Ataman tipi örgütçülük

167

// Aşağıdaki metin, TİKB’nin 12 Eylül öncesi kuşak kadrolarından Esmahan Ekinci’yle o dönemin mücadele koşulları ve devrimci faaliyet konusunda yapılan bir sohbetin bant kaydı çözümlemesidir. Yer darlığı nedeniyle dergimizin bu sayısında bir bölümünü yayınladığımız sohbetin tamamını Şubat ortasından itibaren Alınteri sitesinde okuyabilirsiniz //

Burjuva ya da devrimci-komünist olsun her siyasi yapının kimliğini oluşturan belirli çizgiler vardır. Burjuvazinin siyasi temsilcileri açısından temsil ettikleri sınıf ve katmanların özellikleri siyasi ifadesiyle karşımıza çıkar. Bu çizgiler zamana göre farklı biçimler kazansa da özsel olarak aynı kalır. Devrimci-komünistler açısından da aslında bu böyledir. Genellikle mücadelenin gelişim süreçleri içinde oluşturulur kimliğin temel çizgileri. Ama onlarda da temsil ettikleri sınıfın ideolojik ruhudur siyasetin diline tercüme edilen. Bu ruhun zaman içinde başkalaşması, devrimci yönde derinleşip sıçrama yaşaması kadar zayıflayıp silikleşmesi hatta zıddına dönüşmesi de olasıdır. Sürecin hangi yönde seyredeceği kendisini çoğu kez yolun başında belli eder. O doğum kesitleri sırasında atılan temeller, kazanılmaya çalışılan alışkanlıklar, bu alışkanlıkların kolektif bir düşünüş-eyleyiş biçimine dönüşmesi, giderek o yapıyı karakterize eden çizgiler, onun adeta ruhu haline gelmesi süreçlerin zorlu sınavları içinde gerçekleşir. 

Bizim için de böyle oldu. O temellerin atıldığı yıllara kadar gider bugünümüz. İlk andan itibaren, daha grup dönemindeyken işçi sınıfı çalışmasını esas alan ve o yolda yürüyerek kendisini inşa eden, ruhunu bunun oluşturduğu, bunu kuşaktan kuşağa koşulların değişim ve farklılaşmasına göre aktaran bir hikâye bizimki de.  Tam bu noktada o ilk temellerin atıldığı yılların içinde saklı bugünü ve bugünden geleceğe taşınacak olanı görebiliyor insan. 

O temellerin daha somut anlaşılabilmesi için somut bir örneğe, Ataman İnce’nin bizimle kurduğu ilişkiye bakmak yeter. O dönem her açıdan kuruculuk gerektiriyordu. Bizler devrimcileşme süreçlerinin henüz başlarındaki öğrencilerdik. Yaş olarak bizlerle yaşıt ama politik seçimini yıllar öncesinde yapmış sorumlumuz Ataman, bu bilinç ve gelecek tasavvuruyla bizimle ilişkileniyordu. Oluşturduğu toplantı düzeni, çalışma tarzı ve ilişkilenme biçimine bakmak bile atılmaya çalışılan bir temelin tüm şifrelerini kavramak için yeterlidir ya da çok şey anlatır. Bu tarz aslında o ve önceki kuşaktan yoldaşların yaklaşımındaki rafine sınıf devrimciliğinin, devrim ve sosyalizm bilinç ve isteğinden beslenen güçlü bir komünist bilincin ifadesidir. 

Bir mahalle çalışmasında tanıdım Ataman’ı. O da gençti, bizim gibi… Sorumlumuz olarak gelirdi. Biz ona kafamızda bir yığın sorun ve sıkıntıyla giderdik. Ama onun değişmez bir kuralı vardı: Önce Marksist-Leninist eğitim! 

