Dünyada da Türkiye’de de insanı insanlığından utandıran gelişmelere tanık oluyoruz. Asıl kahredici olan, bunların çoğu kez tepki dahi görmemesi. Hiçbir gelişme çoğu insanı şaşırtmıyor. Şaşırtmamanın ötesinde sanki normal bir durummuş gibi kayıtsızlıkla karşılanıyor.
Asıl tehlike de bu zaten: Kayıtsızlık…
Düşünebiliyor musunuz;
Dünyanın gözü önünde Gazze’de -ve Batı Şeria’da- düpedüz bir soykırım yürütülüyor. Şu ana kadar Gazze’nin yarısı yerle bir edildi. Günümüzden tam 159 yıl önce imzalanmış olan Cenevre Sözleşmeleri/İnsancıl Hukuk ayaklar altında. Hastahaneler, okullar, ibadet mekanları, enerji santralleri, su kuyuları, göçmen kampları sistematik olarak bombalanıyor. İsrail kuvvetlerinin şu ana kadar öldürdüğü yaklaşık 20 bin kişinin yarıdan fazlası çocuk ve kadın. Son olarak Kemal Advan Hastanesi’nin bahçesine sığınmış siviller, üzerlerine sürülen tanklar ve iş makinaları tarafından canlı canlı toprağa gömüldüler. “Uygar batı” seyretmekle de kalmayıp hayasızca destekliyor bu insanlık suçunu. Dünya’da da Türkiye’de de “Ama Hamas da…” diye söze başlayanlar da bu soykırımın düpedüz suç ortağı.
İklim krizi ve doğanın tahribatı sonuçlarıyla ortada: Anormal sıcak ya da soğuk mevsimler, aylarca söndürülemeyen orman yangınları, kasırgalar, seller, kuraklık, gıda krizi…Kısacası evrenin ve insanlığın geleceği tehlikede. Tehlike bu kadar açık ve somut hale gelmişken emperyalist tekelci sermaye ve hükümetler karbon salınımının bir parça düşürülmesine bile yanaşmıyor. Bu konularda mücadele bir avuç gencin ve idealistin omuzlarına kalmış durumda.
Kuşaklar boyu yaşadıkları topraklarda yaşam olanakları bizzat Batılı emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından ellerinden alınan göçmenler yollarda, sınır boylarında, dağlarda, denizlerde 10’ar 10’ar, 100’er 100’er telef oluyorlar. Kapağı atabildikleri ülkelerde de akıl almaz aşağılamalara maruz kalıyorlar. “Uygar Batı” toplumlarının umurunda değil!
Irkçılık ve faşizm gözümüzün önünde yükseliyor. Zincire eklenen son halkalar Arjantin ve Hollanda oldu.
Zenginlik-yoksulluk uçurumu korkunç boyutlar kazandı. Dünyanın en zengin 10 erkeği insanlığın yüzde 40’ına karşılık gelen 3 milyar 100 milyon kişinin toplamından daha fazla servet sahibi.Yoksul yüzde 50’lik dilimdeki bir işçinin en tepedeki yüzde bire mensup bir kan emicinin bir yılda kazandığını kazanmak için 112 yıl çalışması gerekiyor.
Dünya göstere göstere yeni bir emperyalist paylaşım savaşına gidiyor. Askeri harcamalar 2022 yılında 2.24 trilyon dolarla tüm zamanların en yükseğine çıktı. Düne kadar üstü kapalı yürütülen hazırlıklar artık davul zurna eşliğinde yürütülüyor. Vekalet savaşlarının yerini daha dolaysız kapışmalar aldı. Bomba ve mermiler artık Avrupa’nın göbeğinde de patlar oldu. Öte yanda emperyalist ülkelerin istisnasız hepsinde birbirinden çapsız politikacılar işbaşında. İşin kötüsü bunlar son teknoloji ürünü korkunç silahlara kumanda ediyorlar. Üstelik tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş bir sistemin ve her yönüyle çürümüş bir sınıfın temsilcileri olarak artık hiçbir kural ve değer tanımıyorlar.
