karşısında sergiledikleri şaşkınlık, kafa karışıklığı, öfke ya da hor görme, bu tezlerin ima ettiği bir şeyin, II. Enternasyonal’in ‘ortodoks Marksizm’ geleneğinden köklü bir kopuşun belirtileridir yalnızca. (Burada II. Enternasyonal’in radikal solundan -Rosa Luxemburg vb.- değil hegemonik olan akımdan söz ediyoruz.) Bu geleneğin mekanik-determinist-evrimci maddeciliği, katı ve felçleştirici bir tasım halinde billurlaşmıştı:

‘Rusya geri kalmış, barbar, yarı-feodal bir ülkedir.

Sosyalizm için gerekli koşullar burada yeterince olgunlaşmamıştır.

Rus devrimi bir burjuva devrimidir.’” (Michael Löwy, agk, sf. 20, abç) 

(Gelecek sayı: Ölçü Tartışması Işığında Türkiye’nin Sosyo-Ekonomik Gerçekliği)

* Aydınlık ve Mihri Belli çizgisinde cisimleşen 3. tip MDD’cilik ise “ulusal kalkınmacı” bir yaklaşımla milli burjuvaziyle ittifaka özel önem veren darbeci bir karaktere sahiptir)

 

** TKP-ML’yi örnek seçmemiz onun yapıldığını geçtiğimiz aylarda duyurduğu konferansında 50 yıl öncesinin dogmalarını sürdürmekte sergilediği ısrar yüzündendir. Yoksa devrimimizin karakterini belirlerken Marksizm-Leninizm’e uzak ya da sığ ölçütleri esas almanın özellikle MDD kampı içinde örnekleri çoktur. 

Örneğin Kaypakkaya geleneğinin takipçilerinden Bolşevik Partizan çevresinin yine uzak olmayan bir tarihte -2009 yılı- yaşadığı iç tartışma sürecinde sosyalist devrimi savunanların da demokratik devrimde ısrarlı olanların da aynı sığlığı sergilediklerini görürüz (Bkz. Demokratik Devrim Mi Sosyalist Devrim Mi/Devrim Aşamaları Tartışması, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları). 

Yakın dönemden taze başka bir örnek olarak İ. Çiçek somutunda MLKP’yi verebiliriz. İ. Çiçek, Marksist Teori dergisinin Ekim-Kasım 2024 sayısında yayınlanan bize yönelik polemik yazısında MLKP Programı’ndan uzun aktarmalar eşliğinde Türkiye devriminin içinde bulunulan aşamasını “antifaşist, antiemperyalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrim” olarak tanımlamakla kalmayıp “…devrimlerin niteliğini üzerinde yükseldikleri temel ittifakları belirler” şeklinde Leninizme de Maoizme de takla attıran yepyeni bir kriter ortaya atar. Devrimin niteliğini belirleme konusunda “komünist öncünün iradesi ve subjektif tercihlerinden önce toplumsal maddi gerçekliğin süreci belirleyen nesnel çelişkileri ve sorunları tarafından koşullandırılmıştır” şeklinde öncünün iradesini edilgenleştiren kaba materyalist bir ‘nesnellik’ anlayışı sergiledikten sonra MLKP Programı’ndan yaptığı bir alıntıyla (47. Madde) demokratik devrim aşamasından geçilmesini “(proletaryanın) kendini sosyalizm için eğitmesi ve sosyalizmin siyasal önkoşullarını hazırlaması” zorunluluğuna bağlar. (İ.Çiçek, Alınteri-Devrimci Proletarya ve Referanslarının Tuhaf Analizleri, https://www.marksistteori5.org/141-marksist-teori/sayi-62-ekim-kasim-2024/1175-al-nteri-devrimci-proletarya-ve-referanslar-n-n-tuhaf-analizleri.html)

Bu arada “Ben dedim, oldu” misali ipe sapa gelmez uçuk vaazlarla da karşılaşabilirsiniz. Örneğin Engin Erkiner’e bakacak olursanız, bir devrimin karakterinin belirlenmesinde “iktidardan hangi sınıfın indirildiği esastır”. “Burjuvazi iktidardan uzaklaştırıldıysa, bunu yapan işçi sınıfıyla yoksul köylülükten daha geniş bir iktidar bloğu bile olsa devrimin karakteri sosyalisttir. Eğer devrimin karakterini yeni iktidar bloğuyla tanımlarsanız, devrim, kapitalizme karşı demokratik devrimdir ve burjuvazi iktidardan uzaklaştırıldığı için sosyalist devrime gerek yoktur, çünkü bu devrimin yapacağı bir şey kalmamıştır.” Ciddiye almaya değer bir temelden yoksun olması dışında Blankizmi çağrıştıran bir yorumla devrimi salt iktidar değişikliğine indirgeyen/onunla tanımlayan kaba bir siyasal devrimcilik örneğidir karşımızdaki. Bkz. http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=3036%3Adevrimin-karakteri-nasl-tanmlanr&catid=34%3Aengin-erkiner&Itemid=1