O dönem bizi hem burjuva hem de diğer popülist parti ve örgütlerden ayıran temel fark pratiğin sorunlarıyla teoriden gelerek ilişki kurmaktı. Ki, dönemin tipik özelliği teoriye uzaklıktı. Teorinin gri olduğunu biliyorduk. Ama, yaşamın yeşil ağacındaki meyveleri, dalları, yaprakları birbirini bütünleyen gerçekleriyle kavramamızın onunla mümkün olacağını da biliyorduk. 

O dönem teoriye ilgi duyan başka çevreler de vardı. Bizim ilişkilenişimizdeki fark, teoriyi yaşamın-mücadelenin sorunlarına daha bütünsel bakabilmenin, onları çözmenin anahtarı haline getirmekteki çabamızdaydı. Ataman’ın teoriyle ve dolayısıyla bizimle kurduğu ilişki bunun somut ifadesiydi. 

Bu bağı ben sonraki yıllarda daha iyi anladım. O zamanlar “Yoldaşlar böyle düşünmüşler, teoriye önem veriyoruz demişler, teori yapıyoruz” diye düşünürdüm. Bunun yaşamımla bağını o zamanlar çok fazla kuramamıştım. Çevremizdeki birçok insan için de bu öyleydi. “Yoldaşlar ‘önemlidir’ diyorlarsa bir bildikleri vardır…” diye düşünenler az değildi.

Biz bu ısrarı yaşamımızda çok net görüyorduk. Ataman’ın bizimle yaptığı toplantıların birinci gündem maddesi teorik çalışma olurdu. Biz oraya bir sürü gündelik sorunla gitmişizdir, birbirimizi sık göremediğimiz için de önceliğimiz bunları konuşmaktır. Fakat Ataman, okuyup hazırlanmış olarak gelmemiz için daha önce belirlediğimiz Marksist klâsiklerden okuma parçasıyla açardı toplantıyı. Birinci gündem illâ bu şekilde olurdu. Hatta “Ya önce şunları konuşalım” derdik. O, “Hayır, çok önemli bir gelişme, ölüm kalım meselesi olmadığı sürece belirlediğimiz gündeme uyalım” der, taviz vermezdi. Sonra o makale okunur, tartışılır, konuşulurdu. 

Önemli bir gündem konumuz da şuydu: Faaliyet yürüttüğümüz semtin kuşbakışı krokisini çıkarmak. Hangi fabrikalar var, bu fabrikaların özellikleri, işçi bileşimleri, servislerinin nerelerden geçtiği, işçilerin uğrak mekanlarının nereler olduğu, evleri, yoğunlaştıkları sokaklar, memleketleri vs., vs.’ye kadar ayrıntılı bir çalışma yapılırdı. Yani biz bir semte rastgele girmezdik. İlk önce oranın sınıfsal haritasını çıkarmak için özel bir çaba içinde olurduk. Bunun kendisi başlı başına örgütleyici, öğretici bir süreçti. O semtteki tanıdıklarımız ve onların çevresine saplanıp kalmamızı engelleyen, hedefi ilk önce kuşbakışı görüp bu görüşten çıkarılacak fotoğrafı birebir ilişkili olduklarımız üzerinden doldurma yoluna giden bir tarz. Ataman bize gündelik pratik çalışmada da tümden gelim, tüme varım yöntemiyle düşünüp eylemeyi öğretiyordu, daha doğrusu titiz bir yöneticilikle bunu bir kültüre dönüştürmeyi sağlamış oluyordu. 

Ben Ataman’ın değerini daha sonraları daha iyi kavrayabildim. Şu anlamda: Hakikaten bir mühendis-mimar gibi çalışırdı. O kadar ince ayrıntıları tek tek irdelemesi, sorularıyla bizi bu yönde yönlendirmesi bizim dar pratikçilikten uzak bir örgütçülükle şekillenmemizi getiriyordu. Elbette Ataman tek değildi, o da bu yaklaşımı diğer yoldaşlarla etkileşim üzerinden oluşturuyordu, ama o yaklaşımı pratiğin diline ustaca çeviriyordu. 