Alın size bir örnek: Ukrayna’da süren NATO-Rusya Savaşı’nda bugüne kadar yaklaşık 500 bin insan yaşamını yitirdi. 1,5 milyon insan yerini-yurdunu terketmek zorunda kaldı. Şehirler, altyapı harap oldu. İnsanlığını bütünüyle yitirmemiş herkesin içi az ya da çok sızlar değil mi bu tablo karşısında? Ama, çürümüş bir sınıfın çürümüş temsilcilerinden biri olarak ABD’li Demokrat Parti Connecticut senatörü Blumenthal konuya nereden bakıyor:
“Amerikalılar şundan emin olmalı ki paramızın karşılığını alıyoruz. Yıllık askeri bütçemizin yüzde 3’ünden daha az bir yatırımla Rus Silahlı Kuvvetlerini yaklaşık yüzde 50 oranında zayıflattık, Rus askeri gücünü yarı yarıya azalttık.”
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Daha doğrusu sonu yok.
Sonuç olarak salt bazı bireylere ya da salt ABD’ye özgü olmayan bir çürümenin dile gelişi bunlar. Üstelik bu genel çürüme salt dış siyasetle de sınırlı değil. İç siyasetten emek rejimine, toplumsal değer yargılarından sanat ya da felsefe adına üretilen ürünlere kadar her alanda bir biçimde insanlıktan çıkış haline tanık oluyoruz her gün her saat.
İşin özü, insanlık çürüyor, giderek hızlanan bir tempoda ölüyor!
Genel tablonun bütün iç karartıcılığına rağmen umudu ve geleceği temsil eden filizler yok mu? Var elbette! Savrulan tehditlere, azgın bir medya ve devlet terörüne rağmen Filistin halkıyla dayanışma amacıyla emperyalist metropollerin cadde ve meydanlarını dolduran muazzam kalabalıklar… Ayda topu topu 70 dolara günde 14-15 saat çalışmak zorunda bırakılan Bangladeşli tekstil işçilerinin haftalarca süren isyanı… İngiltere, Almanya ve Fransa’da peş peşe patlayan grevler, Amerikalı işçilerin üç büyük otomotiv tekelinde yıllar sonra aynı anda greve çıkmaları… Tükendiği düşünülen Filistin direnişinin İsrail’in yenilmezlik mitini ve kibrini yerle bir eden silkinişi… Kadınların hiçbir coğrafyada hiçbir konuda çabucak pes edip geri adım atmamakta gösterdikleri irade ve kararlılık… Çevre ve iklim aktivistlerinin tekellere ve polise kök söktüren inatçı direnişleri… İlk ağızda sayabileceğimiz örnekler.
Türkiye ve Kürdistan’da da istersek görebiliriz bu tür örnekleri. Patronların şımarıklığı ve küstahlığına da valisi, jandarması, polisiyle üzerlerine gelen devlet terörüne de pabuç bırakmayan Urfa Özak Tekstil ya da Agrobay’ın kadın işçilerinin kavgası gözlerimizin önünde yaşanıyor. İnşaat işçisi, enerji işçisi, madencisi, moto kuryesi, depocusu, plaza çalışanı, tezgâhtarı.. artık eskisi kadar sinik ve kaderci değil. Yavaş da olsa kıpırdanıyor, zaman zaman patlıyor…Kadınların, gençlerin, Kürtlerin… kollarını yana düşürüp baş eğdiklerini kim söyleyebilir? Ne Antakya inatla direnmekten vaz geçti, ne yaşam alanlarını savunmak için canlarını dişlerine takan köylüler… Şimdi arkadan “kentsel dönüşüm” bahanesiyle evlerine çökülmek istenen ev sahipleri ve fahiş kiralar altında ezilen kiracılar geliyor…
Bütün mesele bu çoban ateşlerini büyütmekte düğümleniyor. Bu zorba rejimi ve çürümüş sistemi kavuracak yangınları tutuşturmak şart! Bunun ilk adımı da neoliberalizmin hepimize bir biçimde aşıladığı bencillik ve bana ne’cilikten arınmak olmalı.
Marksist hareketin ünlü isimlerinden Gramsci, ne kadar doğru söylemiş:
“…’yaşam taraf tutmaktır’ lafına inanıyorum… Tarafsızlık tarihte güçlü bir kuvvettir. Edilgen fakat etkili iş görür… Ben partizanım, önem veririm. İçimde kendi tarafımın yiğitçe bilgisinin vuruşunu hissediyorum, … Ben canlıyım, taraf tutarım. Bundan dolayı da tutmayandan hoşlanmam, tarafsızlıktan nefret ederim.”
Yerden göğe kadar haklı! Eğer bizler de bu çürümeden samimi olarak rahatsız ve kaygılıysak, o zaman 2024’te safımızı daha net tutum ve pratikle ortaya koymak zorundayız demektir.