*** Komün deneyimi ile devrimin içinde bulunulan aşaması arasındaki ilişkinin kuruluşu, Lenin’in yaklaşımının bu konuda geçirdiği dönüşüm açısından da ilginç ve öğreticidir. Lenin, o güne dek geçerli Ortodoks Marksist anlayışın yoğun etkisini taşıyan İki Taktik’te Paris Komünü’nün model alınmasını açıkça reddeder. Ona göre Komün, “demokratik devrim ile sosyalist devrim ögelerini (siz bunu “siyasal devrim” ile “toplumsal devrim” olarak da okuyabilirsiniz-nba) ayırt etmeyi bilmediği, Cumhuriyet için mücadelenin hedefleriyle (bunu da “faşizmin yıkılması, siyasal özgürlüğün kazanılması” olarak okumak mümkün- nba) sosyalizm mücadelesinin hedeflerini birbirine karıştırdığı için” yanılgıya düşmüştür. “Dolayısıyla” Komün, “bizim hükümetin (yani gündemdeki demokratik devrim sırasında kurulacak işçi-köylü iktidarının-nba) benzememesi gereken bir hükümet” örneğidir. (alt çizmeler Lenin’e ait).

Aynı Lenin, 1917 Nisan günlerinde yaşanan tartışmalar sırasında “aynı zamanda hem bir demokratik devrimi hem de bir sosyalist devrimi gerçekleştirmeye çalışmış bir hükümet” olarak tanımladığı Komün’ü bu kez “model” olarak gösterir. İktidarın ele geçirilmesiyle “sosyalizme doğru ilerlemek” olarak tanımladığı “toplumsal üretimin ve ürünlerin bölüşümünün ve tek bir banka halinde birleştirilecek bankaların denetimi” gibi önlemleri hemen uygulamaya geçmek yerine hâlâ klasik demokratik devrim anlayışında çakılıp kalmış olanları kastederek şunu söyler: “Bugün proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünden başka bir şeyden söz etmeyen herkes, hayatın gerisinde kalmış, bu yüzden de pratik olarak küçük burjuvaziye katılmış demektir ve devrim öncesine ait ‘Bolşevik’ antikalar arşivine –‘eski Bolşevikler’ arşivi de denebilir- kaldırılmayı hak etmektedir.” (Lenin, Taktik Üzerine Mektuplar, abç)  

**** Marksist Teori yazarı İbrahim Çiçek, sosyalist devrimi savunan herkesi ayrımsız aynı torbaya doldurup yine aralarında hiçbir ayrım yapmadan ağzına gelen yaftayı yakıştırdığı bir polemik yazısında ‘keskin devrimci’ görünebilmek için şunları söyleyebilmiştir: “Siyasi devrimin ve önceliğinin reddedilmesi ya da hemen ve doğrudan sosyalist devrim savunusuyla siyasal bakımdan sağa kayma arasındaki bağıntı, keza siyasi devrimin reddedilmesiyle ‘sosyalist devrim’ (veya ‘toplumsal devrim’) önceliği ile birleşen, buluşan ‘sınıfa kaçış’ olarak da kavramlaştırılabilecek yaygınlaşan uvriyerizm (günümüzde tasfiyeciliğin gelişen bir görüngüsü oluyor); dahası da var, siyasi devrimin reddedilmesinin Kürt ulusal sorunu yakıcı gerçekliğine yabancılaştırarak, ilgisizleştirerek aynı zamanda nesnel olarak sosyal şovenizme açılan bir kapı oluyor vb.” (İ. Çiçek, Marksizmin Bir Karikatürü ve ‘An’da Düşündürdükleri, 28 Kasım 2024, https://etha54.com/haberdetay/ibrahim-cicek-yazdi-marksizmin-bir-karikaturu-ve-anda-dusundurdukleri-198762

Demokratik devrimle sosyalist devrimi (aynı anlama gelmek üzere siyasi devrimle toplumsal devrimi) karşıtlaştırmakla yetinmeyip kaskatı kutuplar halinde birbirlerinin karşısına diken bu satırları okurken sizin aklınıza da Lenin’in bir önceki dipnotta aktardığımız “Bolşevik antikalar arşivi” önerisi gelmedi mi? Ayrıca  “hemen ve doğrudan sosyalist devrim” savunusunun ve bunu savunan istisnasız herkesin “siyasi devrimi ve (onun) önceliğini reddettikleri” sonucunu İ. Çiçek nereden çıkarmış, bu uçuklukta bir saçmalığı kimler, nerede, ne zaman dile getirmiş belirsiz. Marksizmin en azından abc’sinden haberdar olan herhangi bir devrimcinin bu ölçüde saçmalayacağına ihtimal vermekle kalmayıp bir de bütün sosyalist devrim savunucularının ayrımsız bu anlayışta olduklarını iddia etmek ise tek sözcükle ayıp!