Ataman, Fatih, Mehmet Ali, Tahsin gibi yetkin bir örgütçüydü. Andığım yoldaşlar gibi onun örgütçülüğünün de güçlü yanı sınıf örgütçüsü olmasıydı. Kafakolculuk diye bir şey yoktu onda. Adam kazanmaya değil, insanları devrim ve sosyalizm için mücadeleye kazanmaya çalışırdı. Birilerini kendimize kazanmaktan ziyade sınıfın bütününü harekete geçirecek bir perspektifi esas alırdı. Hemşericiliğe, şuculuğa buculuğa önem vermezdi. Belirli bir alanın bütününü ve sınıfı devrimci bir temelde örgütlemek önemliydi. Örgütçülüğü biz onlardan böyle öğrendik. 

Ataman’da her şey sınıf çalışmasına bağlanırdı. Mesela rasgele yazılama yapmazdık. İşçi servislerinin güzergâhıydı bizim yazılama yerlerimiz. Riske göre hareket etmezdik. Riskli de olsa ona göre tedbir alırsın ama mutlaka servislerin geçtiği yerleri hedeflersin. Ya da bir sokakta fabrika işçileri yoğun olurdu, o sokak hedefimize girerdi. Faaliyet plânlamaları buna göre yapılırdı. Orak-Çekiç dağıtımı ya da yazılama gibi çalışmalara çıkmadan önce nerelere yapılacağını bu anlayış üzerine planlardık. 

Ataman özgülünde anlatmaya çalıştığım bu pratik, dediğim gibi, kurucu bir dönemin ifadesidir. O dönem bizim Halkın Kurtuluşu’yla (HK) ayrışma yaşadığımız dönem. Biz HK’dan neden ayrıldık, ondan temel farkımız neydi, sorun sadece ideolojik görüş farklılıklarından mı ibaretti? Aslında bu soruların yanıtı bizim tarih sahnesine çıkışımızdaki kurucu iradede somutlanıyordu. Ataman o kurucu iradenin, kolektif gücün bir parçasıydı ve her kurucu dönem gibi ince ince işliyor, temeller atıyordu.  

12 Mart öncesinden itibaren işçi sınıfı içinde çalışmayı esas alan proleter sosyalist bir ideolojik hat ve anlayışa sahip olmamıza karşın o dönemin koşullarında sınıf çalışması alanında iz bırakan bir pratiğimiz olmamıştı. Bu konuda sonuç alıcı anlamlı ilk adımlar 12 Mart ertesinde atılmış. Fatih’in Adana’ya gidişi, dönemin önder kadrolarının İstanbul’a yerleşmeleri bu yönelimin sonucu. HK ile birleşme öncesinden başlayarak öğrenci hareketi içinde örgütlenip öne çıkan kadroların sınıf çalışmasına kaydırılmaları, fabrikalara ve sendikalara yönlendirilmeleri politikası da öyle. Fakat o yönelim kalıcı sonuçlar üretemeden THKO’yla birleşme sonrası tavsayıp bir anlamda kesintiye uğradı. Sınıfa yönelimi esas alıp başa yazmanın yerini öğrenci gençlik içinde güç olmayı öne çıkarıp gazete etrafında örgütlenmeyi esas alan dergicilik pratiği aldı. 

1979-’80 süreci bu bakımdan bizim ‘unuttuğumuz’ çizgi ve geleneklerimizi tekrar hatırlayıp hayata geçirmeye yönelmemizin ilk adımlarıydı. O yüzden vurgu daha çok teorik kavrayış üzerine yapılıyordu. Herkesin süreci kavraması için okumaya çok önem veriliyordu. Teorik bilgiye çok önem veriliyordu, ama okuma dediğimiz şey de akademik okuma değil, pratiğe dönük devrimci bir okumaydı. Bunu anlamayan kimilerinde bu, önce okuyalım, sonra pratik yapalım gibi devrimcilikten uzak mekanik anlayışlara dönüştü. 

O süreçte teorik kavrayış çok önemliydi, bunu kavrayamayanlar kendisini boşlukta buluyordu. O nedenle, Marksizm-Leninizm’i ve onun yöntemini anlamak, pratikle teorinin bütünlüğünü koruyabilmek bizim için o dönem hakikaten olmazsa olmazdı. Örgütün çizgisi yeni inşa ediliyordu, pratiğe dönük yazılar daha yeniydi, o yüzden Orak-Çekiç bizim için çok değerliydi. Onun anlamı ve değeri ondandı. Orak Çekiç bizler için bir soluk borusuydu. Nefes aldığımız, kendimizi bulduğumuz, “işte bu!” diyerek karşıladığımız fikirlerin bize ulaştığı bir kanaldı. O yüzden bizim için önemi çok fazlaydı o dönem. 

Dönem bir yönüyle çok hareketli ama bir yönüyle de belirsizliklerle dolu bir dönemdi. O çalkantı içinde yolunu şaşırmamak, yönünü kaybetmemek her şeyden önce teorik bir kavrayış ve bilinç açıklığı gerektiriyordu. Üstelik biz bir kuruluş aşamasındaydık. Dönemi teorik olarak kavrayan insanlar farklılıklarıyla hemen öne çıkıyorlardı, o önderlik vasfını hemen ortaya koyabiliyorlardı. Kavrayışlarıyla öne çıkıp önderlik vasfına sahip olduklarını gösterenler bunu pratiğe de taşıyor, pratikte de gösteriyorlardı. Yaşanan süreç çok hızlı, yoğun ve kısa olduğu için ortaya konulan bütün politikalar birebir uygulandı demek abes olur. Ama temel çizgiler kendini pratikte de gösterdi. 

Ataman’ı işte böyle bir süreç içinden görmek gerekiyor. Böyle bir sürecin içinde Ataman o dönem bizim çizgimizi ve politikalarımızı iyi kavrayan, bunu hayata geçiren, militan bir pratik ve teori ilişkisini kendisinde cisimleştirmiş, o politikaları uygulamakla kalmayıp geliştiren bir insan olarak bilincimde yer etti.

Kendi adıma işçi çalışmasının nasıl olması gerektiğini ondan öğrendim. Yani o hem yaşayarak hem yaşatarak bunu pratikte bize çok güzel göstermişti. Bir prototip olmuştu bizim açımızdan. Güzel bir prototip… Onun örgütlenmedeki değeri, sıradan bir örgütlenmeyi becermesi değil örgütlenme anlayışını politikamız doğrultusunda yaşama geçirmesindeydi. Yoksa örgütçülükte becerikli o kadar çok insan var ki, sendikalar ve dernekler öyle insanlarla dolu. O anlamıyla Ataman tipi örgütçülüğün farkı, teoriyle pratiği diyalektik bir bütünlük içerisinde birleştirebilen, her şeye sınıf odağından bakan, sınıfı da devrim ve iktidar perspektifiyle eğitip örgütlemeyi esas alan bir örgütçülüktü. Amacı işçiyi kendine kazanmak değil, işçiyi kendi mücadelesine kazanmak olan bir örgütçülük. 

Bugün mesela bir dernek kurmak bile hakikaten büyük bir enerji gerektiriyor. O dönem ise her kahve bir dernekti zaten. O anlamda örgütlenmenin bu kadar yaygın olduğu bir ortamda doğru ekseni koyabilmek önceliğimizdi. Doğru eksenden kastım, işçi sınıfını merkeze koyan militan sosyalist bir çizgi ve pratik ortaya koymaktı. O yüzden biz o çizgilerimizi netleştirmek ve görünür kılmak zorundaydık. Yoksa bir sürü örgüt vardı ve herkes hemşericilikle ya da işte kafa kol yöntemleriyle insan örgütlüyordu. Bu çok kolaydı. Bizimki biraz farklıydı. Kendi doğrumuzdan gitmek zorundaydık. 

Bunları o gün belki bu kadar net fark etmiyordum. İçindeyken ben de fark etmiyordum; sonraki yıllarda okudukça, teorik-siyasal bilgim arttıkça bunları daha iyi yerine oturtabildim. Yoksa o dönem biraz da “olması gerekir” diye yaptığımız şeylerdi bunlar. Hem o zaman zaten pratiğin içinde, o günün olayları içinde çok bütünlüklü düşünemiyorsun. Kendi çerçevende düşünüyorsun ama sonradan insan deneyim kazandıkça, teorik birikimi geliştikçe birçok şeyi daha iyi anlıyor, onlar o zaman yerine oturuyor. O yüzden bunları şimdi böyle konuşuyorsam o gün böyle anlamıyordum. Ama şimdi geriye dönük bakınca o günün ihtiyaçları buydu. Bunu şimdi görebiliyorsun. 

Önder yoldaşların bunları o gün ortaya koyabilmiş olmaları onların değerini daha da arttırıyor. O anlamda onların o kargaşa içerisinde, o örgütlenme bolluğunda bu perspektifi kavrayıp bu perspektifle yola çıkabilmiş olmaları çok anlamlı ve değerli. İşte Osman’ı Osman, Fatih’i Fatih yapan çizgilerdi bunlar. Onları değerli kılan bunlardı. O günlerin tozu-dumanı içinde bizi biz yapacak çizgiyi ortaya koymakla kalmayıp bunu hayata geçirmekteki ısrarları, tek yanlı bir pratiğin cazibesi ve kolaylığına kapılmayıp teori ve pratiğin diyalektik bütünlüğünü kurarak militan bir sınıf perspektifiyle hareket etmeleri önemliydi. Onların o gün koyduğu mücadele perspektifinin bugün hâlâ geçerli olması, bugün de savunmamız gereken bir çizgi haline gelmesi o günlerde yapılmaya çalışılanların değerini bugün daha iyi anlamamızı sağlıyor. 

Ama o çizgi o gün öyle hayata geçirilmeye çalışılıyordu, bugün de böyle yapalım anlamına gelmiyor bu. O günün koşulları farklıydı, önceliklerimiz farklıydı. Hani o lâf var ya, demirden leblebi. Biz o zaman demirden leblebi olmak amacındaydık. Onun için uğraşıyorduk. Diyalektik bir bütünlük içerisinde pratikle teoriyi bütünleştirmiş bir çekirdek olmak hedefindeydik ve o hedefi belirli ölçülerde sağlayabildik. O çekirdeği bozmadan o günün koşullarında çeperi oluşturma süreciydi bu. Ama bugün çok daha farklı koşullarda, farklı bir çeperin içerisindeyiz. O çekirdek devam ediyor bizim anlayış olarak. O çekirdek bozulmadı. O çekirdek devam ediyor. O bir kültür ve gelenek olarak devam ediyor ama bugün o çekirdeğin çeperindeki koşullar çok farklı. O yüzden bunları anlatırken geçmişte böyle yaptık, bugün de aynısını yapalım diye anlatmıyorum. O çekirdeğin oluşum sürecini anlatıyorum. 

Ve Ataman da bu çekirdeğin oluşum sürecinde yer alan ve pratiğiyle bunu bize öğreten, sınıf hareketi içerisinde bize öğreten önder yoldaşlarımızdan biri olduğu için onu anlatıyorum. O çekirdeğin oluşumunda Ataman’ın çok büyük değeri vardı; teorinin ve politikamızın pratikte nasıl olması gerektiğini yaşamıyla bize öğreten birisiydi. Ataman’ın değeri o çekirdeğin oluşumundaki emekleriydi. Bu hiçbir zaman unutulmayacak bir değer.